Bir haber okuyorum. Haberde diyor ki: “İstanbul’un kronik sorunlarından trafiği çözmek adına en önemli adımlardan biri atıldı.” Pek güzel. Eğer bu sabah Ataşehir’den Üsküdar’a 1 saat 50 dakikada geçmeseydim belki inanırdım bile. Ama yine de
böyle iyi niyetli denemelere bir şans vermek lazım. O sebeple önerilere bir göz gezdiriyorum, bakalım olur mu olmaz mı...
Besleyici bisiklet güzergâhları oluşturulacakmış. Böyle şeyleri duyunca aklıma hep aynı hikâye gelir. Bir köpek eğitmeni bizim labradora bakıp “Bunlardan çok iyi rehber köpek oluyor da bizde çalışmıyor” demişti. “Neden” deyince “Çünkü bir yıl eğitiyoruz, her şeyi öğretiyoruz, sonra hayvan trafik lambası yeşil yandı diye sahibini karşıdan karşıya geçirmeye çalışıyor, minibüs gelip ikisini de alıyor altına. Köpeği eğitiyoruz da kalan insanları eğitemiyoruz kurallara uymaları için” cevabını almıştım.
Bisiklet güzergâhı oluşturursunuz, oraya araba park ederler. Olacağı net olarak budur. O bisikletlerin yüzde 20’sinin yıl sonu o trafikten sağ çıkamayacağına da
bahse girerim.
Okulların açılması şehrin yeni sezonunun tamamen başlaması demektir, bunu tescil eder. Diyebilirsiniz ki bu da uzadıkça uzadı, her sezon biraz daha tadı kaçıyor. Doğrudur ama yapacak bir şey de yok. Ben de bu sezondan büyük beklenti içinde değilim. Geçen hafta dolu dolu yaşadığım ilk bölümden enstantanelerden bazılarını anlatayım, nedenini kendileri göstersin.
Elimdeki pet şişeyi yanımdan geçen okul servisine fırlattım ve vurdum. Çünkü sabahın 6.30’unda ara sokakta sapık gibi hız yapıyordu. Durup “Ne atıyorsun” deseydi, “Aracın içinde çocuk var, sokakta çocuk, kedi, köpek ve dahi yetişkin insan var, sen neyin peşindesin” diyecektim. Nasıl bir zırvalık içinde olduğunu kendi de biliyor olsa gerek durmadı.
Bir tane gayri-Türkiyeli çocuk, ailesinin elinden kopup koştura koştura gidip sokak köpeğine tekme attı. Ben de kopup koştura koştura ona tekme atacaktım, yaptırmadılar. Babasına çemkirdim, dil bariyerine rağmen “Bu senin oğlanı kaldırır çöp kutusuna atarım, hiçbiriniz de alamazsınız elimden” dediğimi anladı
az çok. Üç tane ergen gerzobaş evin önünde geçerken ellerindeki şişeleri yere atıp kırdılar. Bir posta da onlara kükredim. Birinin anlık testosteronu fazla kaçmış, cevap verdi. “Sen az dur, geliyorum aşağı” dedim. Ben inene kadar değerleri normale dönmüş olacak ki uzamıştı. Apartmandan çalı süpürgesi alıp kaldırımı süpürdüm. ‘Herkes kendi kapısının önünü süpürse’ uygulamalı versiyon oldu. Herkes kendi kapısının önünde taşkınlık yapanı da tartaklasa yeme de yanında yat.
Kendimi yetkili ilan edeceğim
Hayırlı işler. Mavi turdan geldim, notlarım var, iletiyorum.
* Bir memlekette kamusal alan kullanımı karada nasılsa suda ve havada da öyledir. Bizde mesela biliyorsunuz kamusal alan babamızın çayırı gibi, adeta orada bizden başkası yokmuş ve olmayacakmış gibi kullanılır. Suda da böyle. Yanınıza yanaşan teknenin gürültü yapmamak, sizi rahatsız etmemek ve içtiği sigaranın izmaritini denize atmamak gibi bir derdi olmasını beklemeyin. Boşuna beklersiniz.
* Çocukları çok bağıran insanlar var, aynen karada olduğu gibi... Tabii ki çocuktur, bağırır. Ama çok bağırıyorsa, genellikle ebeveyni de çok yüksek bir insan olduğu, o da sürekli bağırarak konuştuğu için bağırmalı bir çocuk oluyor bu. Bu da böyle bir gözlemimdir. Az çok böyle olduğuna da eminim. Açık alanlarda bu bağırmalar bir de yankılana yankılana geliyor ki seyreyle eğlenceyi.
* Adapsızlık bulaşıcıdır. Kendi memleketlerinde bazı kuralların tepesinde zıplayamayacak olanlar gelir sizin memleketinizde zıplar. Misal, bir koya girdik. Her koy gibi burada da gece belli bir saatten sonra teknelerde müzik açmak yasaktı. Fakat içinde bol miktarda Amerikalısı olan bir tekne gecenin 3’üne kadar partiledi. Bir de biliyorsunuz Amerikalılar dünyanın en ilginç olmayan anılarını bile olanca bir coşkuyla anlatır ve bağırmalı şaşırmalarla karşılarlar. Bunlardan da bol bol yapıldı. Ne kendi kaptanları uyardı ne diğer tekne kaptanlarından biri gidip “Burada böyle bir kural var yalnız” diye hatırlattı. Denizcilerimiz ‘Kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyelim, yarın bizim teknemize de dolar sahipleri biner, gürültü yapar belki’ diye olayı sineye çektiler. Olan, koyun diğer sakinlerine oldu.
* Jet-ski kullanan insandan vatana millete hayır gelmez! Motoryatlı abilerden biri yan koydaki tatil köyünden jet-ski getirtti. Onunla akşama kadar, olanca göbeği ve olanca hızıyla yüzenlerin arasından yanlaya yanlaya geçti. Böyle şeylere de aslında sahil güvenlik baksa iyi olur ama işte malum, bizde bu tip taşıtlara sonsuz tolerans var niyeyse.
* Okluk Koyu tarafına gitmeyin, insanın siniri bozuluyor. Yani yapılaşmanın da bir duru durağı, bir adabı olur...
Bir yerden konu açıldı. Reddit’te (ABD merkezli bir forum sitesi) bir tane “Geç öğrenilen, herkesin bildiği şeyler” başlığı açılmış. Bunu bir vesileyle açmış ve bazı başlıkların üzerine konuşmuş olduk. İçinde “Hayat hızlı geçiyor ve bu bir yerden sonra biraz da iş, işten geçince fark edilebiliyor” temalı ‘şeyler’ de var, “Midilliler bebek atlar değildir” gibi maddeler de... Görünüşe göre midillinin bebek at olmadığını epey ileri yaşlara kadar bilmeyenler varmış. Aynı şekilde adaların oldukları yerde yüzen kara parçaları olduğunu düşenenlerin sayısı da olması gerekenden çok çıkmış. Arada tabii “Araba sıvılarının sık sık kontrol edilmesi gerekli” gibi günlük ve “Asla kayınpeder ve kayınvalidenizin size taşınmasına izin vermeyin” gibi tavsiyemsi maddeler de var.
Malum ne konudan bahsedersek bir süre sonra telefonda onun reklamıyla karşılaşmamız gerekiyor. Biz de bu hayat tavsiyelerinden, geç öğrenilen şeyler konularından geyik seviyesinde de olsa bahsettiğimiz için cihaz benim bu tip tavsiyelere çok düşkün olduğum, çılgınca ihtiyaç duyduğum yanılgısına kapılmış. Bana her yerden “Hayatınızı değiştirecek 10 tavsiye”, “Bu 20 şeyi bugüne kadar öğrenmediğinize pişman olacaksınız”, “Bu 14 şeyi bile mi bilmiyorsunuz? Boşa yaşıyorsunuz” gibi reklamlar çıkarmaya başladı. Bir noktada insan merakından değil, sinir basmasından tıklıyor bu linklere.
Size iyi gelecekse...
Tıklayınca da artık vur patlasın çal oynasın! Bir Reddit’linin eğlenip arada da “Gençler, arabanın yağını unutmayın” tadındaki şapşikli ama işlevsel önerilerine, bir de telefonumun beni savurduğu yerli milli girişimcilik sitesinin tavsiyelerine bakın: “Hayır demeyi öğrenin, eğlendiğiniz bir işte çalışın, sadece para için çalışmayın, öğrenmeyi asla bırakmayın, hayatın yanınızdan geçip gitmesine izin vermeyin, kendinize iyi bakın, teknolojinin esiri olmayın…”
İnsanın veya toplumların ilerleyişi her zaman lineer değil. Yani her zaman daha iyiye, daha ileriye gidilmiyor. Mesela Antik Yunan’a gidip baksan “Ooo buradan sonra bazı konular sürekli iyiye gider” dersin. Ama sonra karşına ortaçağ çıkar. Yani 2 ileri 1 geri olabilir.
Şimdi mesela “Eskiden televizyonlarda ‘Siyaset Meydanı’ gibi her görüşün tartışıldığı programlar vardı. Oradan şu anki ‘körler sağırlar yaygara yaparak birbirini ağırlar’ noktasına nasıl geldik” deniyor ya? Belki bunun cevabı biraz o lineer olmamadır. Ya da herkes bir yere giderken biz tersine doğru gitmişizdir. Neyse.
Tartışma programı olmaması bir sorun tabii ama tartışma kültürü, becerisinin olmaması daha büyük bir sorun. Eksik olmayalım, kavramsal düşünme, anlamlı bir tartışma yürütme konularında sahada yokuz.
Mesela Oğuzhan Uğur’un YouTube’u kıran formatının iki bölümüne bakayım dedim. 15’er dakika bakınca sinir bastı. Konuklar zaten sorulabilecek soruları tahmin edip kâğıda 20 soru yazsa 20’si de tutar. Buna rağmen hazırlıksızlar. Hadi onları geç, asıl karşılarındaki sorucuların amacı tartışmak, soru sormak, cevap almak değil. Laf sokmak. Herkes kendince bir laf iteleyip, kendi kanadının ‘helal olsun, ne güzel laf çaktı’sını alıp kabararak yoluna devam ediyor.
Bunu gündem olan her tartışmada görmek mümkün. Mesela sokak köpeği fişleme aparatı ‘havrita’ üzerinden 150 bininci kez çıkan hayvanat tartışmasına bakalım. Ben mesela merak ediyorum insanlar nasıl argümanlar kuruyor diye. Argüman falan göremiyorum. Ya da çok az görüyorum. Sürekli karşısındakine ‘itperest, köpektapar’ diye kendince laf sokan bir ekip var.
Birisi ‘parodi’ olduğunu da belirterek teorik bir etik tartışması yapalım demiş ve sokak hayvanı sorununu trafik sorunuyla maliyet, insana yarattığı sorun, çevre gibi konularla karşılaştırmış. Altında bu teorik tartışmaya katılan birini görürüm diye bakıyorsunuz. Ama sadece küfür kâfir ve ‘boş yapmışsın’cıları görüyorsunuz. E, sen dolusunu yap kardeşim, elini tutan mı var?
Bir arkadaşımız turistik ziyaret amacıyla iki günlüğüne İsrail’e gitmişti zamanında. Kapıda çok mesele çıkmış. Bilirsiniz bizim pasaporta bazen, bazı yerlerde spontan problemler çıkar. İşte ‘Niye geldin, kesin ona mı geldin, ne bilelim ona geldiğini, ya geri dönmezsen de bizim muhteşem ülkemizde kalmaya çalışırsan’ falan...
Neyse konu uzamış. İçeride bir odada böyle uzun uzadıya sorguya dönmüş. Az daha uzayınca arkadaş hafifçe uzanmış, karşıdaki memura “Sen versene şunu bana” diyerek elindeki pasaportunu almış, kalkmış, çıkmış. Arkasından “Nerede gidiyorsunuz hanımefendi” diye gelerek şaşakalan memura da güzelce çemkirmiş: “Ben buraya turistik ziyaret için gelmiştim ama ülkenizi göreyim diye o kadar da ölmüyorum açıkçası. Geldiğim gibi uçağa bineceğim,
2.5 saat sonra İstanbul’da, 4 saat sonra kanepemdeyim.
Havayollarının bankoları ne tarafta, onu gösterin bana.”
“Ama böyle gidemezsiniz” falan demişler. “Ya kardeşim” demiş, “Giriş yapmadım zaten. Ha, çok istiyorsan al pasaporta ‘deporte ettim’ damgası vur. Zaten bir daha da gelmeye falan niyetim yok”. Bu alışılmadık ve samimi
Hava, sıcaklık babında her maksadını aştığında Ahmet Çakar’ın “Manası yok bu kadar sıcağın” cümlesini tekrarlamak zorunda kalıyorum. Ve Ahmet Çakar’dan alıntı yapmak sevdiğim bir şey değil. Lakin gerçekten sıcak.
Sıcağa odaklanmamak, odaklanacak başka şeyler bulmak için sosyal medyaya bakıyorum. Burada mevzu edemeyeceğim meseleleri ayıkladığımızda orada da sıcakla ilintili konuların önüme gelip durduğunu görüyorum.
Adana’da güneşe ateş açanlar her yıl olduğu gibi bu yıl da anlayışla karşılanıyor. Mikâil’in izinli olup olmadığını tartışanlar var. Kimi cümlesini daha tamamlayamadan ağzından çıkan kelimelerin erimesinden şikâyetçi. Yazcı-kışçı kavgası sürüyor. Yazcılar durumu savunmak için kışçıların kışın kat kat giyindiğini, yazın en azından insanın doğal haline daha yakın olduğunu anlatıyor. Bence insanın şu sıcakta önü arkası belli bir argüman kurabilmesi bile kaliteli bir yazcı olduğunu gösterir. Benim zekâ seviyem herhangi bir konuyu anlamlı bir bütün olarak konuşmama yetmeyecek kadar düşüyor bu iklimde.
Söyleneni de sınırlı anlıyorum. Cevabım da genellikle “Çok sıcak” oluyor. Bu hafta editörüm bana “Ne yazarsın” diye sorduğunda da “Çok sıcak” dedim. Bunu aslında gün içinde 150 kere yaptığım bir durum tespitini tekrar paylaşmak için şey etmiştim. O da herhalde sıcakla boğuşmanın bendekine benzer etkisiyle “Sıcakla baş etme yöntemleri diye not aldım” dedi, gitti.
Sıralayacağım. Sıralamadan önce de şunu vurgulamak isterim ki ben yaza kategorik olarak karşı değilim. Denizi, kumu, kokteyli, Yalın’lı dondurma reklamlarını kim sevmez? Ama şehirde yaza biraz karşıyım. Hani hep diyorlar ya “Şehirde kedi-köpek olmaz” diye, bence de mesela şehirde yaz olmaz. Olmamalı. Yaz deniz kenarına sık gidebilenlere, bütün mevsimi orada geçirenlere gelmeli. Ya da yaz gelmesin, orada dursun, biz ona gidelim lazım oldukça.
Çivi çiviyi söker mi?
Neyse. Yöntemler vaat ettim. Şunlar kendileri:
Bir arkadaşım geldi, yeni bir diziden bahsetti. Konusunu uzun uzun anlattı. Güzelmiş, ilgimi çekti, “Ben bunu izlerim” dedim. Sonra izlemedim. Ertesi gün başka biri, başka bir dizi anlattı. O da aslında bana oldukça gelir bir konuydu. Ona da “Ben bunu izleyeyim, iyiymiş” dedim. Sonra eve gidip izlemedim.
Bir zamanlar hastası olduğum malum evrenin yeni dizilerinden birini açtım, birkaç bölüm baktım. Sonra bütün karakterlerin ta çocukluğumda izlediğim filmlerdeki karakterlerin küçüklüğü, babası, dedesi falan olduğunu görünce sıkıldım, kapattım. Bir süredir de düşünüyorum. Çok fazla içerik var hocam. Gerçekten bu kadar diziye, bu kadar belgesele, bu kadar filme ihtiyacımız var mıydı; emin olamıyorum.
Bir zamanlar sinemaya gelen her filmi izlemek, dünyada o yıla damgasını vuran bütün dizileri yakalamak mümkündü. Çok da eskiden
bahsetmiyorum. Mesela 2012’de ne var ne yoksa yetişebiliyorduk. Bütün iyi diziler, filmler, müzikler yetişilebilir miktardaydı.