Paylaş
Herhalde böyle olmamalı.
Refik Erduran’ın yıllar önce okuduğum bir romanının kahramanı kavga ettiği arkadaşının başını, Dale Carnegie’nin “Dost Kazanma Sanatı”nın ciltli kitabını vurarak yarıyordu.
Aslında bu tür bir paradoksal yapı tüm toplumsal yaşamımıza egemen değil mi?
Ağzını her açan siyasetçi önce “birlik”, “bütünlük”, “uzlaşma”, “dayanışma” kavramlarını vurgulayarak söze başlar ve sonra kimlerin bu kavramlara karşı olduklarını kendince sıralayarak “düşmanlar listesi” yapmaz mı?
Tarihe ve “bizden olmayan” etnik ve dini topluluklara karşı yaklaşımımız da böyle değil mi?
Diktatörler düşman üretir
Tarih boyunca bizden olmayanlara nasıl kucak açtığımızı, hoşgörümüzü, şefkatimizi anlatırız. Arkasından da bütün bu farklıların bize nasıl düşmanlık ve hainlik ettiklerini söyleyip, bunları iç ya da dış düşmanlar listemize yerleştiririz.
Demokrasinin ve hukukun üstünlüğü ilkesinin egemen olmadığı ülkelerde düşman ve tehdit üretmek, yönetim sanatının temel öğesidir.
Diktatörler düşmanların komplolarına rağmen halkın çıkarlarını korumak için nasıl direnip savaştıklarını anlatarak, meşruiyetlerini kanıtlamaya çalışırlar. Bir darbeyle veya bir savaş yenilgisiyle devrilecekleri güne kadar, sürekli rejimin, halkın veya ülkenin düşmanlarını üretip, onları yok etmeye uğraşırlar.
Oysa çoğulcu anayasal demokrasinin sağlığı, düşman ve tehdit üreterek değil, hem kendi toplumunun farklı kesimleriyle hem de dış ülkeler ile, ortak çıkarları, uzlaşma noktalarını, asgari müşterekleri bularak sağlanır.
Aynı şarkıyı söyletmek
Düşünceleri, dinleri, mezhepleri, kökenleri, çıkarları farklı toplum kesimlerinden bir “ulus” oluşturmak ve bütün farklılıklara ortak geleceğin heyecanı içinde aynı şarkıyı söyletebilmektir demokrasinin erdemi.
Demokratik ülkelerde bu konuda en büyük sorumluluk öncelikle iktidarda kim varsa ona düşer.
Seçilmiş iktidarlar icraatlarını ve vizyonlarını anlatmak yerine “bunların yapılmasını kim engelleyip karşı çıkıyor” söylemine girdikleri zaman, uzlaşma ve istikrar beklentisi rafa kalkar.
Ortadoğu’daki iktidarlar, başarısızlıkların nedenini kendilerinde aramak yerine ya siyonizmi ya da emperyalizmi suçlamayı yeğ tutarlar. Muhaliflerini de “dış güçlerin işbirlikçileri” diye suçlarlar.
Türkiye farklı bir yapıdadır ve bu farklılığını korumak zorundadır. Öncelikle bu topraklarda, hem zirvelerde hem de tabanda eleştiri ve özeleştiri yapmak geleneği vardır.
Erdoğan sakinleşmeli
Bu noktada AK Parti kadrolarının ve Başbakan Erdoğan’ın bu gerçekleri hiç unutmamaları gerektiğini söylememiz gerekiyor.
İkinci dönemde de tek başına iktidar olan, arkasında hem seçmenin hem de dış dünyanın desteği bulunan bir kadro üyelerinin, gerginlik yaratacak söylemlerden uzak durmaları, başkalarının söylediklerine laf yetiştirmek yerine kendi vizyonlarını ve icraatlarını anlatmaları, kendileri gibi düşünmeyenlerle aralarını iyice açmak yerine, bunlarla hangi noktalarda ortak noktalara sahip olduklarını vurgulamaları daha doğru bir yoldur.
Zaman zaman öfkeli tepkileri ile kamuoyu önüne çıkan Başbakan Erdoğan’ın, bütün yorgunluğuna rağmen, sükunet içinde bir durum değerlendirmesi yapması gerekiyor.
Siyasetçi ve devlet adamı
Şu anda AK Parti’nin karşısında ciddi bir muhalefet olmamasına rağmen Başbakan Erdoğan’ın “Biz bunlara rağmen iş yapmaya çalışıyoruz” içerikli konuşmaları, açıkçası fazla gerçekçi olmuyor. Eğer bu ruh haleti gazete köşe yazılarındaki kendisine ve kadrosuna yönelik eleştirilerden kaynaklanıyorsa, kendi partisinin seçimde aldığı oylarla, o eleştirilerin okunma oranlarını karşılaştırıp sakinleşmesi gerekmez mi?
Başarılı demokratik siyasetçi, toplumu geren değil, sakinleştiren ve farklılıkların ortak noktalarını bulup uzlaştıran siyasetçidir. Başarılı iktidarlar ise, çevrelerini tüm toplumun yelpazesine açarlar ve hiçbir kesim kendisini “nasıl olsa bunlar bize kapalı” duygusuna kapılmaz.
Geçmişte ülkesine büyük hizmetler yapan başbakanlardan hangisine, işbaşında olduğu dönemde teşekkür edilmiştir ki? “Siyasetçi” bu coğrafyada ölmeden önce “devlet adamı” rütbesini elde edemez.
Paylaş