Paylaş
Bizi etkilemek için abartılı bir söz söylemeye hazırlandığını, sol eliyle çenesini tutup, sağa doğru çekmesinden anlardık.
Örneğin ailesinden kalan Maraş’takitarlaların uçakla ilaçlanmasını, “Geçen hafta Suriye’yi havadan bombalattım” diye anlatırdı. Ya da yanında getirdiği kısa pantolonlu yoksul Alman turisti, “Ruslardan kaçırdığım Alman bilgin, şimdi garajımda devr-i daim makinesini imal ediyor” diye tanıtırdı.
O dönemde iktidarda Demokrat Parti vardı ve bizim köylü hava kötü olsa bile bundan iktidarı sorumlu tutardı.
İki günde bir sol eli ile çenesini sağa doğru çeker ve “Elbet bu memleket bizim de elimize geçecek” derdi.
Memleket ve vatan
Siyasete bakış açısının “bu memleket bizim de elimize geçer” çizgisinde bulunmasını, ilerleyen yaşlarımda ve gazetecilik mesleğine girdikten sonra kafası çok karışık olmayan ünlü ve önemli insanlarda da gördüm.
Kiminle, hangi kamptan veya hangi siyasi partiden insanla konuşsanız, herkesin “vatan”ı nasıl sevdiğini anlatmasına tanık oluyordunuz. Ama sosyo-politik bakış açısında “memleket” nedense “vatan”la özdeş değildi…
“Memleketin bizim elimize geçmesi” demek, “biz”den yana ya da bizimle aynı görüşte olmayan kişi ve kesimlerin, “ileride ne zaman memleket bizim de elimize geçecek” beklentisi ve sabırsızlığı içinde bunalmaları anlamına geliyordu.
Pasta paylaşımı
Memleketi ele geçirenler kamu imkanlarını yandaşlarına kullandırıyor, kamu pastasını ihalelerle ve başka yollarla yandaşları arasında paylaştırıyor, muhalefeti “memleket menfaatleri”nihiçe saymakla, dinsizlikle, dincilikle ve hatta vatan hainliği ile suçluyorlardı.
Memleketi ele geçirmek isteyenler ise, o sırada memleketi ele geçirmiş olanların ülkeyi kokuşmuşluğa, felakete, bölünmeye, ekonomik iflasa, komünizme veya din devletine sürüklediklerini, bunların Amerikan uşağı olduklarını söylüyorlardı.
Muhalefette olanlar da şu ya da bu şekilde bir gün memleketi ele geçirdikleri zaman, memleketi elinden aldıkları kadroların yaptıklarının aynısını yapıyorlardı. Onların da kamu pastasını paylaşmak ve siyasetin rantını yemek için sabırsızlıkla bekleyen acıkmış kadroları vardı. Onlar da Amerika ile ittifakı sürdürmekten başka bir yol olmadığını bilerek siyaseti sürdürüyorlardı.
Nöbet değişimi
Bu defa da daha önce memleketi eline geçirmiş ve şimdi muhalefette olan kadrolar, onların ülkeyi kokuşmuşluğa, felakete, bölünmeye, ekonomik iflasa, komünizme veya din devletine sürüklediklerini, bunların Amerikan uşağı olduklarını söylüyorlardı.
Bu kısır döngü bitmedi gitti… Tabii ki değişim Türkiye’ye de damgasını vurdu. Artık tüm kaynaklar, tüm yatırımlar kamunun elinde değil. Ama hala “devlet” ekonomik açıdan da çok büyük. Hala ihaleler, ayrıcalıklar, teşvikler, insanları bir anda zengin edebiliyor. Kentleşmenin rantını imar ve iskan yoluyla belediyeler dağıtıyor.
Yani “vatan”ı böylesine seven insanların “memleket”e bu kadar farklı açıdan yaklaşmalarını anlamak hem kolay hem de çok zor. Memleketi ele geçirme oyununun bir “rejim kavgasına” dönüştürülüp, toplumda kamplaşmalara kaynak edilmesini kabullenmek ise kolay değil açıkçası.
Vatanını sevmek
Yine bir anıyla noktalayalım bu konuyu.
Uzun yıllar Ankara’da The Times’ın temsilciliğini yapan, Türkiye hakkında kitap yazan,daha sonra Bonn’da çalışan ve 70’li yaşarında emekli olan İngiliz-İskoç gazeteci David Hotham, 1980’lerde eşiyle birlikte turist olarak İstanbul’a gelmişti. Ağustos mehtabında onları Boğaz’ın rüya gecelerinden birinde, bir sahil meyhanesinde ağırladım.
- David, Boğaz ve İstanbul çok güzel değil mi, dedim bir ara…
Şöyle bir baktı mehtabın yansıdığı Boğaz sularına,
- Evet, İstanbul da bizim İskoçya kadar güzel, dedi…
O da bizim gibi vatanını çok seviyordu ve memleketini ele geçirmeyi belli ki hiç düşünmemişti.
Paylaş