Mesela...
Şanlıurfa’da bir okulda temizlik elemanı olarak sigortalı çalışırken işten çıkarılır. Yerine daha az yevmiyeyle çalışan bir Suriyeli alınır.
O da mecburen çoluğu çocuğu, bohçası, yatağıyla bir sabahın köründe köyünden ayrılır, kendisine benzeyen onlarca insanla açık kasa kamyonette, balık istifi, ülkeyi bir uçtan bir uca teper. Mayısta Yozgat’ta şeker çapası yapar. Oradan Malatya’ya geçip kayısı, ardından Fatsa’da fındık, en son Harran’da pamuk topladıktan sonra ekimde eve döner. Eve dönünce iş bulamaz. Olur da iş bulursa “Suriyeliler 10 liraya çalışıyor, gel sana 15 lira vereyim” derler. Kurtarmaz. Fabrikada asgari ücret verirler. O parayla kira mı versin, elektriği, suyu mu ödesin? Çaresiz, atlar büyük şehre karton toplamaya, çöp toplamaya gider.
Mayısta yine tarlaya yollanır. Yılın 6 ayı tarlada 10 saat çalışan bu tarım işçisinin gittiği yerlerde aldığı günlük para 48 liradır. Bunun 5 lirası dayıbaşına gider. Kaldı mı size 43 lira...
*
Hem tarım işçisi hem de kadın olunca hayat daha da zorlaşıyor.
Çam ağaçlarından yere düşen kozalaklardan fıstıkları ayıklar, mandalinaları dalından koparır yerdik. Şimdi uzak bir hayal gibi görünen, tabiatın ortasında koşuşan çocuklardık biz; bizim gerçekliğimiz buydu.
Kentlere göç arttıkça ya da kentlerin etrafı imara açıldıkça bu tarz bir hayat imkansız hale geliyor.
Öyle olunca da, çocuklar doğadan bihaber büyüyor.
Ağaç türlerini, çiçek isimlerini ya hiç bilmiyor ya da kitaplardan öğreniyorlar. Bir ağacın gövdesine sarılmadan, yağmurun ertesinde toprağın kokusunu içine çekmeden çocukluk geçiyor.
Dört duvar arasında, doğadan uzak yaşayan çocukların dikkat bozukluğu, hiperaktivite, obezite gibi sorunlar yaşaması bir yana, doğayı öğrenmeleri, anlamaları ve ona değer vermeleri zorlaşıyor.
Böyle bir kuşak tam da ‘yoğun bakıma alınması gereken’ dünyayı nasıl koruyacak?
Bunu sağlamanın yolu çocuklara çevre eğitimi vermekten geçiyor.
Oysa insan trafiksiz bir kentte de mutsuzluktan ölebilir. Sosyal kalkınmayı sağlayamadıktan sonra istediğiniz kadar yol, köprü, metro yapın nafile.
Sosyal ve kültürel gerilimin kol gezdiği bir kentte ‘büyüme’nin lafı edilebilir mi?
*
Kentlerde sorunları sadece parayla çözemeyiz.
Kentleri yaşanılır kılabilmek için kültür politikalarına ihtiyacımız var.
Monolog otoriteyle özdeşleşirken, diyalog işbirliği hevesidir. Birbirinin sesini duyma isteğidir. Ortak iyiye ancak diyalogla ulaşılabilir. Başbakan Davutoğlu’nun Cerattepe’de yapılması planlanan madeni konuşmak üzere Artvin heyetiyle bir araya gelmesi memnuniyet verici. İletişimin süreceğini söylemesi daha da iyi.
*
Başbakan bu haftaki toplantıdan sonra yaptığı açıklamada bazı sözler verdi. Madende kapalı galeri sistemiyle çalışılacağı, teleferik kurulacağı, alanın sonradan ağaçlandırılacağı gibi.
Birileri Başbakan’a bunlar yapıldığı takdirde Artvin’e hiç zarar verilmeyeceğini söylemiş olmalı. Maalesef gerçek bu değil.
*
Bu haberin öncesinde, İtalya merkezli, iyi, temiz ve adil gıda felsefesiyle hareket eden Slow Food Organizasyonu’nun Genel Sekreteri Paolo Di Croce ile buluştum. Di Croce, ziyaret ettiği bostanlara dair “Korumamak delilik olur” dedi ve ekledi: “Gezegenin geleceği için kentsel tarım çok önemli. Kentlerde nüfus artarken insanları sürekli nasıl doyuracağız? Pek çok kentte gökdelenlerin tepesine bahçeler yapılıyor. Sizin böyle muhteşem bir yeriniz var. Yok etmemeli, bilakis, kentsel tarım alanları çoğaltılmalı.”
Di Croce Yedikule Bostanları’nın turistler için de çekim merkezi haline getirilebileceğini söylerken bir de uyarıda bulundu: “Türkiye gelişmiş ülkelerin hatalarından ders çıkarmalı. Konut yapmak, ABD’deki krizin nedenlerindendi. Sadece parayı düşünüyorsanız bile bostanları korumalısınız. Tarihselliği olan kaliteli ürün para demektir. İtalya’da böyle para kazanan ve ekonomiyi destekleyen çok çiftçi var. Yedikule marulu başka yerde yetişmiyor. Her yerde aynısı olan bir gökdelenden çok daha değerli. O maruldan da para kazanabilirsiniz. Ona yatırım yapın.”
Di Croce, Slow Food’un liderleriyle ve potansiyel destekçilerle buluşmak için İstanbul’daydı. Slow Food dünyanın 150 ülkesinde faaliyet gösteriyor; 2 bin yerel birliği var, bunların 20’si Türkiye’de.
Başarılı kampanyalara imza atıyorlar. En bilinenlerinden Slow Fish, geleneksel balıkçılığı ve sorumlu balık tüketimini teşvik ediyor.
Obama’sından Papua Yeni Gineli kabile reisine liderler bir araya gelip “Doğanın cılkını çıkardık. Ne halt edeceğiz?” diye yol arıyor.
Ekolojik kriz nedeniyle yaşadığı topraklardan göç etmek zorunda kalan insanlar hiç az değil.
1998’de kuraklık, sel, ormanların yok edilmesi ve toprakların verimsizleşmesi gibi çevresel nedenlerle göç edenlerin sayısı 25 milyona yükselerek savaşta göç etmek zorunda kalanların sayısını iki kez geride bıraktı.
Aynı yıl, ‘doğal felaketler’ nedeniyle yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalanlar mültecilerin yüzde 58’ini oluşturdu.
Annesi Zeliş’i 4 aylıkken bırakıp gidiyor. Babası da istemiyor onu, babaannesi bakıyor. Babası yeniden evleniyor, iki çocuğu daha oluyor ve Zeliş’i hepten unutuyor.
Annesine benzediği için daha beş yaşında aile fertleri tarafından dışlanmış bir çocuk Zeliş. “Babamı görmek istiyorum” dedikçe yüzüne tokat yiyen, odaya kapatılan bir çocuk.
Zeliş okula başladığında yanlışlarını düzelten ya da “Aferin” diyen biri yok. Babaannesi okuma-yazma bilmiyor.
Daha ilkokul 3’teyken, babaannesi “Kız çocuğuna yeter” diyerek okuldan alıyor Zeliş’i, Kuran kursuna gönderiyor.
Yemyeşil dağların arasında bir yerde yaşadığınızı hayal edin.
Canınız çektiğinde o dağlara tırmanma, ormanların içinde dolaşma, derelerden su içme lüksüne sahip olduğunuzu hayal edin.
Koca dünyada, korumada öncelikli 200 ekolojik bölgeden birinde yaşadığınızı hayal edin.
Burasının sadece sizlere değil, 60 ağaç ve çalı türüne, 100 bitki çeşidine ve 21 memeli hayvan türüne ev sahipliği yaptığını hayal edin.
Bir cennetle çevrili olduğunuzu hayal edin.
Ettiniz mi?