Nuran Çakmakçı hafta başında Hürriyet’te meseleyi tüm detaylarıyla yazdı. Özetleyecek olursak...
2014’te 100’den fazla imam hatip ve meslek lisesinin proje okul olacağı açıklandı. Ama sonra, bundan vazgeçilip yeni bir liste hazırlandı ve ‘proje okul’ ilan edilen ülkenin en yüksek puanla giriş yapılan okullarına sessiz sedasız çok düşük puanlı bazı öğrenciler yerleştirildi. 2015’te proje okullara bakan onayı ile müdür atanmaya başlandı. Çok sıkı elemelerden geçerek bu okullarda çalışmaya başlamış birçok öğretmen görevden alındı, yeni öğretmenler kuralsızca atandı.
Geçtiğimiz yaz başında liselerde tanık olduğumuz öğrenci protestoları bunun neticesiydi. İstanbul Erkek Lisesi öğrencileri diploma töreninde müdüre sırtlarını dönmüşler ve pek çok lisenin öğrencileri bildiri yayımlamışlardı.
Sanatın kapalı kapılar ardında olduğu günlerde kamuya en açık yer galeriler ama buralarda düzenlenen 1-1.5 aylık sergilerde bir eseri göremediyseniz diyelim, bir daha görme şansınız zayıf. Eser satılmazsa sanatçıya geri gidiyor, satılırsa birisinin evine veya deposuna yollanıyor.
Müzayedelerde daha da fena... Eser dakikalar içinde satılıyor; bir daha görebilene aşk olsun. Bir de sanatçı atölyelerini ziyaret edip eserleri galeriye bile çıkmadan alan koleksiyonerler, yani hiç görmediğimiz eserler var.
Müze Evliyagil’in ilk sergisinin danışmanlığını üstlenen Deniz Artun tam da bu nedenle, Evliyagil’in topladığı eserlerin sergilendiği bir müze kurmasını çok saygıdeğer buluyor: “Müzede görülen her şey öyle depoda falan değil, Sarp’ın evinin ve işyerinin duvarlarındaydı. İstese bunları orada tutar, keyfince izlerdi. Ve kimse de ona ‘Neden bunları gün yüzüne çıkarmıyorsun?’ demezdi. Ama onun olanı paylaşmayı seçti.”
Özel bir koleksiyonu izlemeye açmanın eleştiriye de açmak olduğunu belirtiyor Artun. Örneğin, bir eseri alıp yatak odanıza astığınızda kimse “Niye o sanatçıdan bunu aldın? Niye başka bir şeyi değil de bunu seçtin? Niye bununla bunu yan yana getirdin?” demiyor. Ama bunları müzeye koyan biri, bu sorulara da kendini açmış oluyor. “Kendi keyfiniz, zevkiniz için yaptığınız bir alışveriş bir anda meşrulaştırmak zorunda kaldığınız bir seçkiye dönüşüyor. Bu da büyük cesaret” diyor Artun.
Evliyagil’in koleksiyonu 1950 yılından bugüne 82 sanatçının 200’den fazla resim, heykel, video art, fotoğraf ve baskı işlerinden oluşuyor.
Müzede şu anda koleksiyondan seçilen 75 parça ‘Anakara’ temalı sergi ile sanatseverlerle buluşuyor.
Sergi müzenin üç katına yayılıyor. Her katta üç ayrı kuşaktan sanatçıların eserleri yer alıyor. En alt katta Mübin Orhon, Nejad Devrim, Ferruh Başağa gibi eski kuşak sanatçıların işleri yer alıyor. Orta katta 50-70 yaşları arasındaki kuşağın, misal Canan Tolon, İnci Eviner ve Kemal Önsoy’un eserlerine rastlanıyor. En üst katta ise Mehtap Baydu, Necla Rüzgar, Erdal Duman gibi koleksiyonun en genç sanatçılarının eserleri yer buluyor.
Yüzde 10’unun ilk çocuğunu 18 yaşından önce kucağına aldığı bir ülke...
Kadınların yüzde 32’sinin okula devam etmesinin engellendiği bir ülke düşünün.
Genç kadınların yarısının çalışma hayatına katılmadığı, bir eğitim programına ya da mesleki kursa yazılmadığı bir ülke...
Cinsiyete Dayalı Gelişme Endeksi’nde 148 ülke arasında ancak 118’inci olabilen bir ülke düşünün.
OHAL’in ardından yayınlanan kararnameyle pek çok televizyon kanalı ve radyonun yanında bir çizgi film kanalı da kapatıldı: Zarok TV.
Bu kanal çocukların animasyonlarla beynini yıkayıp milli güvenliğe tehdit oluşturmuyordu, bölücü bir faaliyette bulunmuyordu, FETÖ’ye yardım etmiyordu. Kanalın kendi çizgi filmlerini yapacak bütçesi bile yoktu. Zarok TV’de Şirinler, Sünger Bob, Arı Maya gibi çizgi filmlerin Kürtçe dublajları yayınlanıyordu.
Kürt çocukları, akranlarının izlediği çizgi filmleri bu kanal sayesinde Kürtçenin Kurmanci, Zazaca veya Sorani lehçelerinden birini seçerek kendi dillerinde takip edebiliyordu.
Peki bunun darbeyle, terörle ne ilgisi vardı? Ya da var mıydı?
Ülkenin böylesine sancılı bir döneminde turizme kafayı takmak yersiz gibi görünse de, otelcisinden acentesine, ulaşım hizmetlerinden rehberlik hizmetlerine, servis elemanlarından esnafına ne kadar çok insanın olumsuz etkilendiğine bakınca, tam da turizmi konuşmanın sırası aslında.
Ülkenin batısında hâl böyleyken, doğusuna baktığımızda çok daha karanlık bir tabloyla karşılaşıyoruz.
Ülkenin doğusuna neredeyse hiç tur yok; oralarda turizm bitti. Tur şirketleri Mardin, Van ve Doğu Beyazıt’a artık turist götüremiyor, Mardin’de turizmle uğraşanlar çok zor durumda.
Eskiden Türkiye’nin doğusuna Ermeni mirası turları yapılır, Malatya, Elazığ, Harput civarında çok dolaşılırdı. Doğu’da hâlâ görülecek Ermeni köyleri var ama insanlar korkuyorlar şimdi oralara gitmeye.
Doğu Anadolu’da muazzam güzellikte yürüyüş rotaları da var. Giden bilir, bölgenin doğası ve havası da şahane.
Maalesef buralarda doğa turizmi de bitmiş vaziyette.
Anadolu’daki köylerde evlerin bahçesini lahitler süsler, buğday tarlalarından Roma dönemine ait mozaikler çıkar; üzerine leyleklerin çöktüğü, kenarından ineklerin su içtiği taş parçasına bakarsınız, Hititlerden kalma bir su anıtı olduğunu görürsünüz.
Ülkenin dört bir yanında toprağı sıksanız tarih fışkırıyor.
Ama biz hâlâ ‘her şey dahil’ turizmin peşindeyiz.
Deneyimli turist rehberi Mert Taner “Türkiye deniz-güneş-kum turizminden para kazanmıyor” diyor ve ekliyor
Mektupta Kızılderililer için doğanın ve hayvanların ne ifade ettiğini şöyle anlatır:
“Beyaz adamın kurduğu kentlerin gürültüsü bile Kızılderili’ye acı verir. Beyaz adamın şehirlerinde sakin yer yoktur. Bir çiçeğin taçyapraklarının baharda açarken çıkardığı tatlı sesler ya da böceklerin kanat vuruşları duyulmaz. İnsan bir kuşun yalnız ağlayışını veya su birikintisi etrafında tartışan kurbağaların seslerini dinleyemezse yaşamın ne anlamı ve değeri kalır?
Eğer toprağımızı alma teklifinizi kabul etmeye karar verirsek bir şart koşacağım. Beyaz adam bu toprağın hayvanlarına kardeşleri gibi davranacak.
Kimi serbest çalışmaya başladı, kimi kendi işini kurdu, girişimci oldu.
Bireysel çalışmanın soyutlanma nedenli bazı dezavantajları olsa da, ortak çalışma alanları bunları avantaja çevirebiliyor; bilgi alışverişini sağlayabilecek mekanlar işlevi görüyor. İnsanlar, farklı sektörlerden farklı insanlarla etkileşime geçebilecekleri bir ortama giriyorlar.
Birkaç yıldır Türkiye’de de yaygınlaşmaya başlayan ortak çalışma alanlarından biri Impact Hub.
Dünyanın 80’den fazla yerinde değişim ve etki yaratmak isteyen binlerce birey ve kurumu bir araya getiren Impact Hub’ın Türkiye’deki kurucu ortaklarından Ayşe Sabuncu, fiziksel mekanı amaca yönelik bir araç olarak kullandıklarından, amaçlarının farklı sektörlerden girişimcileri bir araya getirip topluma katkı sağlayacak projeler yaratılmasına önayak olmak olduğundan söz ediyor ve “Biz biraz kendimizi sosyal inovasyon platformu olarak öne çıkarıyoruz” diyor.
Impact Hub’da sosyal farkındalığı yüksek insanların bir araya gelmesini ve Türkiye’de olumlu yönde değişime katkıda bulunmasını istiyorlar.
Üyeleri arasında grafik tasarımcıdan tutun seks terapistine kadar pek çok farklı alandan insan var.
Her önlerine geleni almıyor, üye alımı konusunda seçici davranıyorlar.