Ama hâlâ böyleleri var.
Hafta başında İstanbul’da şahit olduğumuz yağış ve onun yıkıcı etkileri, iklim değişikliğinin uzak bir tarihte değil, şu anda bizi etkilediğinin kanıtı.
Aşırı yağışların, sellerin, sıcaklık dalgalarının, kuraklığın giderek daha sık görüldüğü ve bunlarla iklim değişikliği arasındaki bağlantı bilimsel bir gerçek.
1950’lerden beri artan meteorolojik afetlerde iklim değişikliğinin önemli etkisi olduğunu düşünen Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) son raporunda, “Kentlerde, iklim değişikliği ile ilişkili riskler artıyor ve bu risklerin insanlar, yerel ve ulusal ekonomiler ile ekosistemler üzerinde büyük olumsuz etkileri var” denildi.
“2013 Yılının Aşırı Hava Olayları” adlı raporda ise Türkiye’nin de bulunduğu Güney Avrupa bölgesindeki yoğun yağışların iklim değişikliği ile ilgili olduğunu gösteren bulgular yer aldı.
Bilimsel araştırmalar, iklim değişikliğinin Akdeniz bölgesinde yaz aylarında aşırı yağışların şiddeti ve boyutunda artışa neden olacağını gösteriyor.
Mağdur çocuklardan birinin annesi, kızını masaj salonuna götürdüğü gerekçesiyle M. isimli başka bir kız çocuğunu suçlamıştı. Bu suçlamadan yola çıkarak, sağlıklı bir soruşturma yürütülmeden, M. suçlu muamelesi gördü. Oysa o da cinsel istismar mağduruydu.
Polis ve savcı süreci gerektiği gibi yürütmediler. Çocukları fuhşa zorlayan masaj salonu sahipleri ellerini kollarını sallayarak dışarıda gezerken, 15 yaşındaki kız çocuğu M. insan ticaretinden yargılandı.
Masaj salonu işletmecisi B., sevgilisi olduğuna inandırdığı M.’ye istediğini yaptırabiliyordu. Onu başka çocukları fuhşa yönlendirmek için kullandığı gibi, aynı zamanda başkalarıyla fuhşa da zorluyordu. M. ise bunun normal bir sevgililik ilişkisi olmadığını idrak edemiyordu, istismar mağduru olduğunun farkında değildi. Çocuktu işte ve kandırılıyordu.
Bu detaya ne polis ne de savcı takıldı.
POLİS VE SAVCI ÇOCUK KORUMA KANUNU ÇİĞNEDİ
M., çocuk şubeye götürülmedi, Çocuk Koruma Kanunu’na açıkça aykırı şekilde Emniyet Genel Müdürlüğü’ne götürüldü; gözaltı süresi uzatıldı, iki gün emniyet koridorlarında fuhuştan gözaltına alınmış yetişkin kadınların arasında sabahlamak zorunda kaldı. Çocuk hem fiziksel hem de psikolojik olarak örselendi.
M.’nin çocuk şubede uzman eşliğinde ifadesi alınmalıydı. Bu yapılsaydı, belki daha en baştan kendini daha iyi ifade edebilecek, fuhşa zorlandığını anlatabilecekti. Nitelikli bir sosyal çalışma görevlisi eşliğinde, psikolojik destekle ifadesi alınmadığı için kendini güvende hissetmedi.
Eğer M.’ye doğru şekilde yaklaşılsaydı, ihtimal o ki daha şubeye götürüldüğü ilk anda korkmadan her şeyi olduğu gibi anlatacaktı. Ve bu sayede insan tüccarı olmadığı, insan ticaretinin mağduru olduğu anlaşılacaktı.
Bu kararlı mücadele bölgeyle sınırlı kalmadı, memleketin dört bir yanında bir sürü insanın kalbi Cerattepe için attı. Cerattepe benim de o hiç görmediğim, doğasına sahip çıkan insanlarının önünde saygıyla eğildiğim ‘uzaktaki köy’üm oldu. Kalpler kırık. Çünkü Danıştay, bölgenin madenciliğe açılması kararını onadı.
2009 ve 2015’te ‘Cerattepe’de madencilik yapılamaz’ kararını veren de Danıştay. Şaşırmalı mıyız? Nihayetinde, ülke tarihi boyunca adaletin en çok sorgulandığı dönemde çıktı bu karar. Çeyrek asırdır yerel halkı haklı bulan mahkemeler varken, bugün hiç de hukukla bağdaşmaz bir şekilde “Yap gitsin” deniverdi.
Yeşil Artvin Derneği dedi ki: “Şirketler lehine delik deşik edilen Maden Kanunu ve ÇED Yönetmeliği, sürekli değiştirilen hâkimler, şirketin istediği şekilde karar verilene kadar tekrar edilen keşifler ile bilirkişi raporları ve Artvin il genelinde OHAL’e ek olarak uygulanan adeta sıkıyönetim yasakları ile bu ‘kararın’ geleceği belliydi.”
ENDEMİK BİTKİLER TAŞINABİLİRMİŞ!
TEMA Vakfı, bu alana dair ne var ne yok, kâğıda dökmüş. Hatırlamama yardımcı oldu.
Daha 2012’de mahkeme, bu proje hayata geçirilirse Artvin’in yaşam alanı olmaktan çıkacağını belirterek bakanlığın ‘ÇED Olumlu’ kararının yürütmesini durdurmuştu.
Bir daha yazayım, iyice kafalara kazınsın: ARTVİN YAŞAM ALANI OLMAKTAN ÇIKACAK.
2012’den bugüne bu gerçek değişmedi. Ama madeni kitabına uydurmak için ne gerekiyorsa yapıldı.
Gediz Deltası’nda uyum içinde yaşayan farklı yaşam birliklerini sayıyor:
“Denizbörülcelerinin arasında cılıbıtlar, tuzcul çayırlarda kocagözler, ılgın çalılarında saksağanlar, sazlıklarda ördekler, kındıralarda düdükçünler ve makide ötleğenler.”
Gediz Deltası’nın dünyanın en önemli sulak alanlarından biri olarak kabul görmesinde en büyük etkenin deniz ve kara arasında uzanan, kuşların evi çamur adacıkları olduğundan söz ediyor Eken:“Körfez vapurundan ekmek attığınız martılardan, İnciraltı İskelesi’ne tünemiş karabataklara kadar neredeyse tüm kuşlar, akşam olunca deltadaki adalarda buluşuyor.
Günbatımında binlerce kuşun sözleşmiş gibi Gediz Deltası’ndaki adalara doğru uçuşu, belki de doğada görebileceğimiz en muazzam şölenlerden biri.”
Kuşlar yumurtalarını bu adalara bırakıyor, yavrularını bu adalarda yetiştiriyor.
Ama bu olumsuz örnekleri topluma mal etmek haksızlık olur. Zira, mendil satan Suriyeli çocuk esnaftan şiddet gördüğünde avaz avaz bağıran yine bu toplumun insanlarıydı.
Ama işte program hata verip duruyordu, önemsenmedi. Ve toplumun bir kesimini besleyen Suriyeli nefreti büyüdü, büyüdü, en son Suriyeli bir kadının çocuklarıyla birlikte katledilmesine kadar gitti.
Türkiye toplumu, dini referanslı ‘ensar-muhacir’ yaklaşımıyla bu işi 5 yıl yönetti. Ama son olaylardan anlaşılıyor ki ‘Müslüman kardeşlerimiz, misafirimiz, onlara kol kanat gerelim’ tavrı sürdürülebilir değil.
YEVMİYELERİ AŞAĞI ÇEKİYORLAR DİYE...
Toplumsal çatışmanın tırmanacağına dair sinyaller uzun zamandır alınıyordu.
En ucuz işgücü olarak toprak sahipleri ve patronlar tarafından sömürülen Suriyeli sığınmacılar, yevmiyeleri aşağı çektikleri gerekçesiyle yerli işçilerin nefret objesine dönüştü.
Ayda 400 TL’ye ailesini geçindirmeye çalışan bir Suriyeli sığınmacı belli ki sadece hayatta kalmaya gayret ediyordu. Ama kıyamet de hayatta kalmaya gayret eden bir başkası işsiz aşsız kaldığında kopuyordu.
Suriyelilerin resme girmesiyle beraber emek arzındaki artış, yevmiyelerin yükselmemesi ve aile başına düşen iş miktarının azalması emek sömürüsünü derinleştirdi. Diğer yandan, yerli işçilerle Suriyeli sığınmacılar arasında bir sınıf içi çatışma yarattı. Şu sıralar şahit olduğumuz olaylar veya cinayetler bu çatışmanın giderek tırmandığını gösteriyor.
Hele konu çocuklarsa.
*
Ertan Karabıyık (50) ve oğlu Ada (17) bu yaz başında bisikletle Hollanda turuna çıktı.
“Türkiye’de yapılamaz mı?” diye düşünüyorsanız eğer, hemen ülkemizin bisikletle ilişkisini hatırlatayım: Bisiklet yolu olarak ayrılan yerlere araçlar park eder; yollardaki yağmur ızgaraları bisikletler için uygun değildir, yollar çukurlarla doludur; araç kullananlar ise bisikletlilere karşı hoyrattır.
*
Karabıyık oğluyla deniz-kum tatili yapmak yerine neden Hollanda’da ter atma zahmetine girdi diye merak ediyorsanız, cevabı şöyle:
“Bisikletle gezerek bir ülkeyi tanımak, uygun bir bütçe ile yaz tatilini geçirmek, oğluma meslek seçiminde yol göstermek, insan haklarına saygının en yüksek değer olduğu bir ülkeyi tanıtmak, ona bir vizyon sağlamak, bisikletle seyahat etmenin riskli olmadığı, insanların güler yüzlü ve destekçi olduğu bir ülkede 13 gün boyunca pedal çevirmek için.”
Türkiye’nin bu cennet köşesinin ortasında ise dev bir kirlilik kaynağı olan Yatağan Termik Santralı.
Bu santral 1985’te üç ünitesiyle enerji üretimine başladı. Ardından, yerel gruplar ile avukatlar insan sağlığı ve çevreye olumsuz etkileri nedeniyle santralın kapatılması için ilgili bakanlıklara, TEAŞ’a ve Muğla Valiliği’ne başvurdu. Ama geri dönüş bile olmadı. Davalar açıldı; 1996’da bilirkişiler santralın üretimini durdurma kararı verdi. Ama mahkemeler kapatma talebini reddedince konu AİHM’ye taşındı ve 2005’te AİHM başvurucuları haklı buldu, Türkiye’ye ceza kesti. Hatta bu ceza üzerine dönemin çevre bakanı Osman Pepe, “Yatağan’da insan sağlığı açısından sınır değerleri aşılırsa santralı tamamen kapamamız gerekecek” açıklamasında bulundu.
Yatağan o dönem kapatılmadı. Üstüne, 2014’te santrala kömür sağlayan madenle birlikte özelleştirildi.
*
Bir termik santralın ömrü en fazla 35 yıl. Ama Yatağan, özelleştirilince ömrü uzadı. Kamyonlar vızır vızır santrala kömür taşıyor.
Halihazırda Türkiye’nin en eski, verimsiz santrallarından olan ve emekliye ayrılması gereken Yatağan, alandan çıkan kalitesiz linyit kömürü adeta ‘içtiği’ için, ona kömür tedarik eden linyit sahası da giderek genişlemek zorunda kalıyor. Bu verimsiz santralda bir ‘ver yansın’ durumu var.
*
Kömür sahası 2012’de genişletildiğinde, altından kömür yatağı çıkan, sınırlarında 10 tane 800 yaşında zeytin ağacı olan, 4500 yıllık tarihi geçmişe sahip
Doğal beslenmeye gayret ediyor ve tüketeceğim ürünleri araştırıp tanımaya çalışıyorum.
Yaz gelmişken soralım...
İçtiğiniz soğuk biranın ne koşullarda üretildiğini biliyor musunuz mesela?
Ben bilmiyordum. Bilgilendikçe gördüm ki, tazesi de var, o kadar taze olmayanı da.
Endüstriyel gıda üretiminde enzimler her geçen gün daha fazla kullanılıyor. Ve üretim süreçlerinde dışarıdan enzim katanlar yok değil. Uzmanlar, gıda endüstrisinde kullanılan enzimlerin sağlık açısından zararlı olduğuna ilişkin bilimsel bulgu olmadığını söyleseler de, sonuçta ortaya çıkan ürün tüketiciye vaat edildiği kadar doğal olmayabiliyor.
Peki kimileri bunu niye yapıyor?