27 Mart 2010
Geçen hafta yayınlanan “Efemine oğlanlar, tıraş olan kızlar” başlıklı yazıma gelen okuyucu mektuplarından anlaşılıyor ki, özellikle babalar benimle aynı fikirde ve bu konuya devam etmemi istiyorlar. O zaman benimle hemfikir olan babalara şu soruyu sorarak başlayalım. “Kardeşim madem sen de öyle düşünüyorsun da, karın gelip bilmemkimler çocuklarını arp çalmaya yolluyor biz de yollayalım dediğinde niye ne alaka diye sormuyorsun?” Sekiz yaşındaki oğlunun saçları gözünün içine girmeye başlamış, neredeyse iki yandan örecek niye “Ben şu oğlanı tıraş ettireyim” deyip olaya el koymuyorsun? Neden kızın çişini ayakta yapmaya çalışıyorsa bununla gurur duyacağın yerde “ya bu kız pipisi var zannediyor bu işte bir yanlışlık yok mu?” demiyorsun? Sen babasın! Bu çocuk için evdeki en mühim otorite, rol modeli sensin. O halde neden sana biçilmiş pos makinesi rolünü kabul edip kenara çekiliyorsun? Neden sadece taksitleri ödeyen adam oluyorsun? Eğer oğlun sınıftaki kızlarla evcilik oynamaya başladıysa ve anne rolünü üstleniyorsa sen baba olarak neredesin? Anneler “doğuran” olduğu için daha hassas olabilir. Duygusal davranıp bazı hataları göremeyebilir. Sen babasın! Soğukkanlı ve objektif olmalısın. Anne takılıp düşerse tutup kolundan kaldıracaksın. Ama düştüğünü görebilmen için bakman gerekli!
Anne, oğlunun erkeksi davranışlarda bulunmasına saygı duyuyor ve bu durum kendisini rahatsız etmiyorsa, oğlan çocuğu kolaylıkla cinsel kimliğini geliştirebilir. Ev dağılmayacak ya da koyduğu biblo yerinden kımıldamayacak diye erkek çocuğunun maskülen kimliğiyle oynayan anne, çocukta gelişecek erkek kimliğini baskılayacağından, saçmalamayıp evin dağılmasına izin vermelidir. Ve mutlaka baba (hayatta değilse dayı, amca, dede) devreye girmelidir. Çünkü kafası karışmaya başlayan çocuk, özdeşleşim figürü olarak kendisi gibi olan kişiler aramaya başlar. “Sen benim gibisin” diyecek maskülen bir figür önem kazanır.
Kızlara gelelim; anne, çocuğun otonomisine müdahale ederse cins kimliği sekteye uğrayabilir. Fazla süslü olmasın aman Barbie bebekle oynamasın diye erkek çocuğu gibi giydirilen ya da erkeksi tavırlarına müsamaha gösterilen kız çocukları, aslında kendi cins kimliklerinin farkındadır ama bundan utanır. Kadın olmanın kötü ve beğenilmeyen bir şey olduğunu düşünmeye başlar. Kendini olduğu şekliyle sevmez, iyi hissetmez. Toplumda “Erkek Fatma” olarak adlandırılan bu çocukların “penis haseti” denilen bir durum geliştirdiği görülür.
Penis haseti yaşayan kız çocuğu, penisi olmayınca 3 şekilde feminen durumunu belirler:
1- Dehşede kapılır ve cinselliği bastırır, sırtını döner, penis haseti ortaya çıkmaz, vaginismus olabilir.
2- Hasete kapılan kız bir gün benim de olacak inancını sürdürür. Eksikliğini inkâr eder. Amaç, her şeye rağmen erkek olmaktır. Bu homoseksüaliteyi-lezbiyenlik seçimini getirir.
3- Normal seçim için durumu kabullenir.
Şimdi sevgili okur, bana “Konuyu aç biraz” diye on bine yakın mail attığın için bu hafta geyiği bırakıp ciddiyetle konuya eğildim. Yaptığım araştırmanın sonuçları kısaca böyle. Madem ben seni kırmadım sen de beni kırmıyorsun. Bu hafta sonu anneler kızlarıyla bebeklerinin saçlarını yıkıyor, babalar da oğullarıyla basket ya da futbol oynamaya gidiyor. Aynı eski günlerdeki gibi yani. Çocuklarımızı kendi cinsel kimliklerinden nefret ettirmeden büyütmeyi beceremiyorsak yuh bize! “
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2010
Şükürler olsun! Nihayet aynı fikirde olduğum pedagoglar buldum. Sevgili okur, benim bir tezim var, sıkı dur şimdi. Günümüz anneleri (biz yani) çocuk yetiştirirken, biraz ayarda kayma oldu. Erkek çocuklarını efendi, terbiyeli yapıcaz derken bazılarımız ölçüyü kaçırdı. Uzmanlar her işimize karışmaya başladı. Neymiş efendim kovboyculuk, kılıççılık oynamayacaklarmış, şiddet şeyediyorlarmış. Ben yırtıyordum kendimi, “böyle erkek çocuğu mu yetiştirilir?” diye, laf anlatamıyordum.
Pedagog 1: Hiç yakışıyor mu şimdi o kılıç sana Atahan? Mehtap Hanım, böyle şiddet içerikli oyunları hiç tasvip etmiyoruz artık.
Ben: Neyi tasvip etmiyoruz? Korsan oldu çocuk ne var?
Pedagog 1: Olmaz, böyle oyunlar oynatmıyoruz artık çocuklara.
Ben: Ben size bişi söyliyeyim mi? Sizin kafada çocuk yetiştirenler yüzünden bundan yirmi sene sonra bu memleketin erkekleri tümden efemine olursa vebali sizin boynunuza!
Pedagog 1: Ne demek o şimdi?
Ben: Zaten anlayamadığım bir moda yüzünden, 7-8 yaşında oğlan çocukları omuzlarında lüle lüle saçlarla geziyor. Bunlara böyle maskülen oyunları da yasakladınız mı, yirmi sene sonra Türkler’in soyu kurur ben sana söyliyim.
Sevgili okur, sen beni dinle. Erkek çocuklarını fazla zarif yetiştirmek, saçlarını uzatmak, kıldan tüyden işlerle uğraştırmak çok yanlış. Bak buraya dikkat et, oturt Ezel seyrettir demiyorum. Ama erkek çocuğu erkek gibi yetişmeli. Arada arkadaşlarıyla itişip kakışmalı, saçları (özellikle kimliğinin oturduğu dönemde) erkek gibi traş ettirilmeli, kovboyculuk oynamalı, bunlar normal şeyler.
Öte yandan, kız çocukları başka bir alem. Aileler akılları sıra özgüvenli kız çocuğu yetiştiriyor, ortada hanımefendilikle ilgisi olmayan, garip bir takım küçük çocuklar var. Bunlar erkek arkadaşlarına tekmeyle giriyor (ve oğlanlar çığlık çığlığa kaçıyor böyle olunca) tükürüyor, küfrediyorlar. Bir kız arkadaşı oğluma öyle bir el hareketi yapmış ki... İnan kafayı yersin sevgili okur. Bazı babalar, kızı birine vuruyorsa, tükürüyorsa bırak “ayıp” demeyi neredeyse gurur duyarak anlatıyor. Anne kızını Barbie bebekle oynatmıycam derken işin ucunu kaçırıyor iyice. Yalan mı?
Ben: Bu pozitif ayırımcılık olayının suyu çıktı! Oğlanlar koşmasın, itmesin, korsancılık oynamasın. Ama kızlar özgüvenli olsun, itsin, vursun, savursun... Benim aklım almıyor.
Pedagog 2: Yanlış düşünüyorsunuz.
Ben: Zaman benim haklı olduğumu gösterecek. Bundan yirmi yıl sonra bu memleketteki genç kızlar sakal tıraşı olmaya, oğlanlar da kırıtarak dolanmaya başlasın bi etrafta, “hey gidi hey, bi Mehtap Erel vardı, uyardıydı ama dinlemedik” dersiniz!
Pedagog 2: Mehtap Hanım pes, vallahi pes!
Ben: Benim çocuğuma ellemeyin kardeşim. Bu memleketin geleceği, soyumuzun devamı bana ve benim gibi elini taşın altına koyan, çocuğunu dramaya, piyanoya değil karateye yollayan “analara” bağlı! Vatan bize emanet şu aşamada! Bu ne ya!...
Birbirini tanımayan üç ayrı pedagog aynı şeyi söylediler. Araştırmalar gösteriyormuş ki; Çocukları yetiştirirken özellikle cinsel kimliklerinin oturduğu dönemde, çok dikkatli olmak zorundayız. Beyefendi olsun derken efemine oğlanlar, özgüvenli olsun diye “erkekfatma” kızlar ilerde hem cinsel yaşamlarında, hem evlilik hayatlarında, hem sosyal ilişkilerinde hem de kendi çocuklarıyla kuracakları ilişkilerde büyük problemler yaşamalarına sebep oluyor.
Bana kızabilirsin sevgili okur. Ama bilgisayarına davranıp mail döşemeden önce bir düşün. Kaçırmadık mı ayarı bazılarımız? Yalan mı?
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2010
Annem her türlü dalgınlığını, kardeşimi ve beni doğurmuş olmasına bağlar. “Ayy, unutmuş muyum? Hep doğumdan sonra böyle oldum.” Ama sor, babannemle ilgili her tür vakayı kronolojik sayar. Kayınvalidem de benzer özellikler gösterir ama, o çoktan seçmeli unutuyor.
Kayınvalide: Sen bana “Anne bize çok karışıyorsunuz” da demiştin. O lafı da etmiştin bana!
Ben: İftira halbuki değil mi anne?
Kayınvalide: Neye karışıyorum? Bir anne olarak oğluma yaptıklarını hazmedemiyorum. Üzüm gibi saçları vardı oğlumun. İki numara kestirtiyorsun şimdi.
Ben: Üzüm? Analojiyi anlamadım çünkü ben tanıdığımdan beri oğlunuz kabriyo.
Kayınvalide: Döktün çocuğumun saçlarını ben hatırlıyorum, siz evlenirken üzüm gibi saçları vardı.
Ben: Biz evlenirken üzüm masada meyva olarak vardı, onu hatırlıyo olmayın siz.
Kayınvalide: Onu hatırlamıyorum ama aslanlar gibi oğlum evlenirken yengem “Sizin gelin de biraz kısa” demişti bunu hatırlıyorum bak.
Kadın oğlunu fırça gibi saçlarla hatırlıyor ki, sanıyorum “oğlu” o zamanlar dört yaşında falandı sevgili okur. Saçların tepe bölümünü ODTÜ’de bırakıp mezun olduğu dönem kayıtlardan çıkmış kayınvalidem için. Buna mukabil bana “kısa” dendiği dün gibi net! Herşeye rağmen ben, oğlumun doğduğu güne kadar hafızası ile övünen bir kadınken, hayatın beni savurduğu nokta karşısında dehşet içindeyim. Doğum yaptığımdan beri eşit ağırlıkla her şeyi unutuyorum. Misal eski çalıştığım yerde:
Yenal: Peki neymiş yani? Röportajın ana fikri ne?
Ben: Çok net değilim.
Yenal: Ne konuştunuz Mehtap?
Ben: Ehm...
Yenal: Peki filmin adı neymiş?
Ben: Ezberleyemedim.
Yenal: Mehtap sen bugün bir röportaja gittin. Bu kadarını hatırlıyor musun?
Ben: Kendimi arabada hatırlıyorum, gerisinin üstünde sis perdesi var, ehehe.
Yenal: ...
Çok şeyi unutuyorum ama ben de aynı annem gibi kayınvalidemin söylediği bir takım şeyleri unutamıyorum.
Kayınvalide: Mehtap sen Sarhan’la aynı yaştasın dimi?
Ben: Evet?
Kayınvalide: Kırışık kremlerini ihmal etme, bak sonra oğlumdan yaşlı görünürsün. Doğum zaten çökertiyor kadını, bir de aynı yaştasınız...
Ben: Beni siz çökerttiniz anne, doğum yapmak diil.
Kayınvalide: Efendim?
Ben: Hı? Ne oldu? Biri bir şey mi dedi? Farkında değilim, hiç hatırlamıyorum!
Unutkanlık feci bir şey sevgili okur. Ne kadar zeki olursan ol, hatırlayamadığın anda salak durumuna düşüyorsun. Arada unuttum numarası yapıp kurtarmak da söz konusu ama bu anlar çok nadir. Hep doğumdan sonra böyle oldum. Ve sanki yaşlandıkça anneme daha fazla benziyorum. Bunu kabul ettiğim şu anı unutmak için ise komaya bile razıyım.
Son söz: Amerikalı uzman Dr. Marc Weissbluth tarafından yazılan ve Türkçe çevirisi Gün Yayıncılık tarafından “Mışıl Mışıl Uyuyan İkizler Mutlu Aileler” isimli bir kitap var. İkiz bebekler ne zaman birbirlerinden ayrılmalı, nasıl uyutulmalı gibi konularda daha çok bebekler üzerinden bilgi veren bir kitap. Neden “uyku” kısmında bu kadar uzun durulmuş çözemedim. İkizlere dair “aynı okula mı gitsinler, aynı sınıfta mı okusunlar, aynı kurs olur mu” gibi aileleri yoran çok soru varken sadece uykuya kitlenmiş Amerikalı uzmanı anlamadım.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2010
İnsan ters bir şekilde düşerse kolunu, omzunu, dizini, kalçasını kırabilir sevgili okur. Çünkü düşerken, istem dışı olarak koluyla bacağıyla tutunmaya, destek almaya çalışır değil mi? Peki düşerken darbeyi sanki eski “topçu” gibi göğüsle karşılamaya kalkarsan ne olur? Hemen söyleyeyim kaburgan kırılır. Bana da öyle oldu! Önce şunu söyleyeyim,
Allahtan “protez” yok, yoksa sırtımdan çıkmışlardı, bu kesin. Bununla birlikte acaba bir protez tampon vazifesi görür müydü, onu da bilmiyorum. Yalnız düşerken kaldırıma göğüsle girip sonra etraftakilerin şaşkın bakışları altında önce aahhhh! diye bağırıp sonra nörolojik bir vaka gibi kahkahalarla gülmek ancak benim yapacağım bir iştir. Gülüyorum ama güldükçe acıyor.
Akşam, hastanenin acilinde:
Ben: Ehihehe, ahahaha, ahhh! Galiba kaburgamı kırdım ama çok komikti!
Doktor: Bu kadar eğleniyorsanız kırmamışınızdır, merak etmeyin.
Ben: Ehihehe, yok yok bişi oldu kesin çok acıyo, ehehe, ahh!
Doktor: Buyrun bir bakalım önce.
Ben: Ehehe, evet, orası, ahh!, Eehihehehe, rezalet ya!
Doktor: Kırmışsınız evet!
Sarhan: Hadi ya! Ciddi mi? Kırılmış mı?
Doktor: Kırık, kesin. Röntgen de çekelim isterseniz ama bence gerek yok.
Ben: Çekelim yav! Elimde kanıt olsun.
* * *
Bu arada, kırık kaburga çok can sıkıcı bir şey sevgili okur. Evde benim dışımda herkes travmatik.
Ben: Ay, ay, ay çok fena, ehehehie.
Sarhan: Niye gülüyorsun alık alık? Kaburgandaki kırık kemik karaciğerine batamadı diye beynine mi batıyor, n’oluyor anlamıyorum ki? Niye kırık tarafının üzerine yatmaya çalışıyorsun Mehtap?
Ben: Bak üstüme gelme Sarhan! Kaburgam kırık, göğsüm morardı. Yarın gider bir karakola “kocam dövüyor” derim. Yaparım!
Sarhan: Hastasın sen, valla hastasın.
Ben: Ehehehe, ahh! Hastayım evet, ehehe, dönemiyorum bi yardım et, ehehi.
Sevgili okur, bu yazı bir amaca hizmet etsin bari (ilk defa bir yerimi kırıyorum, çok heyecanlıyım, o yüzden dağıttım konuyu). Al sana sözün özü: Düşerken göğüs kafesinizle değil elinizle tutunun. Aksi takdirde nefes alırken bile acıyor yemin ederim. Ha, bir de! En zavallı halinizde dahi siz gülecek gücü kendinizde bulabiliyorken bunu “alık” bulan bir adamla evliyseniz, boşayın gitsin! Bu
ne ya!
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2010
Sevgili okur, böyle şeylere pek inanmam ama, bizim eve yakın okullardan biri “Anne Baba Okulu” açınca, yakın bir arkadaşım beni yakamdan tuttuğu gibi götürdü. 4-6 hafta arası sürecek bir seminer. Bize doğru anne baba olabilmeyi öğretecekler. Sunay: Bak seni götürüyorum ama rica ediyorum bir dengesizlik yapma, olur mu?
Ben: Aşkım benden utanıyor musun? İtiraf et!
Sunay: Hayır ama lütfen sessiz bir şekilde dinleyip kalkıcaz tamam mı?
Annem de böyle tembihler beni. Fakat benim annem, “anne baba okuluna” gitmediğinden olsa gerek, tembihlerine uymazsam cimciklemeyi ihmal etmez.
Annem: Eşek kadar kadın oldun hala ağzından çıkanı kulağın duymuyor. Kızım, boğaz dokuz boğum. Konuşmadan önce dokuz kez yutkunacaksın.
Ben: Ne dedim ben şimdi ya?
Babam: Şunu götürme dedim sana dimi Leyla. B..k varmış gibi götürüp akrabaların arasına sokuyosun.
Ben: “ŞU” dediğiniz adam koskaca yazar yalnız. Hiç saygı görmüyorum hiç, cık cık cık.
Babam: Salağa bak! İmza mı istiycez senden?
Annem: Salak deme çocuğa!
Ben: Bu işte! 36 yaşına geldim hala çocuk muamelesi. Sonra benden olgun kadın rolü istiyorsun anne. Çıkmıyor tabi.
Annem: Cevap verme çarpıcam şimdi bi tane!
Anne baba okulundaki pedagog, tahmin edeceğiniz gibi dayağa karşı ama ne yazık ki annem bunu bilmediğinden elindeki nihaleyle omzuma vurdu. Olsun! Hak etmiş olma ihtimalim yüksek. Akraba toplantısındaki hanımlara, “oh valla gömdünüz kocaları keyfiniz yerinde” demem pek hoş kaçmamış olabilir.
Okulda, bebekliğin ilk iki sene sürdüğünü öğrendim. Pedagog dedi ki; “İlk iki sene ne yapıp ne yapmadığımız mühim, çünkü çocukların kişiliği bu iki senede şekilleniyor. Bu dönemde sıkıntı yaşayan çocuk ilerde psikopat çıkabiliyor” falan. Kabaca önerme bu! Ve tahmin edeceğiniz gibi bu önerme bana ters!
Ben: Ben bişi sorabilir miyim?
Pedagog: Buyrun?
Ben: Bu mudur? Yani topu bize öyle bir attınız ki, bunun altından kalkmak mümkün değil. Genetik faktörlerin hiç rolü yok mudur? Babanneden geçen huyların çocuk üzerinde etkisi yok mudur?
Pedagog: Anane değil babanne öyle mi?
Ben: Hocam hiç bana analiz yapmayın moraliniz bozulur. Ben cevabı alayım.
Hiçbir çocuk doğuştan psikopat olmuyormuş. Biz yapıyormuşuz. Ala! Ben de zaten üç aylık olup histeriyonik kişilik bozukluğu gösteren bebek duymadım. Ancak genlerle geçen bir takım huyları da inkar edemem.
Annem: Hep babanın pis huyları bunlar. Al birini vur ötekine!
Babam: Ne münasebet! Benim yarım kadar kafası çalışsa daha ne isterim ben. Bu düşünmeden konuşmalar hep senin sülalenin huyları.
Ben: Siz böyle beni paylaşamıyorsunuz ya. Ben bi duygu seli oluyorum, bi hisleniyorum anlatamam.
Babam: Bak bak ironi yaptı! Neler de bilirmiş! Mehtap Hanım bi imzalı resminizi alabilir miyim?
Ben: Yazıları milyonlara ulaşan, kıymetli ve yetenekli bir kaleme, bu düdük muamelesi hoş kaçıyor mu?
Annem: Az bile kaçıyor! Ben benden çıkanın ne olduğunu bilmiyor muyum?
Sunay’a söz verdim. Uslu durmak kaydıyla anne baba okuluna gidebileceğim. Anneme de söz verdim. Köşemde kullandığım en ciddiyet resmimi büyütüp imzalayıp, salona asmaları koşuluyla hediye edeceğim! Bu arada olacağı biliyorum:
Annem: Kızım sen gerizekalı mısın? Niye yazıyorsun sana nihaleyle vurduğumu?
Ben: Komik geliyo bana, ehehihü, ne var?
Annem: Allah cezanı vermesin, rezil ettin bizi cümle aleme!
Babam: Boşver Leyla, nasılsa bizim soyadımızı kullanmıyor artık. Dünürler düşünsün!
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2010
Şimdi sevgili okur, bir konuyu açıklığa kavuşturalım. Bazı “meslektaşlar” yüzünden bu işin adı çıktı. Biri bir yer öneriyor, bir şey tavsiye ediyorsa, ben dahil herkes acaba bu yazara ne hediye edildi de bunu yazdı diye düşünüyoruz, değil mi? Şimdi sana şunu söyleyeyim, ben hiçbir zaman bana bir şey verildi, bedava bir şey sunuldu falan diye yazı yazmam. Çünkü bunu kabul etmem. Bu köşe benim için üç-beş kuruşa kiraya veremeyeceğim kadar kıymetli. Benim kendime ve sana olan saygım spa karşılığı yazı yazmama engel. Şimdi, bu noktayı açıklığa kavuşturduğumuza göre:
Benim Uzakdoğu savaş sanatlarına büyük ilgim var. Oğlumun bu sanatlardan herhangi biriyle ilgilenmesini de çok istiyorum. Atahan iki senedir, 4. dan kara kuşak Tuncer Karataş eğitmenliğinde aikido yapıyordu zaten. Fakat aikido fazla sistematik geldiği için sıkılıp bırakınca ben yıkıldım. Çünkü her yere çocuk götüremezsin, herkese emanet edemezsin. Şükürler olsun ki, Tuncer Hoca’nın dojo’sunda Türkiye’ye enshin karate olayını getiren (havalı yazıcam bak) Sensei Bülent Büyük ders vermeye başladı. Şimdi “Enshin Karate” ne, diyeceksiniz. Şöyle söyliyeyim; süper bir şey! Atahan’ı yazdırdım (parasını ödeyerek), derslerini seyrettim ve olay beni acayip sardı. Bunun üzerine denemek için ben de yetişkin derslerine girdim.
Ben: Hocam şimdi ayağa hareket var mı? Ben ayağı ellemek konusunda sıkıntı yaşayabilirim.
Bülent Hoca: Ayağınızla süngere hareket yapmak konusunda ne hissediyorsunuz?
Ben: Şimdi bana zen falan yapmayın, direkt olaya girelim hocam. Ben nereye vurucam bana onu söyleyin.
Bülent Hoca: Önce ısınıcaz Mehtap Hanım.
Ben: Koşcaz mı? Koşarsam terlerim, bu sefer saçım bozulacak.
Bir süre sonra;
Bülent Hoca: Sırayla yan tekme, düz tekme, hadi bakalım.
Ben: Ahhh!
Bülent Hoca: N’oldu?
Ben: Ay lensim kaydı galiba, bi saniye.
Bir süre sonra;
Bülent Hoca: Buraya tekme, hadi.
Ben: Hocam ben yoruldum, şöyle kenara çekilip onurlu bir şekilde bakarak dinlensem? Samuray hesabı, ehehe.
Bir süre sonra;
Ben: Hocam, bu beyaz kostümlerin altına çıplak ayaklayız ya...
Bülent Hoca: Evet?
Ben: Kırmızı oje acayip iyi duruyo ha, çok estetik oldu. Yalnız bu beyaz karate kostümü şişman mı gösteriyo ne?
Bir süre sonra;
Ben: Hocam, şimdi iki arkadaş gelsin bana doğru bakalım ne yapabilicem.
Bülent Hoca: Ne gibi?
Ben: Hocam bak ben havaya giriyorum şimdi, tamam mı? İki arkadaş saldırsın bana, bakalım ne öğrenmişim. Ay nov jinjitsu, ehehe.
Bülent Hoca: Mehtap Hanım, hasta ettiniz beni, gerçekten.
Ben: Peki, ağaç keselim o halde, şu ufaklardan.
Bülent Hoca: Bonzai?
Tahmin edebileceğiniz gibi Bülent Hoca beni dersten çıkardı, ama yan sınıfta aikido dersi vardı. Ben de hazır kostümlüyüm, izin isteyip o sınıfa girdim.
Ben: Tuncer Bey, bişi diycem ya. Sizin kıyafetler böyle havalı falan böyle siyah etekliklerle de bu “enşın karate” olayı daha heyecanlı sanki.
Tuncer Hoca: Hangi eteklikler Mehtap Hanım?
Ben: Üstünüzdeki.
Tuncer Hoca: Mehtap Hanım onun adı hakama.
Ben: Peki o halde. Ben hakama giyip “enşın” olayına girebiliyor muyum?
Tuncer Hoca: ...
Son Söz: Atahan dört aylık bir aranın ardından yeniden dojo çalışmalarına başladı. Ben herkesin, ama özellikle çocukların, kendilerini korumayı öğrenmesi taraftarıyım. Çocuk kayıplarındaki ve tacizlerindeki artış rakamlarını gördükçe, kız ya da erkek fark etmez, kendini savunmayı öğrenmenin ne kadar mühim olduğunu düşünüyorum. Ha şu var; 7-8 yaşlarındaki bir çocuk, 40 yaşında bir çocuk tecavüzcüsüne karşı kendini karate veya aikido yaparak ne kadar koruyabilir? Bilmiyorum! Bildiğim bir şey var, Uzakdoğu savaş sanatlarının arkasındaki felsefe, disiplin ve özlük becerilerini alabildiği müddetçe belki daha az panikleyeceğinden, korkudan sesi kısılacağına en azından yardım çağırmak için bağırabilecek kadar kendini toparlayabilir. Ha, bu arada doğru yere, doğru şekilde atacağı tekmeyi bilmek de polis gelene kadar hayli iş görür sanki. Önemli olan çocuğu bu işi gerçekten severek yapan uzman eğitimcilere emanet etmek. Zanhin Dojo’yu gönlüm rahat tavsiye ediyorum. Ders ücreti aylık 150 lira. Telefonları, (212) 605 10 26, (535) 357 80 61.
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2010
Delilikte kur atladım sevgili okur. Şu an başka bir boyuttayım artık ve sen de kendini koru benden. Oğlum geçen gece uyanıp başucuma geldi ve... Atahan: Anne anne. Anne çok korktum. Ben uyuyodum. Sen Atahan! ATAHAN! diye bana çok kızgın, bağırdın. Ben kalktım. Sesin mutfaktan geliyodu. Ben kızdığın için yanına gelecektim ama mutfağın ışığı kapalıydı. Çok korktuğum için mutfağa giremedim. Babamın yanına geldim. Ama sen yatıyomuşsun. Ama bana mutfaktan bağırıyodun!
Normal bir anne ki, o annenin bu yazıyı yazıyor olması gerekirdi belki de, “Rüya görmüşün yavrum” deyip hayata devam ederdi. Oysa ben sevgili okur, ben senaryoyu yazdım. Evimize bir cin dadanmıştı ve oğlumu gece huzursuz ediyordu. Benim sesimle çocuğuma seslenip uykusundan uyandırıyordu. Benim evimde! Benim çocuğuma! Yerim öyle cini ben haberi yok ama.
Sarhan: Hayırdır?
Ben: ...Ve min şerri hâsidin izâ hased...
Sarhan: ...
Ben: Felak, Nas, Ayet’el Kürsi üçlemesine girdim. Her akşam evi okuyup üfliycem.
Sarhan: Niye?
Ben: Egzorsizm oğlum. Cin çıkarıyorum evden.
Sarhan: O ne demek ya?
Ben: O gelecek benim oğlumu uyandıracak gece, ben bişi yapmıycam ha? Benim evim, benim kurallarım. (Tavana bakarak) Adamı naparım bilmiyor tabii di mi?
Şimdi sevgili okur. Doğumdan sonra lohusa basması denen bir hadise varmış. Bana da bahsedilmişti bu durumdan. O zaman da sirkeli okunmuş suyla bütün evi taramış ve yine çok sıkı güvenlik önlemleri almıştım. Acayip korkmuştum ama korktuğumu belli edersem gelir de bebeğimle bana musallat olur diye kuyruğu dik tutmaya çalışmıştım. Gece emzirmeye kalkıyordum, -konuya da tam hâkim değilim- ya bir şey gelir de eliyle ağzımı kaparsa falan diye bir tırsma var içimde ama dışardan gör beni, “O eli alır kırarım” havalarındayım. Bu ara yine o günlere döndüm resmen. Bu şartlarda en azından çocuğun huzuru için, aklıselimin davet ettiği yer bir pedagog olabilir belki, ama ben soluğu bizim camide aldım.
Ben: Bi kere sizin dinen inanmanız gerekiyor bu işlere. Bizim evde cin gibi bişi var, çocuğu rahatsız ediyor.
İmam: Ama yani, bakın şimdi...
Ben: Ben ön çalışmayı yaptım hocam. Sizi son vuruşu yapmanız için çağırıyorum.
İmam: Bakın ama...
Ben: Korktuğunuzu söylemeyeceksiniz inşallah, gelip okuyup üflüyosunuz, gerekli su saçmaca, kurşun dökmece, artık Allah ne verdiyse yapıyorsunuz. Parayı düşünmeyin
İmam: Ama...
Ben: Ama yok! Ama naz yapmıyoruz! Rahipler hep yapıyor, sizin neyiniz eksik?
İmam: Neyi yapıyo rahipler?
Ben: Filmlerde şeytan çıkarmaca, “dimın” kovmaca.
İmam: Kimi? Kim?
Ben: Hocam imam hatiplerde İngilizce yok mu? Bir de bizi normal liseyle bir sayın diyosunuz.
İmam: ...
Ben: Bakın memleketin imama da ihtiyacı var. Şu an benim işimi ne bir mühendis görür ne avukat. Bana imam lazım. Şimdi sessizce gidiyoruz bize, siz işinizi layığıyla yapıp beni huzura erdiriyorsunuz.
İmam: ...
Ben: Hocam beni zor kullanmak zorunda bırakmayın, böyle sevimli durduğuma bakmayın.
İmam: Sevimli?
Sevgili okur, sen boşver aklıselimi. Selim kim? Benden zeki olduğunu ne biliyoruz? Evdeki durum buysa çocuğun yastığının altına minik bir Kuran koy. Başucuna Cevşen as. Her akşam yatmadan önce de Ayet-el Kürsi, Felak ve Nas surelerini oku. Valla ben şu an öyle yapıyorum. Tırstığım anda benim diyen hocaya nal toplatırım.
Son söz: Ben pedagog olmadığıma göre, sana şunu yap bunu yapma diyemem sevgili okur. Hiçbir anne çocuk yazarı diyemez aslında ama bakma diyorlar! Yalnız “Peki, sen ne işe yararsın?” deme bana, sakin ol. Ben sayfalar dolusu araştırırım, kaynak bulurum, uzman görüşü alırım, çeviri yaparım ve özetini yazarım. Buna göre;
Çocuğunuzun uyurken, REM uykusuna (derin uyku) geçmeden önce aniden korkması ve çığlıklar atarak uyanması haline night terror (gece terörü) deniyor. Yapılan çalışmalar her 100 çocuktan üçünün gece terörü yaşadığını gösteriyor. Hormonsal bir- takım sebeplerle de çoğunlukla erkek çocuklarda görüldüğü BBC tarafından rapor edildi. Gece terörü çocukta kalıcı bir sıkıntı yaratmıyor, ilerleyen yaşla birlikte geçiyor. Engellemek için yatmadan önce çocuğa ılık bir banyo yaptırıp, ılık süt içirmek ve keyifli bir hikâye okumak, mutlaka pedagojik yardım almak tavsiye ediliyor.
Al sana güldürürken öğreten biricik yazar modeli. Hem eğitsel hem komik. Daha iğrenç olamam herhalde. Kaynak:
www.kidshealth.org,
www.familydoctor.org,
www.bbc.co.ukYazının Devamını Oku 6 Şubat 2010
İkinci dönemin başında, şu eğitim camiasına bir ikaz yapayım diyorum. Sevgili okur, sana da bazen okullar kendilerini fazla ciddiye alıyorlarmış gibi geliyor mu? Bazı meslek gruplarında bu var çünkü. Misal; tıp sektöründe çalışanlar, hayatlarının büyük çoğunluğunu hastanede geçirdiklerinden sosyal hayatta da etraflarındakilerle “NEŞTER!” der tavırla hitap etmiyorlar mı? Ya da askeri kökenliler... Benim amcam mesela hava kuvvetlerinde binbaşıydı. Rahmetli şeker gibi adamdı ama kuzenler ve biz ara ara hazır ola geçerdik. Aynı hissiyatı okul çalışanlarında da görmeye başladım ve içimi bir hüzün kapladı. Böyle durumlarda kendimi çözümsüz bir hastalıkla karşılaşmış bilim insanı gibi hissediyorum. Sorunu görüyor ama çözüm üretememekten kaynaklanan bir bunalım yaşıyorum. Misal:
Müdür: Okul çıkışı çocukların bu bölgede koşmalarına izin vermiyoruz.
Ben: Buyrun bakalım! Niye?
Müdür: Çünkü düşerler ve düşerlerse veliler bize “Vay burası niye bu taştan döşendi, çocuk kaydı” bilmem ne diye sorun çıkarır.
Ben: Koşmasınlar o zaman öyle mi?
Müdür: Dışarıda koşsunlar.
Ben: Okul dışında kafalarını patlattıkları müddetçe sizin için hava hoş yani?
Müdür: Tabii ki öyle bir şey demiyorum Mehtap Hanım.
Bununla kalmıyor tabii sevgili okur:
Öğretmen: Sınıfa yasak getirdim; bundan sonra haftada bir gün, sadece Sünger Bob seyretmelerine müsaade ediyorum.
Ben: Hadi bakalım!
Öğretmen: Artık her akşam çizgi film seyretmek yok. Hele o Spiderman’ler, Ben 10’ler hiç yok.
Ben: Süper! Başka? Mesela biz ne izleyelim? Bize yönelik yasaklarınız var mı? Evde çorapla gezebilir miyiz, yoksa terlik şart mı? Mercimek çorbasını taneli mi içelim, blenderdan mı geçirelim?
Öğretmen: Sizi de çocuk gibi büyütüyorum valla Mehtap Hanım.
Ben: Hocam bişi demiyorum, yani hazır iç işlerimize bu kadar girmişken tüm diğer konularda da bizi aydınlatın ki ben de bi rahat edeyim artık, boşa çıkayım...
Eskiden aileler çok eğitimli olmadığından, okuldaki çocukla birlikte evdekileri de eğitmek gerekiyormuş ya, aradan kırk yıl geçti ama okul çalışanlarının ailelere çektiği muamele hala aynı. Şöyle düşünün, benim genetikçi arkadaşım çocuğunun okulunda, ilkokul ikiden terk muamelesi görüyorsa burada bir aksaklık var demektir.
Müdür: Atahan teneffüste kovboyculuk oynuyor, öyle oyunlar yasak annesi. Böyle şiddet içerikli oyunlar oynamıyoruz, öyle çocuk yetiştirmiyoruz artık.
Ben: Ya Allaam ya, Allaaam ya. Müdür Bey, siz çocukluğunuzda kovboyculuk oynamadınız mı? Şiddet içerikli bir insansınız da bizden saklıyor musunuz? Kovboyculuk oynamayan oğlan çocuğu olur mu?
Müdür: Artık öyle yetiştirmiyoruz çocukları, bakın satranç dersi koyduk okula.
Ben: Ha aferin! Yarın büyüdüğünde minübüs şoförü dövmeye kalkarsa öldürene kadar şah çeksinler zaten. Bravo!
Müdür: Mehtap Hanım...
Ben: Ben Karadenizliyim. Oğlum Barbie bebekle oynamaya başlamamış, bana oyun şikayetiyle gelmeyin Müdür Bey.
Ciddileşelim sevgili okur. Tamam, eğitimcilerin ailelere desteği çok gerekli ve elbette bu işin içindeki insanlar olarak önerilerini bizlerle paylaşmalılar. Herkesin nerede duracağını bildiği bir yerde, benim kimseyle zaten sıkıntım olmaz. Sıkıntım; duracağı yere beşinci vitesle girenlerle. Eğitimcilere benim “önerim” bize “öneri” getirirken kendilerine şu soruyu sormaları; “ben bunu söylediğim anda, bu ailenin iç işine ne kadar karışmış oluyorum?” Sıkıntı bu kadar basit aslında. Tüm mevzu vites ayarında!
*
Sevgili okur, çok genç yaşlardan beri ne zaman daralsam ya da beni üzen bir hadise yaşasam kendimi kitaplara veririm. Diyelim çok üzgünüm, ilk işim kitapçıya gidip 5-6 tane kitap almak olur. Sonraki günlerimi insanlarla minimum kontak, yatak, kitap şeklinde geçiririm. Psikolojim normale dönene kadar kitaplara yapışırım. Terapiden ucuza geliyor. Çocuklara yapabileceğimiz en büyük iyilik, onları okumaya alıştırmak. Bu da okulda değil evde olacak bir şey. Bizi okurken görmeleri lazım. Okumak çocuklar için yemek yemek, diş fırçalamak gibi bir rutin olsun istiyorsak önce biz okumalıyız. Size bence günümüzün en iyi edebiyatçılarından Tahir Musa Ceylan’ın, Yarım Adamın Aşkları isimli kitabını tavsiye ediyorum. Müthiş bir tasvir yeteneği, güçlü bir anlatım, olağanüstü bir yazar. Beni bu kadar etkileyen bir edebiyatçıyı tanımanızı tüm kalbimle isterim.
Yazının Devamını Oku