Değişim iyi, değişim hayatın gerçeği ancak her değişim iyi değil elbette. Bizde “değer korumak” eskiliği, köhneliği korumak gibi anlaşılır oldu artık, o nedenle yüzümüzü güldüren ne varsa üzerine beton döküldüğüne şahit oluyoruz.
Narmanlı Han’ın elden geçirilmesi gerektiği yıllardır su götürmez bir gerçekti ancak bu kadar betonlaşarak mı dönüşmeliydi? Mor salkımları sökülmeli, yeşilliği, o insanı sıcak, huzurlu hislere sürükleyen ruhu yok edilmeli miydi?
Edilmeseydi de olurdu herhalde... Böylesi uygun görülmüş ama o görülen manzara insanın içini kavuruyor.
İnsan, çocukluğundan itibaren kimliği oluşurken, insanlara, duygulara olduğu kadar büyüdüğü, gördüğü yerlere de bağ geliştiriyor. “Benim bir parçam” der hale geliyorsunuz size ait olmayan ama hep içinde bulunduğunuz, gördüğünüz, gezdiğiniz yerleri düşünürken...
Hâl böyle olunca, olumsuz değişim, betonlaşma insanın kimliğinden, kalbinden de birer parça götürüyor.
Kentsel dönüşüm nedeniyle büyüdüğüm ev iki müteahhidin arasında çekişme vesilesi oldu ve bakımsız halde duruyor... Büyüdüğüm diğer ev depremde yıkıldı, yerinde otların bürüdüğü bir arsa ve bir-iki sahil düzenlemesi, dalgakıran kalıntısı kaldı... Çocukluğumun Bodrum’u, Çeşme’si, Marmaris’i yok.
“Artık tek bir düğmeye basarak İran Körfezi ve Kızıldeniz’deki donanma gemilerinin güvertelerinden 40 adet yüzeyden yüzeye Tomahawk füzesi fırlatabiliyoruz. Bağdat’ın binaları dumanlar arasından kaybolurken füze operatörleri düğmeye basma eyleminin sonuçlarını dakikalar içinde CNN’den canlı olarak izleyebiliyorlar.
Fiziksel yakınlık olmadığı için duygusal etkiler de eriyip gidiyor artık. Savaşın bu kişiler üstü doğası, onu şaşırtıcı biçimde kolaylaştırıyor. 1960’lı yıllarda bir siyasi düşünür, nükleer savaşı başlatacak düğmenin ameliyatla Başkan’ın en yakın arkadaşının göğsüne yerleştirilmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Böylece, dünyanın ucundaki milyonlarca insanı yok etmeye karar verirse önce arkadaşına fiziksel zarar vermesi, düğmeye ulaşmak için onun göğsünü yarması gerekecekti. Bu durum, en azından karar verme sürecinde duygusal beyin sistemlerini de devreye sokacak, kararın kişiler üstü doğasının önüne geçmek mümkün olacaktı...”
Şimdi bu konu üzerinden Vatan Şaşmaz olayına bir bakalım...
Eğer Şaşmaz’ın kanlar içindeki fotoğrafını satmaya çalışan kadın, sattığı her fotoğraf için kendi yakınına ölümcül bir zarar verecek olsa, böyle bir pazarlık içine girer miydi? Hayır...
Eğer Şaşmaz’ın “Çocuklar Duymasın”daki rolünü oynamak üzere kendi oğlunu pazarlayan adama “Oğlun dizide oynar ama yüzde 50 kalbinin durma ihtimali var” deselerdi, bu pazarlığı düşünmeyi aklından geçirebilir miydi? Elbette hayır...
Twitter’da Vatan Şaşmaz şakası yapan trol, bu şakası karşılığında yakın arkadaşını yakın bir zamanda bir cinayete kurban verecek olsa, aynı şakayı yapabilir miydi? Bunun cevabı da hayır...
En yoğun yağışta dahi önündeki araca yapışıyor.
Takip mesafesinin ne işe yaradığını bilmiyor çünkü.
Farlarını yakmanın ne işe yaradığını bilmiyor.
Özellikle yağışta tren vagonları gibi gitmenin ona neye mal olacağını bilmiyor.
O hızla başına ne gelebileceğini öngöremiyor.
Sonra ‘Neden trafik can alıyor’ diye hayıflanıyoruz.
Bakın, farkındalık yaratma kılıfına girmiş her eylem çok tehlikeli bir yere götürüyor bizi.
Olumsuzluktan, kötülükten beslenir hale geliyoruz ve bunun farkında bile varmıyoruz.
Sıradan, doğal gelmeye başlıyor bir zaman sonra.
Mesela en yakın örnekleri vereyim size. 17 Ağustos pek çoğumuzun hayatının en büyük travması. 18 yıl boyunca yeterli önlemlerin alınmamasını protesto etmek için 1999’dan bol bol acılı fotoğraflar paylaştık geçen hafta.
Peki, düşünelim...
Bu fotoğraflar ne işe yarıyor? Gerekli kişilere ulaşıyor, vicdanlarına dokunuyor “Aman Allah’ım, 18 yıl boyunca gerçekten yeterince önlem almamışız, hemen alalım” mı diyorlar?
Hayır.
Hollywood da kitlelerin nabzını tutuyor aslında, süperkahraman öykülerine olan ilgi, dönemin ruhuyla doğrudan bağlantılı. Sadece bugün değil, her dönemin adalet noksanlığı sebebiyle oluşan büyük duygusal boşluğu dolduruyor aslında bu hikayeler. Kimileri tarafından “Modern mitoloji” olarak değerlendirilmeleri tam da bundan. (Hatırlayalım, ilk süperkahraman hikayelerinin çıkış noktası savaş zulmüydü. Örnek, Captain America okuruyla 1941’de ilk defa Hitler’e yumruk atan bir kare ile buluşmuştu...)
Süperkahraman hikayeleri iki sebepten ötürü rağbet görüyor. Birincisi, “adaletin tesisi” hissini karşılaması... O kötü adam illa yeniliyor, dünya, kahramanların omuzları üzerinde yükseliyor.
Bu hikayelerin rağbet görmesinin diğer nedeni ise kaçış... “Bu hikayeler insanlara gerçek hayattan kaçış imkanı veriyor” diyor Jessica Jones’a hayat veren oyuncu Krysten Ritter. Bugünün süperkahramanları daha az egolu, daha mütevazı. Sokak suçlarıyla mücadele eden süperkahramanlardan biri olan Jessica Jones’un popülerliğinin en önemli nedeni, izleyiciye bağ kurma fırsatı tanıması. Jones, herkes gibi arızaları olan, yanlış kararlar da verebilen ama kendi ayakları üzerinde durma mücadelesi veren güçlü, gerçek bir kadını temsil ediyor. İzleyici, kendi karakterinden de parçalar bulabildiği bir süperkahramana bağlanıyor. Haliyle, süperkahraman öyküleri sadece “kaçış” veya “adalet tesisi” kavramlarının karşılığı değil, “bağ kurma” ihtiyacının da yanıtı oluyor. Jessica Jones, 2018’de Netflix’te ikinci sezonuyla izleyiciyle yeniden buluşacak.
Günümüz süperkahraman öyküleri, modern mitoloji olarak da değerlendiriliyor. Kitlelerin süperkahramanlara olan bu büyük ilgisini, sunduğu görsel zenginlik ve aksiyonda olduğu kadar, hikayelerin satır aralarında aramak da gerekiyor. Süperkahramanlar, koşullar ne olursa olsun, hayattan, kendinden vazgeçmemen gerektiği mesajını gönderiyor izleyicilerine. Umut aşılıyor, “Hak yerini bulur” diyor, ders veriyor. Kahramanlar zor durumlar içine düşüyorlar, ölüme teğet geçiyorlar ama izleyici sonunda biliyor ki süperkahraman yaşayacak, kötü adam alt edilecek, dünya kurtulacak...
Türkiye eski başbakanlarından, aynı zamanda bir sanat eleştirmeni de olan Bülent Ecevit’in Zeid’in işlerine yönelik düşünceleri...
Bakın ne diyor Ecevit: “Zeid’in çalışmalarını oluşturan bilginin kaynağı uluslararası hayat tarzıdır. Aynı zamanda, mozaik kompozisyonların içinde taşıdığı enerjiden de etkilenmiştir Zeid. Ortaya çıkan, insan ruhunu ve doğal unsurları dışarıda bırakmayan bir soyut sanat formu olmuştur. İşte bu, Anadolu’nun ozanlarına da ilham vermiş olan ruhun ta kendisidir...
1980’den bir otoportresinin altında ise Zeid’in kendisini anlattığı cümleleri yer alıyor: “Ben, dört ayrı medeniyetin mirasçısıyım. Otoportremde ellerim İranlı, elbisem Bizans, yüzüm Giritli ve gözlerim de doğulu fakat... Bu resmi yaptığım esnada bunların farkında değildim bile...”
Fahrelnissa Zeid’in ruhunu akıttığı soyut resimlerine baktığımızda, hakkında söylenmiş veya kendini tarif ettiği cümleleri okuduğumuzda, aydınlık Türk kadınının tarifini görüyoruz aslında.
Aydınlık ve çok kültürlü bir Türk kadınını anlatıyor. Hatta sadece kadınları değil, Anadolu’nun yüzyıllar boyunca ışık saçmış insanlarını anlatıyor Zeid. “Ben yaptım oldu” kültürünün üzerimizi kapladığı, meraksızlığın övüldüğü, hayatın renklerinin azaldığı bir dönemde, zenginliğimizi aslında nereden aldığımızı tekrar hatırlatıyor.
En bunalımlı zamanlarında bile resimlerinde göz alan renklerinden vazgeçmemiş Zeid. Kırmızı, sarı, yeşil, mavi, mor... Renkler, en canlı, en hayat dolu halleriyle akmış resimlerinde.
Ne söylüyor o renkler? “En kötü zamanlarınızda bile kim olduğunuzu hatırlayın” diyor... “Etrafınızdaki karanlığın sizi değiştirdiğini sanmayın, o kırmızı, o mavi, o mor illa çıkacak yer bulur” diyor.
Peki birbirimizi anlamamız için ne gerekli? Tutarlılık. Sağduyu.
Söylediğimiz sözün, karşımızdaki insanda söylediğimiz şekliyle ve söylediğimiz anlamıyla anlaşılması...
Haliyle, kendimizi olduğumuz gibi anlatabilmek, ifade edebilmek için gayret gösteririz.
Peki nasıl iletişim kuruyoruz? Yazarak, konuşarak, jest ve mimiklerimizle.
Buraya kadar olan kısmı bir kenara koyalım, zira analog yaşadığımız yıllarda da vardı.
İnternet öncesi, bugün uzak bir galaksi gibi görünen zamanlarda...
Sadece biraz vakit ayırmak yeterli.
Kim egosuyla hareket ediyor, kim çocukluk travmalarının acısını çıkarıyor, kim hayatını öfke ve “geçmişin acısını çıkarmak” üzerine kurmuş, biraz gözlemleyince veriyor kendini ele.
Fakat bir tip insan var ki, ne empati kurabilirsiniz, kurmak istersiniz, ne de yaptıklarının sebebini anlamak istersiniz: Hayvanlara eziyet edenler.
Antalya’da atı ölünce yolda bırakıp giden faytoncu, Adana’da sokak köpeğini ezen canavar...
Büyükada’daki atların içler acısı hali...
Bir “can”a vicdanlı davranabilmek için o canlının insan olması gerekiyor bazı ruhu az gelişmişler için.
Hayvan haklarından bahsedersiniz, “Aynı hassasiyeti insanlar için de gösterin” derler, insanı “üstün varlık”tan sayarlar.