Dünya Bankası'nın eski başekonomisti Joseph Stiglitz, Bilgi Üniversitesi'ndeki konferansında ''Türkiye ekonomik krizle benzer krizler yaşayan Doğu Asya ülkelerine göre çok daha iyi mücadele ediyor'' demiş. Arkasından da eklemiş: ‘Türkiye, alışılmışın dışında bir ülke!’
Gerçekten de alışılmışın dışında olan, çalışkan ve özverili halkıyla her sıkıntıya sabırla katlanan, dünyanın en kritik coğrafyasında başı dik yaşamak isteyen ve buna layık olan bir toplumun, atılımdan atılıma, başarıdan başarıya koşmak yerine, ‘krizle iyi mücadele ediyor’ diye övülmesi kadar hüzün verici birşey olabilir mi?
Krizden krize sürüklenmek, değerli yıllarını krizlerle mücadele ederek geçirmek Türkiye'nin alınyazı mıydı?
Stiglitz'i tanırsınız: Uzun yıllar Dünya Bankası'nın önerdiği politikalara danışmanlık ettikten sonra ortaya çıkan sosyal sonuçlara daha fazla katlanamayıp ayrılan ekonomist. Sonuçları dört aşamalı meşum bir tablo ortaya koyarak özetlemiş olmakla ünlü.
Tablonun son aşamalarında sosyal patlamalar yüzünden ülkeler yaşanılmaz, oturulmaz, çalışılmaz duruma gelir ve yerli sanayi kurumları ile finans kuruluşları kelepir fiyatlarla yabancıların eline geçer. Stiglitz’in Türkiye’de Endonezya ve Filipinler'deki patlamalara benzer durumların ortaya çıkmayışına bakıp sanayideki durgunluğu ve üretici sermayenin yurtdışına çıkışını gözardı edişi şaşırtıcıdır.
Türkiye'nin batmayışı ve sünger gibi yüzüyor olması, benzer ülkeler için çok daha karanlık tablolar çizmiş olan bir yabancı ekonomisti memnun edebilir; ama, herhalde bizi sevindiremez.
Çünkü bu ülke, cumhuriyetin ilk dönemlerinden başlayarak uzun yıllar boyunca çok daha parlak gelecek vaadleriyle yetişmiş kuşakların ülkesidir. Ulusal hedefler ortaya koyup bunlara erişmeyi plana programa bağlayan devlet politikalarıyla, çalışan herkesin azçok belirli bir yaşam düşünmesi ve emeğe dayalı çabaların ister istemez gitgide güvenli bir gelecek inancı doğurması normaldi.
Ne var ki, monetarist ekonomi yandaşlarınca üniversitelerde kotarılıp Reagan’ların ve Thatcher'lerin nutuklarıyla dünya piyasalarına salınan, IMF'ce önerilip Dünya Bankası'nca desteklenen politikalar Özal'lı yıllarla birlikte Türkiye'de de ‘değerli’ kağıtlarla oynayarak çalışmadan kazanan, satmadan satın alan, üretmeden tüketen yeni bir kuşak yarattı.
Daha doğrusu, bu politikaların izinden gidenlerce sağlanan sonuçlar ve hızlı köşe dönüşler, bütün bir yeni kuşak için ‘başarı’ ölçüsü oldu.
Aklı başında birçok yerli ekonomistin açıkladığı gibi, son krizler aslında Özal aracılığıyla Türkiye’ye sokulmuş olan bu politikaların iflasından başka bir şey değildir. Şimdi Türkiye, olmaması gereken bir iflasın tam bir yıkıma dönüşmesini önlemiş olmakla övünüyor ve övülüyor.
Hazin değil mi?
Oysa Cumhuriyet Türkiye'sine yakışan, böyle övünmeler ve övgüler değil, özel ve kamusal olanakların seferber edildiği planlı bir üretim coşkusuna geçişin sevinci olmalıydı.