Son örnek ortada.
Abdullah Gül Nisan ayında da cumhurbaşkanı seçilebilirdi. Ziyan edilen ve içi boş rejim tartışmaları ile doldurulan kayıp zamanlar hiç yaşanmazdı.
Hep böyle olmadı mı?
Demokrat Parti’yi kapattık ve Menderes ile bakanlarını idam ettik. Tüm Demokrat Parti kadrosu önce Yassıada’da, sonra da Kayseri’de “ağırlandılar”.
Sonra ne oldu?
Adalet Partisi, Demokrat Parti’nin devamı değil miydi?
Demokrat Parti’nin mahkum edilen milletvekilleri sonra bakan olmadılar mı?
Ya
“Biz” dediğimiz zaman kendimizi, yandaş olarak gördüğümüz çeşitli içerik ve boyutlardaki oluşumların veya kesimlerin ayıplarını örtmekle görevli kılıyoruz. Buna karşı, içinde bulunmadığımızı varsaydığımız kesimleri de, insafsızlığa varan yargılarla mahkum etmeye çalışıyoruz.
Örnek verirsek… Sanki “biat kültürü” sadece mukaddesatçı kesimde veya AK Parti’yi destekleyenlerde mi var? Sanki 28 Şubat post-modern darbe sürecinde militarizme karşı ideoloji farkı gözetmeksizin karşı çıkanları birileri “andıç”larla hedef gösterirken, bunları manşetlere taşıyanlar Batı Çalışma Grubu’na biat etmiyorlar mıydı?
Veya Varlık Vergisi azınlıklara tarh edilirken, ya da 6-7 Eylül’de İstanbul Rumları pogroma hedef olurken, geri kalan umursamaz çoğunluklar ırkçılığa dönüşmüş milliyetçiliğe biat etmiyorlar mıydı?
Ne bekledik ne bulduk
Dün cumhurbaşkanlığı görevini Abdullah Gül’e devreden Ahmet Necdet Sezer de, yüksek yargıdan Çankaya’ya geldiği gün, hepimize “Ben” diyebilecek bir insan olacağı ümidini vermişti.
Ama başaramadı bunu ve belirli bir doktriner ideolojiye bağlı olarak hep
İyi eğitim almış kent çocukları büyüyünce mühendis, doktor, kimyager, yargıç olacaktık. Anadolu’ya yol, su elektrik, ilaç, sağlık hizmeti ve adalet götürecektik. Onlara okullar açacak, okuma yazma öğretecektik.
Bizim aydınlığımız sonunda onları da çağdaşlığa taşıyacaktı. Bu arada yurdu demir ağlarla örecek, barajlar yapacaktık.
Bu beklenti 1950’lere kadar böyle sürdü gitti.
Köylere fazla bir şeyler götüremediğimiz için, köylüler kentlere gelmeye başladılar. Onların çocukları da okumaya, meslek sahibi olmaya ve siyasete girmeye başladılar.
Sonra anlaşıldı ki, onlar biz eski kent çocuklarından daha fazla yol, daha çok baraj, daha çok elektrik santralı yapabiliyorlardı. Onların görev aldığı siyasi partilerin icraatı, eski kentlilerin partilerinden daima daha fazla oluyordu.
Anadolu kaplanları
Şöyle diyordu yazısının bir bölümünde:
-Bir Akşam Alacası’nda Pendik’ten konuşmuşum. Pendik’in bitki örtüsünün, denizinin ve yeşilinin ortadan kaldırılışına değiniyormuşum. 1980 öncesinde büyük değişim başlamıştı. Oysa Pendik İstanbul’un özellikli sayfiye yörekentlerinden biriydi. Ahşap ve kâgir mimari daima göz okşardı. Bugün, kalabalık bir yer; yeşili iyice tahrip edilmiş. Kendi döneminin erinçli ve iyimser havasını söyleyen mimariden bir iki yapı ayakta
durmaya çalışıyor. Ama o güzelim
sayfiye atmosferi tümden silinmiş.
Selim İleri yazısını şu soruyla noktalamıştı:
-Dekoru gökdelenli bir
peri masalı yazılabilir mi?
Peri masalları
Bir hikaye vardır… Buna göre bir Türk siyasetçi Çin’i ziyaretinde bir Çinli siyasetçi ile sohbet ederken, Türkiye’nin sorunlarının büyüklüğünden, nüfus artış hızının yüksekliğinden ve kentlerin kalabalıklaşmasından yakınıyormuş.
Çinli siyasetçi “Türkiye’nin nüfusu ne kadar?” diye sorunca, bizim siyasetçi “70 milyona yaklaştık” demiş.
Bunun üzerine Çinli siyasetçi gülmüş,
- Böyle minik bir ülkeyi yönetmek çocuk oyuncağı olmalı. Herhalde bütün Türkler birbirlerini isimleri ile tanıyorlardır, diye düşüncesini açıklamış.
Demek istediğim şu…
Ağlayıp sızlamak, her siyasi tartışmayı bir rejim krizine dönüştürmek ve sürekli “Battık, batıyoruz” demek, siyasal kültürümüzün bir yansıması olabilir.
16’ncı yüzyılda da demokrasi olsaydı, Kanuni Viyana’yı kuşatıp alamadığı zaman, herhalde onun istifası istenilirdi. Veya “Mohaç bir zafer mi, yoksa yenilgi mi?” diye Divan’a gensoru önergesi verilirdi.
Projenin mimarı Ercan Saatçi.
Ercan Saatçi benim de aralarında bulunduğum bir grup gazeteciden, en sevdikleri müzik parçalarının listesini istemişti geçen yıl. "12 Yazar, 12 Albüm" adını taşıyacak bu dizide, biz gazetecilerin sevdikleri parçalar albümleştirilecekti.
Sonra bir daha ses çıkmadı. Cengiz Semercioğlu ise, bu proje için düğmeye basıldığını ve ilk olarak Ertuğrul Özkök’ün seçtiği 12 aryanın bir diskte toplanacağını önceki gün yazdı.
Benim diskime ne zaman sıra gelir bilmiyorum. Ayrıca Ercan Saatçi’ye verdiğim listeyi de hatırlamıyorum şimdi. Ama bugün yine “En sevdiklerim” konulu bir liste istenilseydi, bu yaz sürekli neleri kimlerden dinlediğimi sıralardım.
Güzin Değişmez ve üç şarkı
Örneğin favori yorumcularımın başında Güzin Değişmez var. Onun konser kayıtlarını İPod’uma aktarıp Bodrum’a getirdim. Onun yorumundan dinlemeye doyamadığım üç şarkı şunlar:
Hatırlayın 22 Temmuz seçimleri öncesindeki ortamı.
Cumhuriyet Mitinglerinde “Sol birleşmeli” sloganları atılırdı. Sonunda İzmir’deki mitingde CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve DSP Genel Başkanı Deniz Baykal kürsüye el ele çıkmadılar mı?
Daha ötesi var mı?
İki parti tek liste ile seçime girdiler.
Peki şimdi durum ne?
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilebilmesini sağlayacak TBMM sayısal katılım koşulunu, CHP listesinden seçilen DSP milletvekilleri de sağlıyor.
“Sol birleşmeli” diye slogan atanlar, şimdi bu durumu nasıl değerlendiriyor?
CHP’nin cumhurbaşkanı seçimini bir kriz konusu yapmaya dayalı politikasını, demek ki DSP’liler doğru bulmadı. Demek ki Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasına ilişkin olarak
AK Parti’nin iktidar ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasına öfkelenen ve öfkelerini ağır ifadelerle seslendirenler, nasıl kendileri ile aynı şeyleri düşünenler tarafından alkışlanıyorsa, AK Parti’nin iktidar ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasından mutluluk duyanların söyledikleri de, çok önemli bir kitle tarafından (en az seçmenlerin yüzde 46’sı) tarafından alkışlanıyor.
Üstelik Türkiye eski Türkiye değil.
Eski Türkiye’de kamunun ve belirli sermaye kesimlerinin elindeki merkez ve tek sesli medya bir kişiye taktı mı, o kişinin işi bitikti. Aynı şekilde bir siyasal hareket merkez ve tek medya tarafından şu ya da bu şekilde manşetlerden damgalandı mı, o hareket yok olurdu.
Gerekirse rakip gazeteler ortak manşetlerle bile çıkmaz mıydı?
Yeni Türkiye çok farklı.
Bunu son seçimde de bir kez daha görmedik mi?
Daha önceki 2002 seçimlerinde de görmüştük bu gerçeği. Ama unutmuştuk.
Belirli televizyon kanallarını izleyip, belirli gazeteleri okuyanlar için, 2002 seçimlerinde değil AK Parti’nin iktidar olması ihtimali, bu partinin bir şey olması bile mümkün değildi.