Mevlüt Tezel

Eurovision’u Norveç kazanır

8 Mayıs 2009
Biz daha maça başlamadan Hadise’yi birinci ilan ettik ama bu yılki adaylar çok güçlü.

Yunanistan (Sakis Rouvas-This is Our Night), Malta (Chiara- What if We), İzlanda (Johanna Gudrun Jonsdottir- Is it True) çok sağlam şarkılarla yarışmaya katılıyorlar. Ama asıl favori Norveç. Alexander Rybak’ın seslendirdiği “Fairytale” şarkısı harika.

Keman soloları, ritim ve sözler çok iyi, daha ilk dinleyişte kendinizi kaptırıyorsunuz. Şınav çeker gibi zıplayan dansçıların koreografileri de etkileyici. Şarkıyı seslendiren Rybak ise çok şirin, Harry Potter tadında bir genç.

Tüm bu artılara Rybak’ın Belarus asıllı olmasını da eklersek yarışmada genelde birinciyi belirleyen Slav oylarının da Norveç’e gideceği aşikâr.

Gay lobisini de unutmayalım! Onlar da oylarını erkek güzeli Rybak’a verecektir.

Yazının Devamını Oku

Hiddink, magazin basını, vs...

2 Mayıs 2009
Şu sıralar dünya futbol basınında başarısı en çok konuşulan isimlerden biri Guss Hiddink...

Çalıştırdığı Chelsea, evrenin en iyi takımı Barcelona ile deplasmanda berabere kaldı. Chelsea, patronları Roman Abramovich'in rüyalarını süsleyen Şampiyonlar Ligi kupasına emin adımlarla ilerliyor...

Yok, tahmin ettiğiniz gibi Hiddink'in başarısını 'kıymetini bilemediğimiz teknik direktörler' edebiyatına bağlamayacağım. Konumuz, Hiddink vesilesiyle Türk magazin basınının futbolumuza indirdiği büyük darbe. Yazı buram buram magazin nostaljisi olacak ama şu yayınladığımız fotoğraflar şimdi İngiliz basınının elinde olsa, bayağı eğlenceli haberler yaparlardı.

Efendim, Hiddink gibi bir futbol dehasının Fenerbahçe'den kovulması ve Türk futbolunun 10 yıl geriye gitmesinin sebebi, 6-1'lik Aydın yenilgisi ve Hafta Sonu'nun 14 Eylül 1990 tarihli manşetiydi...

Haber, eşini Hollanda'da bırakan Hiddink'in İstanbul gecelerine akıp dansöz Yağmur'un evinden çıkarken yakalanmasıyla ilgiliydi.

Yazının Devamını Oku

Ya sev ya terk et

1 Mayıs 2009
“Milk” filminde Sean Penn’in canlandırdığı Harvey Milk söylüyor bunu...

Kimdir Harvey Milk? ABD’de eşcinselliğini saklamadan devlet kadrosunda üst düzey yöneticiliğe seçilen ilk kişidir.
Peki, bizde de milliyetçilerin sahip çıktığı, orijinali ‘love it or leave it” olan bu sloganı niye telafuz ediyor Harvey Milk?
70’li yıllarda ABD’de ‘eşcinsel avı’ başlatılıyor, farklı cinsel eğilimi olan öğretmenlerin, öğrencilere ‘gay olmayı’ öğretir korkusuyla okullardan uzaklaştırılması için referandum yapılıyor vs... Ve Milk de 10 binlerce kişinin karşısında kürsüye çıkıyor “İnsan Hakları Bildirgesi’nde her insan eşittir yazar. Siz ne kadar uğraşsanız da bu sözü çıkaramazsınız. Burası Amerika... Ya sev ya terk et” diyor ve yasa kabul edilmiyor.
Demek ki, neymiş bazı şeyleri değiştirmek için rakiplerinizden daha cesur olmak zorundasınız.
Dönelim bizim sulara... Kabul edin veya etmeyin medyada eşcinsel kimliğiyle en çok ön plana çıkan kişi Cemil İpekçi’dir.
Peki o ne diyor her fırsatta? İktidar partisini çok sevdiğini, kadın olsaydı türban takmak istediğini vs...
İpekçi, bir röportajında “Doğu’da baskı gören gay’ler için bir şey yapmayı düşünüyor musunuz?” sorusuna da “Hayır düşünmüyorum. Çünkü ben insanlar için bir şey yapmayı düşünüyorum” yanıtı vermiş.

Yazının Devamını Oku

Sadece biri kazanacak

25 Nisan 2009
İlkokul üç ya da dördüncü sınıftı... Müzik dersinde hocamız sözlüde 23 Nisan şarkılarını söyleyenleri üç üzerinden, popüler şarkıları tercih edenleri ise beş üzerinden değerlendireceğini söylemişti.

Ben de her hırslı çocuk gibi popüler bir şarkıya çalıştım. O zamanlar Ajda Pekkan’ın “Aman Petrol” şarkısı meşhurdu, annemle bir hafta bu şarkıya çalıştık.

Annem herhalde moralim bozulmasın diye beni uyarmamıştı. Keşke gerçekleri söyleseydi. Bugün hâlâ sınıfta yükselen kahkahalar kulağımda çınlar, Deve Ahmet’in beni her gördüğünde “Aman petrol” deyip sırıtışı gözümde canlanır. Gerçekten de berbat bir performans sergilemiştim. Sesim kötü ötesiydi, hızlı konuştuğum için de şarkının sözleri anlaşılmıyordu. Çocukluk işte bu durum bana acayip koymuştu. Bir daha da hiç şarkı söylemedim desem, yeridir.

Her neyse bu fazlasıyla uzattığım çocukluk anısını “Bir şarkısın Sen” yarışmasına bağlamak istiyorum.

Evet, bu yarışmadaki çocuklar müzik konusunda benim gibi yeteneksizlik abidesi değiller, hepsi de çok iyi söylüyor ama içlerinden sadece birisi yarışmayı kazanacak.

Yazının Devamını Oku

Gazi Mahallesi, Tanrı Kent olmuş

24 Nisan 2009
Dün akşam “Başka Semtin Çocukları” filmini izledim. Ne yalan söyleyeyim pek de istekli girmedim salona. Çünkü filmden “Alevi-Sünni çatışmasına sıkışmış bir aşk öyküsü ve varoş gençliğinin sorunları” diye bahsediliyordu. Yani bildik konulardı. Filmin afişi son dönemin en kötü çalışmalarından biriydi. Yönetmen Aydın Bulut’u da daha çok TV dizilerinden tanıyordum.

Her neyse istemeye istemeye salona girdim ve çıkarken de kendime çok kızdım.

“Başka Semtin Çocukları” bu yıl izlediğim en sağlam yerli filmlerden biri çıktı çünkü. Aydın Bulut, birbirine kavuşamayan Alevi-Sünni sevgililerin öyküsünü çıkış noktası almış ama ortaya unuttuğumuz birçok sorunu bize hatırlatan bambaşka bir film çıkarmış.

Filmde öykünün geçtiği Gazi Mahallesi hepimiz malum olaylarından hatırlıyoruz. Bulut, öyle bir Gazi Mahallesi portresi çizmiş ki, izlerken Fernando Meirelles’in unutulmaz eseri “Tanrı Kent” aklıma geldi. Evet, abartılı bir benzetme oldu, farkındayım ama varoş da her yerde varoş. Sorunlar hep aynı. 

Filmde birçok yan öykü var. Bu öykülerde Güneydoğu’da savaşmış askerlerin yaşadığı psikolojik çöküntü de anlatılıyor, 70’li yılların devrimcilerinin pavyon işletmecisine dönüşmesi de.

Filmin finalinde ise büyük bir sürpriz sizleri bekliyor. Bu sürprizle yapıt daha da anlam kazanmış, tahmin etmeniz çok zor. Oyunculuklar da çok iyi. Volga Sorgu ve Bülent ınal harikaydı ama asıl dikkatimi çeken Gürdal karakterini canlandıran Ertan Saban oldu. Türk Sineması yeni bir psikopat kazandı hayırlı olsun!

“Başka Semtin Çocukları”, ıstanbul Film Festivali’nde Radikal Gazetesi Halk Ödülü de kazandı. Bence bu ödüllerin arkası gelir. Bu filmi mutlaka izleyin derim!

Magazin haberine Pulitzer ödülü

Pulitzer’i çoğunuz biliyorsunuz. En prestijli gazetecilik ödülüdür. Yani gazeteciliğin Nobel’i kabul edilir. Geçtiğimiz pazartesi bu ödülün yeni sahipleri açıklandı... New York Valisi Spitzer ve eski Detroit Belediye Başkanı Kilpatrick’in istifasıyla sonuçlanan iki haberin Pulitzer ödülü alması, “Yolsuzlukları sıkı bir biçimde takip eden eski tarz gazeteciliğin” zaferi olarak değerlendiriliyor. Bence bu zaferde magazin gazeteciliğinin de payı var. Çünkü iki haberden birinde yasak aşk ilişkisi diğerinde de seks skandalı başrolü oynuyor.

Spitzer’in, yüksek fiyatlarla hayat kadınları pazarlayan bir fuhuş çetesinin müşterisi olduğunu ortaya çıkaran haber, ‘flaş haber’ dalında ödül aldı. Hadi bu yolsuzluk haberi kulvarına giriyor, peki ya Kilpatrick’in haberine ne demeli.

Kilpatrick’in geçen yıl, 2002 ile 2003’de evli yardımcısı Christine Beatty ile ilişki yaşadığı öğrenilmişti. Başkan yalan ifade vererek adaleti yanılttığı için 99 gün hapis yatmıştı. Yasak aşk, aldatma vs. magazin basının alanına giriyor.

Peki bizde durum nedir?

Bizde dağıtılan gazetecilik ödüllerinde bırakın ödül vermeyi magazin gazeteciliği ödüle layık bir alan olarak bile görülmüyor.

Attila Olgaç’ın “10 Rum esiri öldürdüğünü” açıkladığı “Orada Neler Oluyor” programına ödül veren çıktı mı çok merak ediyorum. Eğer Attila Olgaç’tan o açıklamayı yabancı bir muhabir alsaydı kesin bir ödül kazanırdı. Hatta bu ödül Pulitzer bile olabilirdi. Daha ne olsun? Olgaç’ın açıklamasıyla Kıbrıs Savaşı’ndaki kayıp insanlar tekrar gündeme geldi. Savcı, Olgaç’ın ifadesini Cenevre Savaş Suçları Mahkemesi’ne gönderdi.

Kim ne dedi

“Carlos bitmiş, sahada kavga oluyor, hiç oralı değil.”
(Sergen Yalçın, Roberto Carlos’un Galatasaray maçında kavgaya karışmamasını yorumlarken...)

“Sen kimsin lan!”
(Oktay Kaynarca, Adanalı dizisinin çekimleri için Boğaziçi Üniversitesi’ne giden yolun yaklaşık bir saat kapatılmasına isyan eden bir öğrenciyi azarlarken...) 

“Jose, bir o... çocuğudur ama büyük teknik adamdır.”
(Jose Mourinho’yu eleştiren eski talebelerinden birisi söyledi bu sözü. Kim olduğunu ise sadece Mourinho’nun menajeri Pini Zahavi biliyor...)
Yazının Devamını Oku

Duman, İhlas Suresi’nden alıntı yaptı

21 Nisan 2009
Duman grubu, dört yıl aradan sonra İrlanda’da kaydettikleri 20 şarkıyı yarıya bölüp iki albümle (Duman 1 ve Duman 2) birden dönüş yaptı... Şarkıları daha tam dinlemedim ama albümlerin genel havası şu: Eskisi kadar depresif ve kasvetli değiller. Blues hava sanki şimdi daha fazla ön plana çıkmış gibi.
Yerim dar, sadede geleyim. Albümlerde benim en çok dikkatimi çeken siyasi mesaj dolu iki şarkı oldu.
Duman eskiden siyasi mesaj vermezdi ama biz yine de onların haleti ruhiyelerinden sağlam arkadaşlar olduklarını bilirdik. Mahalle baskısından, memleketin tek partili rejime doğru gidişatından ve tüm bu olup bitenlere karşı olan duyarsızlıktan onların da canı sıkılmış olacak ki, epeyce tartışma yaratacak iki parça hazırlamışlar.
Özellikle de Duman 1’de yer alan Rezil...
Sözler şöyle: “Ortada bir yanlış var, yanlış yapan yanar, arkasında sandık var, değmesin akıncılar... Geri kaç, geri kaç, oğlancık, senin de başın yanar, ortada bir yanlış var, memleket uyurgezer... Ortada bir dergâh var, devrilir başın yarar, arkasında tezgah var, lem yelid ve löp yutar...”
Gelelim Duman 2’deki “İyi de bana ne” şarkısına... “Altınlarınızı çaldılar, topraklarınızı verdiler, tarihi baştan yazdılar, iyi de bana ne... İnsanlığımızı ezdiler, aydınlığınızı kestiler, ülkeyi çoktan sattılar, iyi de sana ne... Yepyeni bir insanımız var, düşünmeden ah, kardeşini boğazlar, laf aramızda, aslında tek bir sorun var, günah değilmiş memlekete olanlar...”
Fazla söze gerek yok. Duman çok sağlam bir dönüş yaptı. Ben en çok “Lem yelid ve löp yutar...” sözlerine ne denecek onu merak ediyorum!
Bu arada “Lem yelid”in İhlas Suresi’nde geçtiğini de söyleyeyim.

Galatasaray’daki hain kim

Evet, ağır bir başlık ama kaynak sağlam! Galatasaraylılar boşuna Lincoln’ün ipini çekmeyin, asıl suçlu bu yazıda gizli: “Galatasaray’ın medyaya ve taraftara kapalı antrenmanında Lincoln’ün koşmadığını, Bülent Korkmaz’ın koş dediğini, hangi futbolcu ‘özel haber’ yaptırdıysa, devamında Lincoln’ü bitirme operasyonuna katılıp deplasmandaki Hamburg ve Trabzon maçlarının kaderini çizip takımını kaosa sürüklediyse; o futbolcu bu gecenin de kaderini (Galatasaray’ın Hamburg’a elendiği maç) saha dışında ve içinde çizmiştir. Açgözlülük, kıskançlık, oburluk... Yedi ölümcül günahtan sadece üçü. Bir adamın ihtirası Galatasaray’ı bitirdi...”
Bunu eğer Galatasaray dergisine yıllarca emeği geçen, sarı kırmızılı camiayı avucunun içi gibi bilen ve şu anda Türkiye’nin en iyi futbol blog’unu hazırlayan Bülent Timurlenk yazmasaydı, bu sütuna taşımazdım. “Bülent, yazdıysa doğrudur” diyorum ama etik mi davrandı derseniz, o ayrı bir tartışma konusu...

Kadınlar seksten sonraki sabah ne ister?

“Haftada bir kez seks yaparım” diyen Türk erkeklerin oranı yüzde 51, her gün yaparım diyenler ise yüzde 4... Peki, kadınlar en çok hangi yolla cezbedilmek istiyor? Sakin sakin boyundan öpülmek... (22 bin kadının katıldığı ankette yüzde 51 oyla çıkmış bu sonuç.)
Bir soru daha: Kadınlar seksten sonraki sabah ne istiyor? Sakın kahvaltı hazırlamayın. Kadınların yüzde 45’i “Bir daha seks” diyor. Bitmedi... Kim daha temiz? Colorado Üniversitesi’ndeki bilim insanları, kadınların teninde erkeklerden daha fazla türde bakteri olduğunu bulmuşlar.
Kadın cildi daha az asidikmiş. Olası suçlular ise hormonlar ve kozmetik ürünlermiş... Merak etmeyin, bu istatistiklerin kaynakları da sağlam: Men’s Health ve Men’s Woman dergileri...

Ergün’ün Galatasaray maçını izlememesi

“Bugün (önceki gece yani) Ankara’daki Bilkent Rollhouse’da şahit olduğum olay... Ergün Penbe’nin Galatasaray’ın UEFA Kupası Çeyrek Finali’ne çıkma maçını izlemeyi bırakıp yanındaki iki sarışınla bowling oynamaya başlaması bana pek bir garip geldi. Tamam, ben de bowling oynamayı tercih ettim ama ben Fenerbahçeliyim, onu da geçtim ben Galatasaray UEFA Kupası’nı aldığında kadroda değildim...” Efendim Hacettepe’nin antrenörü Ergün Penbe’yle ilgili bu istihbarat haberi, Ekşisözlük muhabiri Sawbinjip’e ait. Keşke fotoğrafını da çekseydi! Ergün’e de jübile yapılmamıştı değil mi?
Yazının Devamını Oku

Şahan, Erol Evgin’den nasıl az vergi verir

18 Nisan 2009
Geçtiğimiz günlerde vergi rekortmeni sanatçıların listesi açıklandı.

Yine hepsinin gülen, gururlu fotoğrafları basında yer aldı. Kimseyi töhmet altında bırakmak istemem ama açıklanan rakamlarla basına yansıyan “Filmi gişe rekorlarını altüst etti”, “Milyon dolarlık reklam anlaşması imzaladı”, “Yeni bir otel daha açtı”, “Her gece ekstraya çıkıyor” gibi haberler arasında tezat olduğunu düşünüyorum.

Tamam, çoğunun şirketleri var ve o şirketler üzerinden de vergi ödüyorlar ama yılın 365 günü her gece bir yerlerde konser veren, onlarca şirket sahibi ıbrahim Tatlıses’in sadece 695.212 TL gelir vergisi vermesini aklım almıyor. Tatlıses ile Engin Günaydın arasında sadece 57 bin TL fark var.

Daha ilginç bir örnek vereyim: GSM operatörleriyle büyük reklam anlaşmaları yapan, ilk filmi “Recep ıvedik” 30.172.270 TL hasılat elde eden şahan Gökbakar, nasıl 336 bin TL gelir vergisi öder. şahan, bırakın listeye girmeyi 359 bin TL vergi ödeyen  Erol Evgin’in bile gerisinde kalmış. 

Şöyle kabaca bir hesap yapıyorum: “Recep ıvedik” filmini 30 milyon TL’sini ikiye bölüyorum. Çünkü yarısı dağıtımcıya, sinema salonlarına gidiyor. Geriye kalıyor 15 milyon TL. Hadi filmin maliyeti ve promosyon için 2 milyon dolar gitse. Geriye 13 milyon TL kalıyor. DVD, TV gelirlerine hiç girmiyorum. Galiba Faruk Aksoy, şahan’ın karın tokluğuna çalıştırıyor!

Yazının Devamını Oku

Bizim köyün ciğerli insanları

17 Nisan 2009
Biz Türkler, “Hoşgörülü, konuksever insanlarız” deriz hep...

O kadar çok deriz ki, turistlere en çok tecavüz edilen ülkelerden biri olduğumuzu, Hrant Dink’in Ermeni olduğu için vurulduğunu, Malatya’da ıncil bastıkları için insanların boğazlandığını unuturuz...

Yani tek tek ele aldığımızda hoşgörü anlayışımızı çürütecek vukuat çoktur bu ülkede. Ama bu topraklar genelleme yapanları da her zaman yanıltır. Ben buna benzer bir yanılgıyı en son “Deli Deli Olma” filmini izlerken yaşadım. Filmin baş kahramanı küçük kız çocuğu Alma, konservatuvar sınavında “Sizin köyün neyi meşhurdur” diye sorulunca “Ciğerli insanlarıyla meşhurdur” diyordu... Alma’nın yaşadığı yer, Kars’ın Eşmeyazı köyü... 93 Harbi sonrasında Çar’ın Rusya’da yaşamasını istemediği Ortodoks Malakan kavminin bir kısmının sürgüne yollandığı yer.

Bu köyün insanları Alma’nın dediği ya da filmde anlatıldığı kadar varmış... Bir Ortodoks’u mezhebine uygun şekilde gömmeyi bilecek kadar ciğerli, hoşgörülüymüşler. Benim filmden çıkardığım kısadan hisse bu. Bu memleketin her şeye rağmen kültür mozaiği olduğu klişesine inanarak, umut dolu çıktım salondan...

Filmin hüzünlü afişine aldanmayın! Mizah anlayışı “Vizontele”yi andırıyor ama ondan daha komik. Hüznü başa bela, etkisinden kurtulmanız uzun sürüyor. Oyunculuklar ise daha şimdiden ödüllere ambargo koymaya aday. “Deli Deli Olma”, anlatması bu sütuna sığmayacak kadar güzelliklerle dolu bir film. Biliyorum, yazdıklarım kulağa abartılı geliyor ama eğer izlerseniz siz de bana hak vereceksiniz.

Yazının Devamını Oku