Modern dünyanın, magazinin her gün tepside dikkatimize sunduğu, kiminin özenerek, kiminin burun kıvırarak baktığı haller...
Bakınca ne hissediyorsunuz?
Görgüsüzlük mü? Belki. “Keşke bende de olsa” mı?
O da belki.
“Boş hayatlar” mı? O da belki...
Belki de en başta saydıklarıma “Eşyalar üzerinden dünya üzerinde kendine alan açmaya çalışan, kimliklerinin çerçevesini çizememiş ruhlar” olarak bakmalı.
Eşyalar aracılığıyla dünyayla bağlantı kurma çabasını gördüğünüz zaman iş değişiyor.
Belki de rutinde kayboldunuz. Kendi kendinizi boğdunuz.
İnsan kendini rutinlere kaptırınca bir konfor alanı yaratıyor ve o alan güvenli geliyor, bu da hayatın belirli periyotlarda kendini tekrar etmesi demek. O alandan çıkmadıkça boğulmamak mümkün mü? Dışarı çıktığınızda aynı mekana gitmek, tatil zamanı gelince aynı tatil yöresine gitmek, aynı kafeler, restoranlar, aynı insanlar, aynı deneyimler... Hatta aynı insanlarla aynı deneyimler...
“Daha önce deneyimledik, nasılsa iyi olduğunu biliyoruz” garanticiliği güzel ama bu döngü içinde insanın güzelliklere körlük geliştirmesi kaçınılmaz.
“Alışmak” böyle işte, nefes kesen bir deniz manzarasına, büyüleyici bir köye, kasabaya, kendinizi bakmaktan alıkoyamadığınız herhangi bir güzelliğe alışıyorsunuz.
Aynı yerlere aynı alışkanlıklarla gitmeyi sürdürüyorsunuz. Belki ilk günkü gibi güzelliğine bakıp çarpılmayacaksınız ama en azından garantili ya, kötü bir deneyim yaşamayacağınızı biliyorsunuz. Haliyle rutinlere yapışmak çok kolay oluyor.
O rutinlerin güzel yanları var ama insan doğasına aykırı bir defa.
İnsan, yeni deneyimlerle gelişiyor. Hayatında yeni deneyim yaratamayan hem kendini, hem çevresini kurutmaya mahkum.
Düşünme ve hissetme şeklimizi değiştirmesinin önemli bir tehlikesi var, öncelikleri sıralayamamak.
Haberlerin önünüze nasıl geldiğini bir düşünün: Şehit haberleri, yanında şlerinin ayaklarını yıkaması konusunda birbirlerine “destek atan”ların magazini... Onun altında felaket haberi, onun altında teknoloji haberi...
Tık avcılığının bizdeki etkisi de büyük, olumlu bir haber bile insan doğasının olumsuzluğa tepki verme eğilimine göre düzenleniyor. Panik halimiz tetiklendiğinde hem bizde olumsuzluk, kızgınlık, şaşkınlık uyandıran haberlere daha fazla eğilim gösteriyoruz, hem de dünyayı algılayış şeklimiz değişmeye başlıyor.
Ve sonuç... Tebrikler, korkunun esirisiniz, artık dünyayı daha kötü bir yer olarak algılamaya başladınız.
Gerçekten daha kötü olduğundan değil, değişen teknolojinin düşünme biçiminizi “hack”lemesine izin vermiş durumdasınız, kafanızı kaldırmadığınız telefonlarınız sayesinde dünyayı öyle görmeye eskisinden fazla eğilimlisiniz.
Popüler sosyal medya araçları, dünyayı nasıl gördüğümüzü yönetmeye başlıyor böylelikle. Üstelik biz fark etmeden. Dünyayı hem daha kötü bir yer olarak görüyoruz hem de önceliklerimizi ayırt edemiyoruz.
Mesela insancıl hayat koşullarına sahip olmak, son model telefon sahibi olmaktan sonra geliyor. Güzellik konusunda sağlıklı ve tutarlı bir dünya görüşü edinme fikri, “Instagram kızları” gibi görünmekten sonra geliyor. Fikir beyan etmek, bilgi sahibi olmaktan önce geliyor.
Aile içinde, sokakta, işte, toplu taşıma araçlarında, parkta...
Aklınıza gelebilecek her ortamda hayatları boyunca en az bir kez cinsel saldırıya maruz kalır kadınlar. Kalırız.
Dönemler değişir, rüzgarlar değişir, konular değişir ama bir konu değişmez: Kadına yönelik şiddet ve cinsel saldırılar.
Bu iki konu tüm kökleriyle tutunur her döneme.
Cinselliğin, kadın cinselliğinin ayıp sayılması, dürtüleri baskılayan, üzerini örtmeye çabalayan bir kültür ve toplum...
Yıllar boyunca değişmedi bu vaziyet, bir günde de ortaya çıkmadı.
Kadınlar yaşamları boyunca enselerinde taciz belasıyla yaşadı ama bugünün farkı ne derseniz, “meşruiyet” kazanmış olması derim.
Günler öncesinden başlardı hazırlık. Koca bir hafta sonu olurdu önümüzde, çoğu zaman Perşembe gecesinden başlayan bir “uzun hafta sonu” gibi...
Hayatımızın sonun kadar festival alanında yaşayacakmışız gibi davranırdık, otomobili olan yanardı, küçücük aracın içine 5 kişinin eşyasını sığdırır, neredeyse aracın camlarından kollarımız, bacaklarımız çıkacak vaziyette yola koyulurduk.
Benim sevimli bir sarı Vosvos’um vardı, arada su kaynatırdı, gidene kadar helak olur, otoyol kenarlarında sefilleri oynardık.
Festival alanından içeri su şişesi almazlardı, sahra tuvaletlerine gitmek bir işkenceydi, başımıza güneş geçmesin diye gölge alan arardık, böyle tatlı tatlı “hayatta kalma endişelerimiz” vardı o zamanlar. Bugün o zamanlara geri dönüp bakınca insan “Ben senin derdini seveyim” diyor adeta!
Bugünden bakınca sanki bir rüya yaşamış gibi hissediyoruz yaşadıklarımızı, gördüğümüz, izlediğimiz konserleri...
“Ne şanslı bir ilk gençlik geçirmişiz” diyoruz. Şimdiki aklım olsa her anının videosunu çeker, saklardım, “Biz böyle günler de yaşadık” diye. Kimleri izlemedik ki...
Haklılardı, zira biz de geceleri yatağımızda bir sağa, bir sola dönerek bu konuyla ilgili anksiyete krizleri geçiriyor değildik ama...
Magazin alanının en çok tıklanan haberlerinden biriydi Adriana-Metin ilişkisi. Birileri okuyordu, merak ediyordu; ünlüsü ünsüzü, tanıyanı tanımayanı, herkes bunu günlerce konuştu... Sadece medyada değil, WhatsApp gruplarında, telefon konuşmalarında, her yerde malum çift çıktı karşımıza. Yoğun ilgi gören bir magazin haberiyle ilgili magazin alanında da kalem oynatanlar olarak, bu konuda yayın yaptık haliyle.
Yayının bir yerinde kendimizi “Yani... Efendim şimdi tabii... Yani ciddi konular da konuşuyoruz bu programda, şimdi konu bu olduğu için bu çifti konuşuyoruz” diye kem küm ederek yaptığımız işi savunur halde bulduk kendimizi.
Türkiye gibi çok büyük dertleri olan, yaşam alanlarımızda ve mesleğimiz çerçevesinde hareketlerimizin kısıtlandığı bir ülkede, temel insan haklarının çiğnenişini, temel yaşam ihtiyaçlarımızı, haksızlıkları, çarpıklıkları, herrr şeyi ama her şeyi bir kenara bırakıp Adriana’yı, Metin’i konuşuyorduk sahi. Biz ne yapıyorduk?
İnsanların canını acıtan adaletsizliklere yeterince yer verilmediği hissi varken, biriken öfke, genellikle en kolay hedef olan magazine; daha doğrusu “siyaset olmayan” alanlara yöneliyor. Adriana ve Metin’in, Zehra’nın bir buçuk porsiyon mantısının, Alişan’ın ön masaları satmayı düşündüğü düğününün haberleri hem çok tıklanıyor, hem çok tepki topluyor. Haklı ve doğal olarak.
“Gerçek haberin” yeterince yer bulmadığı algısı oluştuğunda, haksızlık duygusundan kaynaklanan öfke, en çok magazine yöneliyor. Genelde “kitleleri uyutma aracı” gibi algılandığı için olsa gerek.
Başka bir yönden yaklaşacak olursak... Gazete ekleri, özellikle magazin ve yaşam ekleri, “hayata ara” niteliği taşır. Sinemaya gitmek gibi. Akşam güzel bir dizi izlemek gibi. Oğlunuzla, kızınızla çocuk parkında oynarken dertlerinizi on beş dakikalığına unutmak gibi. Bir magazin ekini elinize aldığınızda, ana gazetenin manşetini ve o günkü karanlık manzarayı görmek değil, bulutları dağıtmak için karıştırırsınız sayfalarını.
Cem Yılmaz, hepimizin düşünmesi gereken bir konuya parmak basıyor. Bu durumu öyle okumak lazım.
Pek çok kişi, kendine “mention”lanan eleştirilere cevap vererek, bunlara mesai harcayarak zamanını harcıyor, bu sırada psikolojisini darmadağın ediyor. Psikolojisini darmadağın etmesine izin veriyor aslında.
Peki ne var sosyal medyada? Şöyle bir bakalım...
Beğenmediği herkesi terörist olarak yaftalamakla, uydurma suçlamalarla insanları hayattan bezdirmekle görevlendirilmiş trollerin varlığı malum.
Bir yandan da kendi arzularıyla “trolleme” yapanlar mevcut. Her zaman siyasi değil, her alanda varlar. Genelde dikkate alındıklarında coşuyorlar. Saman alevi gibiler, ateşi harlamaya, yanı onları dikkate almayı sürdürdüğünüz sürece yanıyorlar.
“Organize kötülük” hali, trollerin dünyasında yok sadece. Fark etmeden hücrelerimize kadar sindi onların iletişim dili. Meramını sakince dile getirmek “para” etmiyor artık. Fikrini beğenmediğimiz, tipini beğenmediğimiz, çok kızdığımız insanlara bile ağız dolusu küfürler ede ede rahatlıyoruz. Kızgınlığı dile getirme şekli de tarif eder insanı ama artık bunun da bir önemi yok. İçinde ne varsa kus, gitsin, zaten kimse garipsemiyor.
Twitter gibi bugün kültürel bir fenomen haline gelmiş sosyal medya araçlarını ilk yaratan kişiler, yarattıklarının toplum mühendisliğinin en kullanışlı maşaları haline geleceğini öngöremediler. Twitter’ın öyküsünün aktarıldığı “Hatching Twitter” isimli kitapta, Jack Dorsey’nin Twitter’ı “Başka insanlara o anda ne yaptığını söylemek” şeklinde algıladığı bir sosyal medya aracı olduğu anlatılır. Bugün kültürel fenomene dönüşmüş, kullanıcı odaklı tüm sosyal medya araçları bireysel psikolojiden toplum psikolojisine, hayatı algılama şeklinden gerçeği yaşama biçimine sosyal hayatı yöneten, şekillendiren bir konumda.
25 yıl geriye gidiyorum ve sıcak bir yaz günü, ağustos ortalarında, güzel bir akşamüzeri, Yalova’daki yazlığımızda, arkadaşlarımla birlikteyim...
Yazlığımızın olduğu binanın bahçesinde “lokal” dediğimiz bir alan var... Birkaç kafe masası, bir pinpon masası, bir de ufak bir bakkalın olduğu bir yer burası.
Sahilde olmadığımız, paten kaymadığımız, bisiklete binmediğimiz, saklambaç oynamadığımız zamanlarda masalara oturup Gizli Hedef, Milyoner, Monopoly, okey veya iskambil oynardık...
Pinpon için illa sıra olurdu ama bekler, turnuva yapardık aramızda.
Bazen de doğum günü kutlamalarında parti masasına dönüşürdü pinpon masası. Üzerinde pasta keser, doğum günü çocuğuna alkış tutardık.
Bakkalın açık camında bir kasetçalar dururdu, radyo dinlerdik çoğunlukla.
Kim ne isterse onu çalardı, bazen itirazlar yükselirdi ama herkes istediğini illa dinlerdi.