Çoğumuzun ortak hissidir: Bir şehri bu ölçüde çirkinleştirebilmek için çaba gerekir.
Bu kadar çirkin binalar yapmak, dünyada benzeri olmayan bir şehrin en güzel yerlerini derme çatma bir Ortadoğu kasabasına döndürmek...
Nasıl yapmışlardır, nasıl kıymışlardır?
Kim müsaade etmiştir, neden kimse “Dur!” dememiştir? Neden sadece apartmanların “oturulabilir” olması yeterli görülmüştür?
Mimari doku neden umursanmamıştır?
Estetik anlayışının olmadığı, yaşanabilir şehirler yaratmaktan uzak anlayış nasıl en derinlere kadar işlemiştir?
İnsanoğlunun en önemli özelliklerinden biri, adapte olma becerisi.
Bir filmi hangi ruh hali içinde izlerseniz, bir kitabı hangi ruh halinde okursanız, bir arkadaşınızla hangi ruh hali içinde dertleşirseniz, oradan alacağınız “kıssadan hisse” de o yönde olur ya...
“Yazarlara tavsiyeler”i “hayata dair tavsiyeler” olarak ele alsak...
Bakın sözlerin okurken “yazmak” yerine “yaşamak” kelimesini koyduğunuzda neler oluyor...
King, “Televizyonu kapatın” der. Kapatın sahi. En azından bir süre.
Birbirinin aynı diziler, programlar, izleyene “kafa pelteleşmesi” haricinde zerre etkisi olmayan hareketli görüntüler...
“Bir araba cümle kurup hiçbir şey söylememek” tipi ahkam kesmeler...
Hayatınıza bir lokma katkısı olmayacak ama ne varsa orada. Kapatın gitsin.
Yakalandığından beri her gün merakla okuyoruz yeni gelişmeleri...
Nerede ne yapmış, nasıl yaşamış, nasıl ihbar edilmiş, kurbanlarıyla nasıl bir ilişkisi olmuş...
Derken beklenmedik bir olayla karşı karşıya geliyoruz: Polisin, güvenlik güçlerinin katille çektirdiği “selfie”ler.
Ardından katilin benzeriyle çektirdiği fotoğrafla Özcan Deniz...
Bu dönemle ilgili en büyük dertlerimizden biri...
“Makara” konusu olmaması gereken ne varsa ayarsız bir biçimde eğlence malzemesi haline dönüşebiliyor.
Mesafe, ayar, sınır kalmıyor sosyal medya çağında.
Paris’te yaşayan görsel sanatçılar Pınar Demirdağ ile Viola Renate’nin markası Pınar&Viola’nın IKEA ile ortak kurduğu hayal dünyasıyla, kısa bir süre sonra tanışacaksınız...
Pınar Demirdağ, lise eğitimini St. Joseph’te tamamladıktan sonra Fransa’da St. Etienne’de Obje Tasarımı eğitimi almış, ortağı Viola Renate ile Paris merkezli çalışan bir “dijital couture” sanatçısı.
Pınar&Viola, yeterince üzerinde düşünülmeyen, dikkat çekmeyen sosyokültürel konulara dikkat çekmek için kendilerine has bir görsel dil kullanan yeni nesil sanatçılar. Kendilerini tasarımcı değil, sanatçı olarak tanımlıyorlar.
Moda tasarımcıları her sene kıyafetlerden oluşan koleksiyonlar üretir, fakat Pınar&Viola, her yıl imajlardan oluşan couture koleksiyonlar çıkarıyorlar ve bunu dünyada yapan tek duo olduklarını söylemek mümkün.
“Dijital couture sanatçısı” kavramını şöyle tarif ediyor Demirdağ: “Mesela bizi bir Rönesans ressamı gibi düşünebilirsiniz. Onun iş sabrına sahibiz.”
Doğru, bugünkü Rönesans ressamı”nın eşdeğeri, görsel iletişim dili ile sistem eleştirisi yapan sanatçılar olmalı...
Pınar&Viola’nın yaptığı tam olarak bu, couture tasarım yapanların anlayışıyla görseller oluşturuyor ve kendi algı/hayal dünyaları üzerinden düşüncelerini ifade ediyorlar...
IKEA’nın, kurulduğu yer olan İsveç’in Almhult kasabasındaki merkezinde 3. kez düzenlediği “Demokratik Tasarım Günleri”ndeyiz.
Burada tek odak noktası var: Ev. Evimiz. Yuvamız.
“Ev” dediğimiz yer neresi?
Ev, fiziksel bir alan mı tarif ediyor yoksa soyut kavramlarla oluşturduğumuz bir konfor alanı mı?
Sınırlarını beton duvarlar mı çiziyor yoksa zamana göre değişen, kimi zaman sokağa, mahalleye, hatta başka şehirlere taşan bir ruh hali mi ev?
“Huzur” kavramı içinde direnç var mı?
Sürtüşme, tartışma bunlara dahil mi?
Yolcuların kimi Haydarpaşa Garı’na doğru bakıyor, kimi Kadıköy’ün az sonra geride bırakacağımız kalabalığını izliyor... Kimi de uzaklara, Marmara’nın mavisine dalmış, ılık esintinin tadını çıkarıyor...
Kalkış saati geldiğinde motor sesi denizin köpüklerine karışıyor ve yavaş yavaş İstanbul’un en güzel deniz yolculuğu başlıyor. Manzaraya dalan, kitabına gömülen, kulaklığıyla müzik dinleyen... Herkeste ortak bir haletiruhiye var: Hayata kısa bir ara verdik ve bu yolculuk çok güzel...
İşte tam o anda... Tam kaslarınızı gevşetmiş, mis gibi Boğaz havasını içinize çekerken...
Tam ensenizin kökünde bir adam akordu bozuk teneke gitarı eşliğinde HIAAAAAAAAA diye bağırmaya başlıyor ve irkiliyorsunuz. Ben demiyorum ama o bu durumu “Şarkı söylemek” diye tanımlıyor olmalı.
O olmadı, bir başka adam, yine bozuk bir müzik aletini tıngırdatmak suretiyle berbat bir sesle avaz avaz “Ankara’nın taa-aşına baak” diye MARŞ söylüyor.
Hiç öyle “Bir keyfimiz vardı, içine ediyorlar” tarafından girmeyeceğim, -hoş, bir yandan da öyle- ama bu, keyiften öte, yolcunun hakkını GASP etmektir, başka bir şey değil.
Kimisi “müzik susmasın” diyor, ki onlar da haklı. Ama ben HIAAAA diye bağıran adam sussun istiyorum. Hakikaten bunu çok istiyorum.
“Bizim zamanımızda” demeye başlarsan eğer, yandın...
Artık “genç” veya “genç yetişkin” kategorisine girmiyorsun, yaşlandın...
Çocukluğuna dair bir anıyı geri çağırmak, eskileri hatırlayarak hislenmek, hatta asla geri getiremeyeceğin bir döneme özlem duymak...
Tüm bunlar zaman kaybı mı?
Hayır! Zira nostalji hissinin insanların bugünkü hayatının kalitesi üzerinde önemli bir etkisi olduğu, artık bilimsel olarak kanıtlandı, şimdi biraz rahat nefes alabilirsin sevgili Krem Pertev ile güzelleşen nostaljik Habitus okuru.
Acaba insanlar neden geçmişi hatırlamaktan bu kadar hoşlanıyor, neden Instagram’da #tbt hashtag’i ile her hafta milyonlarca fotoğraf yüklüyor, neden onlara güzel hatıraları geri çağıracak kokuları tercih ediyorlar?
Bir yandan yenilik ister, yeni keşif ve heyecanlar peşinde koşarken öte yandan akıllarında yarattıkları konfor alanına neden hep “eski”yi, tanıdık hisleri koyuyorlar?
Siparişini veriyor, bardağın üzerine yazılmak üzere adını söyleyecekken, barista gözünü kırpıyor ve “O iş bizde” diyor...
Kahve hazırlanıyor, Helen Hunt bekliyor...
Barista ünlü oyuncuya kahvesini teslim ediyor ama...
O da ne? Bardağın üzerinde “Jody” yazıyor!
Helen Hunt, Jodie Foster ile sık sık karıştırılan bir isim.
Bu ilk hikaye de değil üstelik.
Kariyerinin daha erken dönemlerinde, Helen Hunt süpermarket kasasında onu Jodie Foster sanarak para almayı reddeden bir kasiyerle olan mücadelesini anlatmış David Letterman’a...