Paylaş
Bir işte yetersiz olan ancak bağlantıları itibariyle o görevde bulunsa “işleri” hesapta kolaylaştıracak isimlerin getirilmesi. Karşılıklı faydacılık.
Önemli görevlere tekrar liyakat sistemiyle yöneticilerin, idarecilerin getirilmesi, eğer bir iyileşme göreceksek en büyük kilometre taşlarından biri olacak şüphesiz...
Liyakat değil, sadece kişisel bağlantılarını ve birtakım “gruplara” aidiyetini kullanarak iş kapan insanlara hiçbirimiz yabancı değiliz. Ne yazık ki Türkiye’de pek çok alanda bir işi iyi yapabilmek değil, “birilerinin” adamı olmanız, ağzınızın iyi laf yapması, yeterince doğru insan tanımanız daha önemli bulunur.
Eğer başka alanlarda şöhretiniz varsa, “Bu adam/kadın bu işi iyi yapabilir mi?” diye sorulmadan size yüksek mevkili bir görev verilebilir.
Tabii “yüksek mevkili” görevlerin avantajı, eğer siz batırırsanız, şirketten sizi toparlayacak insanların görev başında olmasıdır. Bir süre sizin işlerinizi düzeltirler. Sonuç iyi göründüğü için patron, o “yüksek mevkili”nin işi yapabilecek özelliklere sahip olmadığını uzun süre anlamayabilir...
Zaman geçer, yüksek pozisyonda oturan kişi, koltuğunu dolduramadığı için illa çok büyük, toparlanamayacak bir hata yapar... O zaman şirketle yollar ayrılır ama arkasında saçları statik elektrik yüklü iş arkadaşları, gerilmiş sinirler ve düzeltilmesi gereken bir yığın konu bırakarak...
İşte bu meşakkatli, herkes için çok yıpratıcı, şirketleri, devletleri yokuş aşağı süren dönemleri yaşamamak için basit bir kuralı yeniden hayata geçirmek yetiyor aslında: Liyakat sistemi.
Hani rakı masasında süper sohbet ettiğiniz ünlü kadını, bir gruba veya şahsa aidiyetini kanıtlamış işe yaramazı, tek meziyeti ağzı laf yapmak olan çenebazı kilit pozisyonlara getirmemek. Herkesin becerisine, donanımına göre iş yapması sistemini benimsemek.
Bu kadar basit.
Sosyal medya, bir ayna
Liyakat meselesinin bir yönü daha var: Büyük işlere o işi yapamayacak/koltuğunu dolduramayacak kişiler getirildiğinde, belki bir süre yolunda gider hayat ama sonra yavaş yavaş “koku” çıkmaya başlar.
Her türlü işin analog yollarla yapıldığı 2000 öncesi dönemde “koku” çıkması belki biraz daha vakit alırdı. Fakat şimdi, iş görüşmesinde en beyefendi haliyle karşınızda oturan veya en hanım hanımcık haliyle program sunan kadın, sosyal medya hesaplarında pervasız ve ayarsızca fikir beyanı, vaziyet bildirimi yapıyor... Ve “koku” çıkmaya başlıyor...
Bırakın kilit bir pozisyonda iş idare etmeyi, sosyal medyada kendini yönetemiyor. Tarih ilerliyor, zaman geçiyor, sonra o işte tutunamadığını, hatta işleri batırma seviyesine getirdiğini duyuyorsunuz. Şaşırmıyorsunuz.
Sağduyu yoksunu, rahatsız edici seviyede çirkin söz dolu hesapların bir vazgeçilmezi: Profillere düşülen “Düşüncelerim bana aittir” notu. Yaptıkları işleri ve Twitter hesaplarındaki ayarsızlığı ayırmak için düşülmüş bir not çoğu zaman. Genellikle bu notu düşenler, istifra eder gibi ifade ettikleri şahsi düşüncelerinin çalıştıkları şirketleri bağlamadığını söylerler.
Halbuki öyle bağlar ki... Oradaki sizsiniz. Çoğu zaman en yalın haliyle, filtresiz biçimde düşüncelerinizi dile getiriyorsunuz. Ruhun aynası oluyor sosyal medya hesapları çoğu zaman.
Fikir ve düşüncelerimizi, yani aklımızı kendimizden çıkardığımızda ortada ne kalıyor? Nefes alabilen bir beden. O kadar! Dolayısıyla, fikir ve düşünceleriniz bağlamıyor da etiniz, kemiğiniz mi bağlıyor çalıştığınız şirketi?
Birbirimizi artık pek kolayca anlayabileceğimiz bu yeni sosyal dünyamızda “liyakat” tanımına başka parametreler de ekleniyor. Liyakati, yani bilgi ve donanım seviyesini CV’lerden anlama imkanı var ancak konu “insan tanıma” olduğunda, sosyal medya hesapları, kişinin aynasına dönüşüyor.
Paylaş