Korkut Göze

Tartışılan centilmen

7 Temmuz 2008
GÜNLERCE hatta haftalarca sürdü bu arayış. Her kafadan bir ses çıktı. Her haberde yeni bir teknik direktörün adı yazıldı. Ve 12 Haziran Perşembe günü manşetteki adam Alman Michael Skibbe idi. G.Saray hocasını belirlemiş ve ağır bir yükten kurtulmuştu. İsim açıklandı, ufak ufak dokundurmalar da hemen başladı.

Başkan, kariyerli bir hocadan söz ediyordu. Skibbe’nin kariyeri nedir!

Alman hocanın kariyerini diğer satırlara bırakıyorum. Ve öncelikle onun G.Saray’a transferini gerçekleştiren gelişmeleri birkaç kelimede toparlamak istiyorum.

Futbol şubesi sorumluları Haldun Üstünel ile Murat Yalçındağ’ın gönlündeki isim Fransız Alain Perrin’di...

Lyon’a geçen sezon iki şampiyonluk kazandıran Fransız hoca ile ilişkiler son dakikaya kadar sürdü.

Ve Fransa’daki ikili görüşmeden dönen Futbol A.Ş Genel Müdürü Adnan Sezgin, Perrin’in isteklerini yönetime sundu.

Her biri, diğer aday Michael Skibbe’nin istekleri ile kıyaslandı. Ölçüldü, biçildi... Bakın, neler istiyordu Fransız hoca...

 Her yıl için 1.6 milyon Euro.

 Kimse işine karışmayacak.

 Transferde tek yetkili olacak.

Hiç de hoş karşılanmadı bu istekler. Servis arkadaşım sevgili Ali Naci Küçük’ün de söylediği gibi Florya’nın patronu olmak istiyordu Perrin...

MİCHAEL SKİBBE, Fransız’a göre daha ılımlıydı. Ve G.Saray’ın aradığı teknik adam tipine uyuyordu... 

Öncelikle gençlere değer veriyordu. 

Feldkamp gibi Alman ekolünden geliyordu. 

Takımda Almanca bilen futbolcu sayısı bir hayli fazlaydı.

 Bu da diyalog ve takım uyumu için büyük bir avantajdı.

Tartıştılar, konuştular. Ve Skibbe’de karar kıldılar.

1 artı 1 yıllık sözleşme yapıldı Alman hocayla. Sözleşmenin bir köşesine sıkıştırılan ilginç bir ifade gözlerden kaçmadı...

Tarafların birbirinden karşılıklı memnuniyeti halinde sözleşme bir yıl daha uzatılabilir.

Peki, tersi olursa... Yani, bir memnuniyet hali olmazsa... G.Saray şimdiden gardını almıştı. Yollar hemen ayrılacaktı!

GELİYORUM Skibbe’nin kariyerine... 22 yaşında sakatlığı nedeni ile futbolu bıraktı. Ve Schalke alt yapısında antrenörlüğe başladı.

1989’da Dortmund’da A gençler antrenörü oldu. 1995’te Dortmund’un 3.ligdeki amatör takımının başına geçti.

Ve 1998 yılında, 32 yaşında Matthias Sammer’in yerine Dortmund Teknik Direktörlüğü’ne getirildi.

Dortmund’da fazla kalmadı. İlk yılı 4.bitiren Skibbe’nin 1,5 yıl sonra görevine son verildi.

2000 yılında Alman Milli Takım Teknik Direktörü Rudi Voller’in yardımcısı oldu. 2004’te Alman Milli Takımı, Avrupa Şampiyonası’nın ilk turunda elendi. Ve Völler ile birlikte görevinden istifa etti.

2005’te Leverkusen’in başına getirildi!

Yeni evinde 3 yıl kaldı. İlk sezon ligi 5.sırada bitirdi. İkinci yıl yine aynı performansı tekrarladı. Ve son yılında 7.sırada takıldı kaldı...

Sonuç mu? Görevine son verildi.

Daha sonra yakın dostu ve Bayer Leverkusen Kulübü Spor Müdürü Rudi Völler dramatik bir açıklama yaptı...

Michael Skibbe iyi bir dostumdu. Böyle bir açıklamayı yapmak istemezdim. Bundan üzüntü duyuyorum.

Völler, bu konuşmanın her kelimesinde samimi ve gerçekçiydi. Çünkü Skibbe’yi, Leverkursen’e o önermişti. Ve göreve gelmesi için de çaba sarfetmişti.

G.Saray’ın yeni hocası henüz 43 yaşında ... Ve İlk kez yurt dışında teknik direktörlük yapacak. /images/100/0x0/55eb440ef018fbb8f8b60a3f

Kısa notlarla Skibbe’nin kariyerini sunmaya çalıştım. Karar sizlerin...

ONUN için ’gerçek bir centilmen’ diyorlar. Hep dikkatli davranan, dengeli ve çalışkan bir Alman.

Futbolcularını eleştirmekten kaçınır. Bir yenilgi sonrası pervasızca konuşmaz, dilini tutar, suça ortak olur...

Ayrıldığı ilk eşinden 3 kızı var Skibbe’nin. Şimdi Lydia Margret adında bir bayanla birlikte. Bir çocuğu da ondan oldu...

Ama o da kız!

32 yaşında Bundesliga’da takım çalıştıran ve en genç teknik direktör sıfatını alan Skibbe’nin G.Saray’da çizeceği performans merakla bekleniyor. Kariyeri tartışılsa da, onun için ofansif futbolu savunan iyi bir taktisiyen diyenler de var.

SKİBBE G.Saray’a kısa sürede ısındı. Futbolcularını tanıdı, ortamı sevdi. Yaşadığı mutluluk her halinden belli. İdmanları izleyen arkadaşlarımdan aldığım bilgiler de bu doğrultuda. Diyorlar ki...

Her futbolcuya karşı sıcak. Onlarla hemen kaynaştı. Ve her geçen gün bu sevgi daha da artarak gidiyor.

Sevgi
dediler de unutmadan yazayım... Bu sevgiden en büyük payı Hasan Şaş alıyormuş. Skibbe, onun idman performansına hayranlık duyuyormuş. Çalışkanlığı, hırsı ile etkilemiş Skibbe’yi...

Hasan Şaş bu!
Ne zaman ne yapacağını kestirmek gerçekten zor. Kafasına koyduysa, yeni sezona müthiş bir Hasan Şaş depremi ile girebiliriz.

Belki de meslek yaşamının sonbaharında yeni baharlara kucak açmak istiyor. Söylediğim gibi kafasına koyduysa...

Her neyse, dönüyorum yine Skibbe’ye... G.Saray’ın yeni teknik direktörü koyu bir Schalke 04 hayranı. Üstelik Schalke’nin 00878973 nolu üyesi. Nereye giderse gitsin Schalke’ye duyduğu sevgiyi de beraberinde götüren bir futbol adamı...

Şimdi de G.Saray için ter dökecek. Daha doğrusu özlemle beklediği başarının peşine düşecek Skibbe...

Acaba, aradığı sevgiliyi Saray’da bulur mu?
Yazının Devamını Oku

Erken infaz !

6 Temmuz 2008
Beşiktaş’ın yeni transferi bir yıldız değil. Ancak, devamlılık ve istikrar sembolü. Takım için oynar, gerektiği yerde sertleşir. Bazen çamurlaşır da... SAĞDA solda pek konuşulmayan ve internet sitelerinde adına rastlanmayan kendi halinde bir Çek. Sorabilirler...

Böyle adamın Beşiktaş’ta işi ne?

Yine de geçmişine bakmadan hemen sanık sandalyesine oturtmak Zapotocny’ye haksızlık olmaz mı?

Hani, görüp anlamadan ipe göndermek gibi bir şey!

Biraz kafa yoranlar veya sorup-soruşturanlar hatırlar. Zapotocny, bir zamanlar Ersun Yanal’ın da transfer listesine giren Çek futbolcunun ta kendisi...

Liberec takımında oynarken, adı Yanal’ın da kulağına geldi. Bir süre izlendi ve göz hapsine alındı. Sonu gelmedi... Nedenini bilemem! /images/100/0x0/55eb5436f018fbb8f8ba3fcc

Zapo 28 yaşında 1.81metre boyunda. Savunmanın sağında, gerekirse stoperde oynuyor. Hatta, orta sahaya kadar yolu var. Orayı da hiç yadırgamıyor.

Beşiktaş onu, savunma ile orta saha arasında bir köprü gibi kullanabilir!

Geçen sezon Udinese’de tam 20 maç oynadı. Sivok’un aynı takımda bu rakama ulaşmadığı da bir gerçek...

Peki, güvenilir bir futbolcu mu?

Risksiz oynadığı için hata oranı az.

En çarpıcı özelliği?

İstikrar ve devamlılık.

Onu bir de Sinan Engin’den dinleyelim...

Sert ve çabuk.

Ama bir yıldız değil?

Biz yıldız aramıyoruz. Beşiktaş’a yararlı futbolcu istiyoruz.

SÖYLEŞİNİN bir bölümünde şöyle konuştu Sinan Engin... Hani, bizim Takoz Recep vardı ya, işte onun gibi.

Öyleyse, mesele yok.

Savunmaya güçlü bir adam arıyorduk... Zapo böyle biri.

Söyleşi sırasında bir benzetme daha yaptı Zapo için...

Biraz da F.Bahçeli Lugano’ya benzer.

Nasıl yani?

Hani, yeri gelince, biraz...

Hırçınlaşır mı?

Eh işte...

Anladım, çamurlaşır!

Ben bu futbolcuya kefilim.

Öyleyse sorun yok.

Sadece ona değil. Diğerine de kefilim.

ZAPOTOCNY
evli ve iki çocuk babası. Onu tanıyanlar, erken kararın yanlış yorum getireceğini söylüyorlar.

Hatta, Zapotocny’nin birkaç maçını izleyenler, diğer Çek transfer Sivok’tan hiç de aşağı kalmadığını ileri sürüyorlar. Ve Çek futbolcunun iki özelliğini hemen ön plana çıkartıyorlar...

Savunmada liderlik özelliği taşıyor. Bire birde etkili.

Beşiktaş’ın, Zapotocny ile imzaladığı sözleşmeyi geciktirmesinin bir nedeni var...

Zapo’nun, menajeri ile sözleşmesi 1 Temmuz’da sona eriyordu. Israrla bu tarihi bekledi Beşiktaş. Ve menajere yüklü bir komisyon ödemekten kurtuldu.

Beşiktaş Yönetimi bu sezon yabancı transferinde farklı bir yol denedi. Ve Udinese Kulübü’nün dış transfer seçiminde dünyaca ünlü kariyerine güvendi.

İki Çek futbolcunun Udinese’de forma giymesi ve tarama ekiplerince saptanması Beşiktaş’ın ısrarla onlara yönelmesini sağladı. Ve savunmasını bu iki Çek’e teslim etti.

* * *

Onlar şimdi Avusturya kampında yeni sezona hazırlanıyor. Servis arkadaşım sevgili dostum İsmail Er’le bir telefon görüşmesi yaptım. Ve özellikle Zapo ile ilgili sorular yönelttim...

Nasıl buldun Zapo’yu?

Fizik ve kondisyon bakımından tam not.

Uyum sürecini çabuk atlatır mı?

Şimdiden kaynaştı. Kolay olacak.

Neler yapıyor?

Pısırık biri değil. İddialı.

Ne gibi?

Çakılı oynamıyor. Savunmadan etkili çıkışlar yapıyor.

İsmail Er, Zapo’
nun, vatandaşı Sivok ve Hırvat futbolcu Seric’le kampta bir üçlü oluşturduğunu, bunun da uyum sürecini çabuklaştırdığını söyledi...

Ve Serdar Özkan’ın, Zapo ile sıcak bir ilişki kurduğunu da hatırlatarak dedi ki...

Serdar, ona Türkçe kelimeler öğretiyor. Öğrettiği her kelimeden sonra defalarca tekrarlatıp ezberletiyor. Bu da gülüşmelere neden oluyor. Yani, Zapo’nun keyfi yerinde.

* * *

VE SONUÇ: Beşiktaş Sivok ve Zapotocny ile uzun süreli bir anlaşma yaptı.

Söylendiği gibi uyum sürecini çabuk atlatırlarsa, Beşiktaş’ın önemli bir sorununa çözüm getirebilirler.

Ve bir hatırlatma...

Zapo, gerekli uyumu hemen sağladığı için Udinese’de oynadı. Sivok ise, sıkıntılar yaşadı. Ve ülkesine döndü.


KARİYERİ:

 2000-2001 Dukla Pribram

Maç: 22 Gol: 2

 2001-2002 Petra Drnovice

Maç: 4 Gol: 0

 2002-2006 Slovan Liberec

Maç: 80 Gol: 10

 2007-2008 Udinese

Maç: 20 Gol: 0

4 Kez Çek Milli Takımı’nda oynadı.

YARIN: SKiBBE

(GALATASARAY)
Yazının Devamını Oku

Al yanaklı asi ruhlu

5 Temmuz 2008
ADININ anıldığı her yerde yıllar öncesine dönerim. Servisimize geldiği günü, çocuksu halini hatırlarım. İlkokula yeni başlayan öğrenciler gibiydi. Tıpış tıpış adımlarla girdi içeri. Gözleri yere bakıyordu, ellerini birbirine kenetlemişti. Kiraz kırmızısı yanakları daha da alevlenmişti. Belli ki sıkılıyor, utanıyordu.
/images/100/0x0/55eae40ef018fbb8f89d4d98
Servis, bir anda üstüne çullanır gibi saldırdı Emre’ye. O al-al yanakları öpenler... Bağrına basanlar, okşayanlar...

Herkes evladından sanki birer parça bulmuştu Emre’de. O günü hiç unutmadım.

Yıllar geçti... Kendisi ile birlikte şöhreti de büyüdü. Ve bir gece basın tribününe dönüp el-kol işareti ile herkesi komaya soktu.

O kiraz yanakları öpenleri... Bağrına basanları ve okşayarak sevenleri... Hepsini silip attı.

O silip attı da, kızanlar da fena hırpaladı Emre’yi. Köşe yazılarının her satırından öfke yağdı üzerine. Daha da bozulanlar uzun süre kalemlerine doladılar Emre’yi.

Her neyse... Sırası mıydı şimdi bunları yazmak. Ve o günleri hatırlatmak?

Başka ne yapabilirdim. İşi nereden tutabilirdim...

Herkes tanıyor Emre’yi. Topa vuruşunu, topla muhabbetini... Volesini-şutunu. Akıl dolu paslarını...

Boyunu-bosunu, huyunu-suyunu herkes biliyor. İtalya’ya transferini, İngiltere macerasını.

Bana bir şey kalmıyor ki. Arkadaşlarıma sordum...

Emre için neler yazabilirim?

Hepsi aynı şeyi söylediler...

Duygularını yaz. Varsa, birkaç anını anlat. Geri kalanını herkes biliyor!

ANIDAN önce bir haberim var... Tuncay Şanlı, Emre’nin koyu bir G.Saray taraftarı olduğunu söyledi.

Bir amigo gibi!

Ancak, Belözoğlu ailesinin F.Bahçe’ye hayranlığını, sevgisini bilir misiniz? Babasının, annesinin ve kız kardeşinin F.Bahçe’ye yürekten bağlılığını hiç duydunuz mu?

Bu, Emre’nin G.Saray’da oynadığı yıllarda da böyleydi. Şimdi de!

Oğulları G.Saray’da oynayan bir aile nasıl F.Bahçeli olabilir?

Oluyor işte!

Bu arada, babası Mehmet Belözoğlu’nun bir dönemler F.Bahçe camiası ile yakın ilişkisinden de söz edilir. Hatta, F.Bahçeli bir yöneticinin fabrikasında çalıştığı da konuşulur. Lakabı mı? Piliç Mehmet!

* * *

YİNE yıllar öncesine dönüyorum. Emre’nin çocukluk günlerine. G.Saray’da oynuyordu, ciddi bir sakatlık geçirmişti. Hiçbirimiz nasıl sakatlandığını çözemedik. Çünkü, sakatlandığı pozisyondan hiçbir şey anlaşılmıyordu.

Telefon açıp sordum Emre’ye. Aramızda şöyle bir diyalog geçti...

Emre nasıl oldu bu sakatlık?

Vallahi çok kötü oldu.

Nasıl yani?

Ben de anlayamadım. Yalnız Ünal Amcanın ayağıma bastığını gördüm.

Ünal Amca mı. Kim bu Ünal Amca? Bayağı Ünal Amca...

Sonra anladım ki, Trabzonsporlu Ünal Karaman’dan söz ediyor Emre’cik... Yalan da değil. O dönemlerde Emre bir çocuktu. Ünal Karaman da, meslek yaşamının son yıllarında...

Ve bu haber, Hürriyet’te 9 sütun manşet oldu. Aynen şöyle...

Beni Ünal Amca sakatladı!

VE Emre, o günlerden bugünlere geldi. Emre’yi büyütenleri, emek verenleri hatırlıyorum da...

Bir gün Fatih Terim ile konuşuyordum. Laf lafı açtı ve dedi ki...

Az uğraşmadık. Her eksiğini gidermek için ilgi gösterdik. Üzerine düştük. Örneğin, hava toplarına çıkarken gözlerini kapardı. Çoğu futbolcu da böyledir. Bu korkuyu ondan sildik. Şimdi bakın, topa çıkarken gözleri açıktır ve sağını-solunu kollar. Ona göre pozisyon alır.

Peki, Emre’nin doğuşunda Hagi’nin katkısı nedir?

Emre’de gördüğü her yanlışı söylemiştir. Gösterip anlatmış ve uyarmıştır.

Bunu hiç saklamaz Emre... Ancak, gün gelmiş zaman zaman hırçınlaşan ruhu Hagi’ye de isyan etmiştir.

Ve saha içinde el-kol hareketlerini Hagi’ye de yapmıştır. Hatta tavır almıştır!

Acaba, asi ruhu F.Bahçe’de de takışacak birini bulur mu?

Laf lafı açıyor... Alex’li F.Bahçe’de Emre’nin yeri neresi olur?

Ve yine Alex’li bir F.Bahçe’de Emre nasıl bir rol üstlenir?

Bu zor soruların yükünü Zico’nun yerine gelen yeni teknik direktör Aragones

sırtlayacak.

İşi hiç de kolay değil!

* * *

EMRE’nin beklenmedik transferi, düşünülen ve planlanan uzun bir maratonun ürünüdür. Yani, zannedildiği gibi bir çırpıda gerçekleşen bir transfer değil.

F.Bahçe kolları sıvadığı dönemde ne Emre’nin, ne de menajerinin haberi vardı bu işten!

Hiç konuşmadan direkt Newcastle ile masaya oturdular. Pazarlığı orada yaptılar ve bitirdiler işi.

Sonra Emre ile konuştular. Ve sordular?

Külübün tamam. Sana vereceğimiz para da bu... Ne dersin?

Sonuç bildiğiniz gibi... El sıkıştılar, öpüştüler ve yılın transferini gerçekleştirdiler.

Hayırlı-uğurlu olsun.

İŞİN bir de diğer yüzü var. Belki bu transferde her şey Emre’nin dışında gelişti. O sadece "Evet" diyerek transferi kolaylaştırdı. Ancak, Emre’nin böylesine çabuk karar vermesinin bir perde arkası olabilir mi?

Bir gönül meselesi diyorlar!.

Newcastle’da oynarken, her hafta İstanbul’a gelip-gidişler Emre’yi yoruyordu.

Sabah kalk İstanbul’a gel. Tuğba’yı gör, akşam geri dön. Bu sırada teklif de gelince nikahtan önce Fener’e attı imzayı. Bir kere daha hayırlı-uğurlu olsun!

YARIN: ZAPOTOCNY

(BEŞİKTAŞ)
Yazının Devamını Oku

Galibiyet güzel de!

30 Mayıs 2008
TERİM, sahaya ideal onbiri sürdü. Belki de haftalardır, hatta aylardır kafasında ve gönlündeki kadro ile çıktı Finlandiya maçına. <br><br>Bu onbirden bir kayma olabilir mi? Akla gelen ilk isim Mevlüt Erdinç gibi görünüyor değil mi... Oysa, ilk 45 dakikalık bölümünün en hareketli ve topla en çok buluşan adamıydı Mevlüt... Ve Finlandiya kalesine en çok şut atan yine bu çocuktu. Yaşı henüz 21. Ve huzurlarınızda geleceğin bir yıldızı... Teşekkürler Fatih hoca. Evet, büyük bir olasılıkla Portekiz maçına bu kadro ile çıkacağız. Dün gece maçın ilk 20-25 dakikalık bölümünde planlanan oyundan örnekler sunduk.

Öncelikle oyunu ikinci bölgeye taşımaya özen gösterecektik. Yani, savunmada topla fazla oyalanmadan, hücum bölgelerine koşacaktık. Bunu istendiği gibi yaptık.

Golden sonraki dakikalarda farklı bir kimliğe büründük. Skoru sahiplenmek ve biraz da oyunu soğutmak gibi bir düşünceye kapıldık. Belki bu da Terim’in oyun paketinden bir parçaydı. Ve planımızda bu da vardı. Ancak, fazla abarttık ve sahamızda topla fazla oyalandık.

İlk yarıda sağ kulvarı nefis kullandık. Özellikle Emre Belözoğlu’nun bu bölgeye attığı uzun paslarla pozisyon zenginliği yaşadık.

Hele, Sabri Sarıoğlu’nun, Mevlüt’e yakın oynadığı pozisyonlarda hücum etkinliğimiz ikiye katladı. Tek tek saydım, Emre, bu bölgeye tam 5 kontra pas atmış...

Dilerim, Portekiz maçında da bu kanat aynı beceriyi gösterir!

* * *

İLK
goldeki düşünce ve uygulama birlikteliğimiz mükemmeldi. Sağ kulvara aktarılan uzun bir pas... Sabri’nin ceza alanına ortası... Ve pozisyonu dikkatle izleyen Tuncay Şanlı’nın attığı depar sonrası, topu kaleye yuvarlayışı...

Her bir hareket golün doğuşunu gerçekleştiren güzelliklerdi!

Bunların hepsi, ilk yarıda kaldı. Özellikle ikinci yarıda oyunu ağırlaştırdık. Pasif düşünce, hücum zenginliğimizi, çabukluğumuzu ve birlikte oynama isteğimizi de etkiledi.

Bu kaosta Nihat Kahveci kaybolup gitti. Sadece Nihat mı, genç Mevlüt de oyundan düştü.

Emre Belözoğlu’nun oyun etkinliği azaldı ve Milli takımın çehresi değişti. Bu dakikalarda düşündüm. Ve bazı sorulara kafam takıldı...

Milli takımımızın Portekiz maçında koca bir 45 dakikayı böylesine pervasızca harcama lüksü olabilir mi?

Veya Portekiz, attığımız bir gol sonrası, oyunu soğutarak skoru bir doksan dakika koruma fırsatını bize verir mi?

Bunları düşünürken, yine bir sağ kanat kombinezonu ve ikinci golümüz geldi. Ancak, düşüncelerim ve bazı endişelerim değişmedi. Kalkıp sorsalar...

Dün geceki performansımız Portekiz’i yenmek için yeterli miydi?

Açıkça söyleyeyim, kesinlikle değildi. Öyleyse, ilk 20-25 dakikada gösterdiğimiz performansı oyunun geneline taşıyamazsak, işimiz zor.

Yine de galibiyet her koşulda büyük moral. Bunu da aldık!
Yazının Devamını Oku

Değerini bilin

26 Mayıs 2008
ÖNCE Slovakya ile millilerin fizik gücünü testen geçirdi Fatih Terim... Dün gece de Uruguay maçı ile teknik becerimizi tartıya koydu. Sahaya sürdüğü ilk onbire baktım... Servet kenarda, Tuncay Şanlı aynen... Sabri de yedeklerde. Aurelio, Terim’in yanında hazır kıta... İki santrfor Halil ve Semih Şentürk de kenarda bekleyenlerden... Niye uzatıyorum...

Zengin ve yetenekli bir kadro ile Euro 2008’e kafa tutuyoruz.

Uruguay karşısında Terim’in beklentilerini ilk 45 dakikanın belirli bölümlerinde uygulama fırsatı yakaladık.

Yerden oynayacaktık.

Top bizde kalacaktı.

Ve pas yüzdesinde rakibin üzerinde bir rakama çıkacaktık.

Oyunun ilk 20-25 dakikalık bölümünde millilerin oyunundan herkes gibi inanılmaz bir keyif aldım.

Hele bu kısa zaman diliminde Emre Belözoğlu’nun ayağından çıkan toplar coşkularımızın tavan yaptığı dakikalardı.

13. dakikada Hamit-Arda işbirliğinde Arda’nın kafasından filelere yuvarlanan topu izlerken ne kadar mutluyduk...

Kolay ve basit goller yediğimiz bir gerçek. 31. dakikada Suarez’i kaçırırken, savunmadaki bir anlık şaşkınlığımız, kronik bir rahatsızlığın tekrarı değil miydi?

İyi güzel de, pozisyon penaltı mıydı?

Volkan’
ın iki kolu yerde çakılıydı.

Penaltı biraz ağır bir karardı...

* * *

Yediğimiz ikinci golü nasıl anlatsam...

Tümer Metin’in o geri pası yapması gerekir miydi...

Ya da Gökhan Zan’ın o topu eline-ayağına dolaştıracak kadar bir telaşa kapılmasına gerek var mıydı...

Tartışılır.

Lafın kısası, dünya futbolunda bir kariyeri olan Uruguay’a iki gol atıyoruz...

Ve sonuçta, ikisi penaltıdan üç gol yiyip yeniliyoruz.

Dönüp dolaşıp, yine aynı noktada birleşiyoruz.

Bir bakıma attığımız gollerin değerini bilmiyoruz.

Uruguay gibi bir takıma iki gol atarken, yediğimiz gollerin doğuşunu hatırladıkça kahrolmak işten değil.

Portekiz maçına 13 gün gibi bir süre kala, dilerim bu savunma hatalarını Euro 2008’e taşımayız.

Dün geceki maçtan sonra, yenilgiye bir teselli aradım...

Önce Servet Çetin’in süratle iyileştiğini hatırlayarak rahatladım...

Yine Portekiz maçına Terim’in aklında ve gönlünde sakladığı onbir ile çıkacağımızı düşünerek endişelerimden biraz da olsa sıyrıldım...

* * *

Evet, son 13 gün...

Bu kısa zaman diliminde bazı sorunlarımızı çözerek Portekiz maçına çıkacağız.

Bir şey gözüme çarptı.

Olağanüstü bir özgüvenle oynuyoruz.

Ve bu güveni taşıdığımız dakikalarda egemenliğimizi sahanın geniş alanlarına yayıyoruz.

Ne güzel. Böyle bölümlerde millileri keyifle izliyoruz.

Ancak, basit hatalar oyunumuzu etkiliyor, bütünlüğümüzü bozuyor.

İyi oynayan bir takım, sıradan bir onbir görünümüne bürünüyor!

Dün gece olduğu gibi.

Bir şey söylemek istiyorum.

Dün gecenin bir mazereti olabilir.

Bir hazırlık maçıydı.

Oynandı, bitti. Portekiz maçında böyle bir lüksümüz yok.

Yenilirsek, biletimizi keserler.

Öyleyse, 13 günlük zamanı iyi değerlendirelim!
Yazının Devamını Oku

Kadro cebinde!

21 Mayıs 2008
EURO 2008’in ilk provasını Almanya’nın Bielefeld kentinde yaptık. Milliler Schuco Arena’da Slovakya ile oynarken, aklım Terim’in son basın toplantısındaki sözlerine takıldı... Belli bir periyotta form gösteren oyuncular yerine kadro istikrarına verdiği önemi anlatıyordu sevgili Terim.

Schuco Arena’daki maçtan sonra oyunun genelini gözden geçirdim. Kafamda bazı sorular belirdi. Ve düşünmeye zorladı beni...

Mehmet Topal bir sezon boyu aynı performansı kadro istikrarı beraberliğinde hiç teklemeden sürdüren bir performans yakalamıştı. Ve Terim ikinci yarıda onu kenara aldı.

Kazım Kazım’ı ise, doksan dakika oyunda tuttu. Oysa, Kazım belirli bir periyotta form gösteren bir oyuncuydu. Ve sahadaydı...

Bir çelişki mi vardı, Terim’in söylemleri ile uygulamasında?

Terim’
i tanımasam, uzun bir süre bu sorunun rahatsızlığı içinde kıvranırdım. Daha sağlıklı düşündüm... Terim’in bir özelliğini hatırlayarak kafamdaki çelişkinin yanıtını buldum.

Terim, sahaya süreceği onbiri hazırlık maçlarından seçmez. Kadroyu açıkladığı an, gönlündeki onbir kafasında oluşmuştur. Ve o takımı sahaya sürer.

Dün de böyle yaptı...

Sahaya bir onbir sürdü. Sonra üzerinde oynadı... Hani, hazırlık maçlarında oyuncu denemek gibi bir düşünce içinde değildi Terim.

Sadece onları milli maç havasına sokmak istedi. Hepsi bu. Euro 2008’de Portekiz maçına çıkartacağı ilk onbir şimdiden Terim’in cebinde.

Bunu böyle bilin!

* * *

İLK yarıdaki onbir oyunun bazı bölümlerini çabuk ve yüksek tempo oynadı. Fizik açıdan ise, hiç bir sıkıntı çekmedi milliler.

Ve ilk 45 dakikayı tam saha pres yaparak tamamladılar. Belki oynadıkları oyun göze pek hoş gelmedi. Ancak, mücadale yönü üst düzeydeydi. Bu yarıda Gökhan Zan’ın performansı ve oynama isteğine şaşırdım...

Hani, sakattı Gökhan Zan!

Her hava topunu kesti, hiç bir pozisyonda riske girmedi. Sağlıklı bir görüntü verdi. Portekiz maçına kadar arzulanan kimliğe kavuşacağına inanıyorum.

Ve yine bu yarıda Semih Şentürk’ün farklı bir stile soyunması... Çabuk ve tek top oynayarak önündeki genç Mevlüt’e attığı paslarla pozisyona koşturması...

Bu yarının renkli görüntüleriydi.

* * *

TERİM, ikinci yarıya üç değişiklik yaparak başladı. Emre Belözoğlu, Gökdeniz Karadeniz ve Sabri Sarıoğlu sahadaydı...

Oyunun final bölümündeki milli takım ilk yarıdakinden farklıydı. Top bu yarıda daha çok millilerde kaldı. Topla daha çok buluştular ve golle birlikte daha çok pozisyon yakaladılar.

Sabri, sağ kanadı iyi kullandı, Gökdeniz’in varlığı takıma hareket getirdi. Ve Emre’nin liderliğe soyunması, oyun organizasyonuna gerekli düzeni sağladı.

Ancak, oyunun son 20 dakikasında fizik açıdan neden sallandılar, anlayamadım..

Galiba, oyuncu değişiklikleri takımın motivasyonunu bozdu. Oyunun tek golüne gelince, Bu Hakan Balta’nın ne zaman ve nereden vuracağı belli olmuyor.

Top ayağına oturdu mu, gümbürtüsü ramazan topu gibi her taraftan duyuluyor!
Yazının Devamını Oku

Yürekliydiler

19 Mayıs 2008
HER ikisini de kutluyorum. Ayaklarında ve yüreklerinde taşıdıkları enerji ve inancın her damlasını tüketerek oynadılar. Biliyorlardı. Biri kazanırken, diğeri kaybedecekti. Yine de, hep kazanmayı ve Süper Lig’i düşünerek 90 dakikanın ağır yükünü taşıdılar. Maç sonrası Eskişehir ve Bolu tribünlerine baktım. Kocaman bir fotoğrafı andırıyordu. Fotoğrafın bir karesi kıpır kıpırdı. Orada Süper Lig’e yükselmenin coşkusu yaşanıyordu.

Diğer karede soluk ve bitkin bir kalabalık. Üstelik bayağı öfkeli. Onlar da Süper Lig hayallerinin kayboluşuna kahroluyordu.

Oyunun geneli sert bir tempoda geçti. Henüz 2. dakikada Erhan Yılmaz’a çıkan kırmızı kart Boluspor’un oyun kurgusunu bozdu. Sayısal eksiklik moral açısından etkilese de, hücum heveslerini hep diri tuttular.

Futbol bu. Bir anlık zaman dilimine sevinci ve kederi kolayca sıkıştırıyor.

İkinci yarının hemen başında yaşanan iki pozisyon bunun net görüntülerini taşıyordu. İbrahim Parlayan’ın, kaleci Ferhat Odabaşı’nın üzerinden aşırdığı ve boş kaleye yuvarladığı topun direkten dönüşü...

Ve bir anda Boluspor kalesine yönelen o topun Doğa Kaya’nın kafasından filelerle buluşması.

İşte sevinç ve kederin kol kola bir fotoğrafı!!!

60. dakikada Mehmet Ayaz’ın Eskişehirspor kalesinin iç direğinde patlayan volesi, oyunun kırılma noktasıydı.

* * *

MAÇIN hakemi Selçuk Dereli bir ara oyunu kontrolde sıkıntılar çekti. Kısa bir süre de olsa, psikolojik bir eziklik yaşadı.

Oyunun başında çıkardığı kırmızı kart etkiledi, Selçuk Dereli’yi... Oysa, gereksiz ve duygusal bir yaklaşımdı bu. Özellikle TV’den yakın çekim izleyenlerin yorumu da Dereli’yi onaylıyordu.

Eskişehirspor’a yeni dünyalarında başarılar diliyorum. Ve Süper Lig’e renk katacaklarına da inanıyorum. Çünkü, onların 1. lig performanslarını ve o muhteşem kadroyu dün gibi hatırlıyorum.

Boluspor mu? Hiç saklamadan söyleyeceğim emeklerinin karşılıksız kalmasına üzüldüm. Süper Lig hayallerinin çöküşüne de kahroldum.
Yazının Devamını Oku

Çıldırın çıldırın!

13 Mayıs 2008
KOLUNU şöyle bir sıvazlıyor. Sonra saatini gösterip tribündeki onbinlere soruyor...<br><br>Saat kaç? Hep birlikte bağırıyorlar...

20.45.

Ve soruyu soran kişi, ligin bitimine daha haftalar kala inanç dolu bir sesle tribündeki kalabalığa şampiyonluk sözü veriyor.

Ve sözle birlikte gün, saat ve mekanı da belirliyor. Sonra söz verdiği tarihte Ali Sami Yen’in çimlerine çıkıp yine onbinlere soruyor...

Saat kaç?

Yanıt geliyor...

20.45.

İşitmedim kaç?

20.45.

Ve bir soru daha soruyor...

Şampiyon kim?

Yer-gök inliyor...

Cimbom- Cimbommm...

Sonra hep bir ağızdan bir şarkıya başlıyorlar...

Çıldırın çıldırın Cimbom için çıldırın!

Gerçekten çıldırtıyor bu Cim Bom... Düşündükçe çıldırtıyor... Parasız-pulsuz, sorunlu ve sakat bir ordu tüm kaleleri yıkıp nasıl şampiyon olabilir?

Soruşturup- araştırıyorum bir ipucu yakalayamıyorum. Başkalarını dinliyorum hatta tartışıyorum yine de somut bir sonuç yok.

Öyleyse, bu başarının sırrı o kolunu sıvazlayan adamda!

Evet, o adamda. Bana göre onda!

Böyle düşünürken, Sayın Polat çıkıp bir beyanatla bu konuya kendisinin de şaşırdığını vurguluyor. Ve diyor ki...

Bu başarı ve bu şampiyonluk bir tez konusudur!

Onbinleri ayaklandıran o adam da, işin içinden çıkamıyor. Ve kerametin sadece kendinde olmadığını, sanki bu demeçle vurguluyor.

Daha da öteye gidip, akademik bir araştırma öneriyor...

Öyleyse işin sırrını çözene dek aramaya devam... Ve ararken de hep bir ağızdan bir şarkı söyleyelim mi.

Çıldırın çıldırın. Cimbom için çıldırın!

* * *

BU iş,
gerçekten bir tez konusu. Araştırırken, gözüm bir habere takıldı...

G.Saray’ın 25 kişilik kadrosunda 16 futbolcu ilk kez şampiyonluk sevinci yaşamış!

Yani... Şampiyonluğa aç bir kadro.

İyi de, saymaya kalksan Beşiktaş’ta da aynı sayıda futbolcu bulursun. Niye şampiyon değil.

Geç öyleyse. Kerameti başka yerlerde ara.

Kadronun çapı- kalitesi mi? Olamaz... Kadronun yarısı sakattı. Üstelik F.Bahçe’yi saymaya kalksan, sanki dünya karması...

Öyleyse, keramet bunda da değil.

Aşırı Galatasaray sevgisi olabilir mi?

Bir noktaya kadar. Profesyonel bir futbolcu için sevginin de bir sınırı vardır.

Öyleyse?

Sevgi muhabbeti de boş. Başka yerlerde ara bu şampiyonluğun sırrını!

Peki nerelerde arayıp bulacağız be kardeşim...

Kaçıp giden Kalli’nin attığı temelde mi. Bazı özel isimlerin aklında mı. Yönetimin duruşunda tavrında mı. Tepeden tırnağa yerli malı bir teknik kadronun becerisinde mi... Tribündeki taraftarın vefasında mı. Yoksa kolunu durmadan sıvazlayan o adamda mı. Kimde?

Ama sayın Polat da, "Şampiyonluğumuz ve başarımız bir tez konusudur" diyorsa... Bu şampiyonluğun sırrı gerçekten araştırmaya değer. Ve ararken de hep bir ağızdan söyleyelim...

Çıldırın çıldırın Cimbom için çıldırın!
Yazının Devamını Oku