Doğal beslenmeye gayret ediyor ve tüketeceğim ürünleri araştırıp tanımaya çalışıyorum.
Yaz gelmişken soralım...
İçtiğiniz soğuk biranın ne koşullarda üretildiğini biliyor musunuz mesela?
Ben bilmiyordum. Bilgilendikçe gördüm ki, tazesi de var, o kadar taze olmayanı da.
Endüstriyel gıda üretiminde enzimler her geçen gün daha fazla kullanılıyor. Ve üretim süreçlerinde dışarıdan enzim katanlar yok değil. Uzmanlar, gıda endüstrisinde kullanılan enzimlerin sağlık açısından zararlı olduğuna ilişkin bilimsel bulgu olmadığını söyleseler de, sonuçta ortaya çıkan ürün tüketiciye vaat edildiği kadar doğal olmayabiliyor.
Peki kimileri bunu niye yapıyor?
Acun Ilıcalı başarılı sayılıyor çünkü bir televizyon spikeriyken televizyon sahibi oldu. Ve ondan olağanüstü bir başarı hikayesi gibi söz ediliyor. Çok iyi kalpli biri falan olabilir ama ben ürettiklerinde fayda göremiyorum. Küçümsemiyorum ama çok abartıldığını düşünüyorum.
Çünkü bana göre esas başarı topluma, insanlığa fayda sağlamaktır. Bu sadece istihdam sağlamak ve vergi vermekle olmaz.
Bir köyde yoksulluğa doğup Nobelli bir bilim insanı oluyorsanız bu büyük başarıdır. Acun’unki böyle bir şey değil.
Tam da bu yüzden, Şeyma Subaşı’nın neden beklentileri karşılayamadığını anlayamıyorum. Ilıcalı’da olup da Subaşı’da olmayan nedir?
Acun’unki kadar olmasa bile, Subaşı da 1.5 milyonluk takipçisiyle sistemin araçlarını kullanarak -en amiyane para kazanma şekli olan, Instagram’da ürün tanıtarak- fena olmayan bir kazanç elde edebilir. Hem de hiç yorulmadan, beyninin kıvrımlarını zorlamadan.
Eleştirilecekse ikisi birden eleştirilmelidir.
İlk gördüğüm kadına neden yürüdüğünü soruyorum. Pınar Ayhan “Sanat için” diyor, “Kaybettiklerimizi bir de yürüyerek hatırlıyoruz. Eşlerimiz çocuklara bakıyor, onların yerine de yürüyoruz.”
Enternasyonal’i söyleyen grubun yanından geçerek arkalara doğru ilerliyorum. Yola bakan balkonlarda insanlar fotoğraf çekiyor. Karşıdaki taksi durağında şoförler el sallıyor.
İzmir’den gelen İsmail Yalçın, “Torunlarımızın hukuku, geleceği için yürüyorum” diyor: “Sağ-sol ne fark eder; adalet hepimize lazım.”
Karşıma bir bando çıkıyor, Çav Bella çalıyor. Geçenler birkaç saniyeliğine durup tempo tutuyor, yoluna öyle devam ediyor.
*
56 yaşındaki Kemal Kaplan “Yarım kilo et yesem başım dönüyor; 2 gün fazla yaşasam ne olacak? Torunum için yürüyorum. Son bir umut, belki bir şeyler değişir” diyor.
Kulağım önde. “Sende göbek mi var len?” diye gülüyor biri. “Vardı, eridi” diye cevap geliyor.
11 yaşındaki
Geçtiğimiz hafta sonuçlanan 34. Aydın Doğan Karikatür Yarışması’nda da durum böyleydi. Çevre, insan hakları, kadın hakları, mülteciler, savaş ve barış her zamanki gibi bu yıl da karikatüristlerin kalem oynattıkları konulardı.
Ancak bir konu vardı ki, her zamankinden daha fazla karikatüristler tarafından ele alınmıştı: Teknoloji.
Teknolojinin hayatımızı nasıl kapladığı, onun nasıl esiri olduğumuz ve aslında bizi özgürleştirdiğini düşündüğümüz sosyal platformların güç odaklarıyla işbirliği karikatürlerin konusuydu.
Kadınları konu edinen karikatürlerde iğne en çok, kız çocuklarının evlendirilmesi, okumalarına izin verilmemesi gibi meselelere batırılmıştı. “Güçlü Kızlar Güçlü Yarınlar” başlıklı özel ödülü alan karikatür finale kalan karikatürler arasında en umut dolu olanıydı. Küçük bir kız çocuğu eliyle bir perdeyi açar gibi, karanlığı aralıyor ve etrafın aydınlanmasını sağlıyordu.
*
Bu yıl 63 ülkeden 641 sanatçının 2220 karikatürle katıldığı yarışmada finale kalan 261 karikatürü, Tan Oral’ın başkanlığını yaptığı ve Ercan Akyol, Latif Demirci, Rudy Gheysenes, Piyale Madra, Mohsen Nouri Najafi, Peter Nieuwendijk, Joel Pett ve Cristina Sampaio’dan oluşan seçici kurul değerlendirdi.
Toplumlararası uzlaşmayı, sevgiyi, dostluğu, özgürlüğü ve barışı karikatür ile yayma amacıyla düzenlenen yarışmada bu yıla kadar birbirinden etkilenerek yapılmış ‘yarışma karikatürlerinin’ ağırlıkta olduğunu söyleyen Tan Oral bu yıl çizerlerin daha özgür davrandığını, daha farklı bir bakışa sahip olduklarını söyledi.
*
Uygulamayı indirip giriş yapıyorsunuz ve satışa çıkaracağınız ürünle ilgili birkaç bilgi paylaşıyorsunuz. Sonrasında, satıştan elde edilecek geliri bağışlamak istediğiniz STK projesini seçiyorsunuz.
Ürününüzü biri satın aldığında, ödeme seçtiğiniz STK projesine aktarılıyor.
Minimum 25 TL edeceğini düşündüğünüz ve internetten satışına izin verilen neredeyse her şeyi satabiliyorsunuz.
Kullanmadığınız fotoğraf makineniz, eski bir abajur, kapağını kaldırmadığınız bir kitap...
Sizde durduğundan daha fazla anlam yaratabilecek bir şeyleriniz mutlaka vardır.
Givin şimdilik sadece eğitim ve çocuk alanında çalışan STK’larla başladı. Daha sonra, bağışçıların taleplerine göre diğer amaçlar için çalışan şeffaf STK’ları da fonlayacaklar.
Şu anda bu uygulama yoluyla gençlerin eğitim giderlerini veya çocukların günlük giderlerini karşılayabilirsiniz; kitap alınmasına, otizmli çocuklara eğitim bursu sağlanmasına katkıda bulunabilirsiniz.
Vapurda elden ele bir kart dolaştıran Gözde var. Bazılarının gözlerini gözlerinden kaçırdığı, bazılarının kartı gerisin geri eline tutuşturduğu küçük kız. O da para istiyor. Onun da hastası var.
Şehrin hemen her yerinde, onlara öğle yemeği veya oyuncak almanızı isteyen yardıma muhtaç çocuklar var.
Atölyelerde 3 kuruşa güvencesiz çalıştırılanlar var; itilip kakılan Suriyeli’si var. Tarlalarda ailesiyle mevsimlik işçilik yapan binlerce çocuk var. Hayallerinde sıralar, kitaplar, defterler var. Ama yoksullar, ailece çalışmak zorundalar.
Okumak için inşaatta çalışan var. Çalışırken düşüp ölen var.
Şirket tamir ettirmediği için çakılan asansörde canını yitiren işçiler var.
*
İnsan hayatı ucuz olmasına ucuz.
Ama The Boston Consulting Group’un
Aradan geçen 200 yılda insanoğlu havaya, suya, toprağa yaptığı müdahalelerle dünyayı gelecek nesiller için yaşanmaz bir yer haline dönüştürme yolunda hiç olmadığı kadar hızlı ilerledi.
İklim değişiyor, sular yükseliyor; fırtınalar, seller, hortumlar sertleşiyor, toprak eski bereketini yitiriyor.
Kimi ülkeler kömürden yüz çevirerek güneş ve rüzgâr enerjisi gibi yenilenebilir kaynaklara var gücüyle yöneliyor...
Türkiye ise ‘kömür’ diye tutturuyor.
*
Heinrich Böll Vakfı’nın yayımladığı, bir yıllık emeğin ürünü Kömür Atlası kömür gerçeğini tartışmaya açıyor.
Kömür Atlası’nın yazarlarından Özgür Gürbüz, Türkiye’nin kömürsüz yapabileceğini rakamlarla anlatıyor:
“2016’da Türkiye 278 milyar kilowatt saat (kWh) elektrik tüketti. Türkiye’de güneş enerjisi potansiyeli 380 milyar kWh. Rüzgâr enerjisi potansiyeli 100-120 milyar kWh. Bunun üstüne 15 milyar kWh jeotermali, 60 milyar kWh biyogazı ekleyin, Türkiye’nin elektrik tüketiminin 2-3 katı kadar yenilenebilir enerji potansiyeli olduğunu göreceksiniz. Daha da önemlisi, ülkemizin yüzde 20-25 oranında (DTP rakamı) enerji tasarrufu ve verimliliği potansiyeli var.”
Geçtiğimiz hafta, İtalya Parma’da Barilla’nın tarladan üretim bandına süreçlerini bizzat gördükten sonra, markanın şekil olarak değil, samimi olarak çıktığı sürdürülebilirlik yolculuğunu diğer şirketlere de örnek olması açısından anlatmak istiyorum.
Bir kere, epey tartışılan palmiye yağını tüm ürün portföyünden çıkardı. 2010’dan beri 360’ın üzerinde ürünü besin değeri profillerini geliştirmek için yeniden formüle etti. Unlu mamullerindeki doymuş yağı belirgin biçimde azalttı, 4.350 ton doymuş yağı ürünlerinden çıkardı.
Bunları yapmak zorundaydı.
Zira giderek artan sağlık sorunlarının beslenme kaynaklı olduğu aşikar ve bir gıda şirketi yarını olsun istiyorsa, sadece satışını değil, sattıklarının tüketici için sağlıklı olduğunu da garantilemek zorunda.
Eylül 2015’te Birleşmiş Milletler, “2030 Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi”ni hazırlayıp imzaladı. Bu gündem, her türlü yoksulluğu ortadan kaldırmayı, eşitsizlikle küresel düzeyde savaşmayı ve iklim değişikliğiyle küresel mücadeleyi amaçlıyor.
İnsanlığın önündeki güçlüklerin pek çoğu, her zaman sürdürülebilir olmayan üretim, dağıtım ve tüketim sistemleriyle tarif edilen mevcut gıda modelleriyle yakından ilişkili.