Paylaş
Son örnek ortada.
Abdullah Gül Nisan ayında da cumhurbaşkanı seçilebilirdi. Ziyan edilen ve içi boş rejim tartışmaları ile doldurulan kayıp zamanlar hiç yaşanmazdı.
Hep böyle olmadı mı?
Demokrat Parti’yi kapattık ve Menderes ile bakanlarını idam ettik. Tüm Demokrat Parti kadrosu önce Yassıada’da, sonra da Kayseri’de “ağırlandılar”.
Sonra ne oldu?
Adalet Partisi, Demokrat Parti’nin devamı değil miydi?
Demokrat Parti’nin mahkum edilen milletvekilleri sonra bakan olmadılar mı?
Ya “Süleyman Demirel olayı”na ne diyeceğiz?
İki kez başbakanlıktan devirip, onu “siyasi yasaklı” yapmadık mı? Ecevit’i de, Erbakan’ı da yasaklamadık mı birlikte?
Demirel bütün bunlardan sonra hem başbakan hem de cumhurbaşkanı oldu. Ecevit ve Erbakan da başbakan oldular.
Sorumsuz siviller
Ama sanmayın ki kayıp zamanların tek sorumluları askeri darbeleri yapanlardır.
Eğer Ecevit 1970’lerin sonundaki başbakanlığında “Hayır” demeseydi, şu anda Türkiye Avrupa Birliği’nin üyesiydi. Emile Noel gelip adeta yalvarmış, “Yunanistan’ı alıyoruz, aman siz de üyelik başvurunuzu yapın” demişti.
Ama Ecevit için “Onlar ortak, biz pazar” olacaktık. Hazır değildik. Sömürülebilirdik.
Sonuç ne?
Aradan geçen yıllar boyunda Yunanistan da, İspanya da, Portekiz de Avrupa fonları ile alt yapılarını yenilediler, ekonomik ve siyasal reformlarını yaptılar.
Daha sonra bütün eski Demir Perde ülkeleri de girdi AB’ye.
Biz ise şimdi “Nerede kalmıştık” diyerek, Avrupa’nın kapısını aralamaya çalışıyoruz.
Kıbrıs’ta ENOSİS’çi darbe ertesinde 1974’te askeri harekat yaptığımızda haklıydık. Hem Kıbrıs’a hem Yunanistan’a demokrasiyi getirdik. “Kalıcı ve adil bir çözüm” için her şey lehimizeydi.
Ama bu çözüm aranılacak yerde, Kıbrıs iç politika malzemesi yapıldı. Ecevit- Erbakan çekişmesi, yapılamayan erken seçim arayışları, MC hükümetleri, Amerikan ambargosu, Türkiye’yi hedef alan Rum-Ermeni- Kürt dayanışmasının terörizme dönüşmesi, içeride sağ-sol kavgası ve anarşi, sonunda da 12 Eylül askeri müdahalesi geldi.
Daha doymadık mı?
Şimdi 2007 yılında hala çözümsüz Kıbrıs sorununa çözüm arıyoruz. Bu sorun AB üyeliğimizin engeli ve Kıbrıs Rumları da “taraf” olarak AB içindeler.
Devletçilikten, katı kambiyo rejiminden, korumacılıktan 1950’lerde de, 60’larda da, 70’lerde de vazgeçebilirdik. Şimdi sanayimiz başka yerlerde olur, ihracatımız 3-400 milyar dolarlara ulaşmış bulunurdu. Sayısız döviz krizleri gündemimizde bulunmayabilirdi.
Ama bunları da erteledik. Eğer Özal reformları olmasaydı, belki bugün bile hala döviz ile suç eşanlamlı olurdu…
“Serbest pazar ekonomisi”ne geçtikten sonra bile 1990’larda aktüarya hesabını rafa kaldırıp, sosyal güvenlik sistemimizi biz iflas ettirmedik mi?
Şimdi de “Çankaya’da Gül olur mu” diye diye, bakalım gelecekteki hangi yıllarımızı ziyan etmeyi planlıyoruz.
ŞAKA
Onun arabası var özel mi özel…
Dün sabah Cumhurbaşkanı Gül'ün konvoyu ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın konvoyu Ankara’daGATA güzergahında karşılaşmış. Başbakan Erdoğan'ın makam aracı, Erdoğan'ın Gül'den önce GATA'ya ulaşması ve Gül'ü karşılayabilmesi için Cumhurbaşkanı'nın makam aracını sollamış..
İşte bu da “Formula” değil “politika” yarışıdır.
Formula’dan farkı her hafta bir dünya kentinde değil, yılın 365 günü Ankara’daki pistlerde yapılmasıdır.
Haberler de modaya uyar…
Belirli bir süre için Ankara’daki muhabir arkadaşlarımızın “Kim kime selam vermedi” ya da “Kim kime rest çekti” içerikli haberler yapmaları kaçınılmazdır.
Nitekim dün GATA’da yapılan törende Genelkurmay Başkanı’nın kürsüye gelirken Cumhurbaşkanı Gül’e selam vermemesi, subayların konuşmalarında “Sayın Cumhurbaşkanım” yerine “Sayın Cumhurbaşkanı” demeleri haber oluverdi.
Biliyoruz ki belirli bir süre içinde bu moda da geçecek.
Örneğin Gül bir yüksek rütbeli subayla konuşurken “Paşam” diyecek yerde “Paşa” dediği zaman belki bu bile haber olmayacak.
Paylaş