Radikal’den Kemal Yılmaz’ın ‘AC/DC ve Kiss 2013’te Tuborg Gold Fest’e geliyor’ yazısının yürek telini hâlâ titrettiği sırada dinlemeye başladım ‘Live At River Plate’i.
Malum, 2009’da Arjantin’in iki futbol devinden biri olan River Plate’in (diğeri Boca Juniors’dır) efsane stadı El Monumental’de üç gece cümbüş yapıp, 200 bin kişiyi metal yorgunluğuyla baş başa bıraktıkları konserlerin kaydı...
‘Rock’n Roll Train’le giriyorlar, yaklaşık iki saatte 19 şarkıyla ortalığı tarumar ettikten sonra ‘For Those About To Rock (We Salute You)’ ile çıkıyorlar.
AC/DC’nin Donington ve Madrid (No Bull) konserlerini defalarca seyretmiş (elbette DVD’ye kuvvet), uzun yıllar ‘Back In Black’ ile sabah saatlerine duyduğum tepkiyi dile getirmiş biri olarak yeni konsere de balıklama daldım elbette.
Önce iyi haberler... ‘Live At River Plate’, hayatının herhangi bir döneminde AC/DC sevmişlerin hayal kırıklığı yaşamayacağı bir albüm. “Yok abi ya, nerede eski AC/DC” diyen âdettendir, çıkacaktır fakat çok takılmamak lazım.
Babalar artık 60 yaş civarında (Angus Abi 57 oldu mesela) ama hâlâ 70 bin kişiyi kudurtuyor ve bu arada kendileri de kuduruyor ki; ruh budur!
SIKILDIM LAFINI DUYAMAZSINIZ
Konser albümlerine çok sıcak bakanlardan değilim. Sevdiğim, dinlemekten sıkılmadığım hatta dinlemezsem çatlayacağım konser albümleri var. Onları küçük bir liste yapacağım zaten ancak, şarkıları stüdyo kayıtlarına sadık kalarak dinlemeyi tercih ederim genellikle.
Haklısınız, an itibariyle ruh sağlığımla ilgili endişeleriniz tavan yapmıştır büyük ihtimal, normaldir.
Atarlı vekili, tutarlı vekili, konuşkanını, polemikçiyi, kabalaşma potansiyeli olanını, aksiyon figürünü, esprilisini (Hangisi ben de merak ettim aslında. Sırrı Süreyya Önder’i tenzih ederim) tanırım bir şekilde.
*
Dün şöyle bir haber düştü gündemimize:
“AK Parti Bursa Milletvekili Mustafa Öztürk, katılacağı bir toplantının yapılacağı salona otomobili alınmayınca polisle tartıştı. Öztürk, toplantı salonunun bulunduğu sokağa aracının alınmaması üzerine sinirlenerek, o sırada geçişi sağlayan trafik polisini azarladı. Polis memurunun kendisini tanımamasına iyice sinirlenen Öztürk’ün, tartışmaya son anda müdahale eden ve yine kendisini tanımayan Trafik Şube Müdürü’ne sert çıkarak, ‘Beni tanıyacaksınız. 2,5 yıl oldu. Tanıyın artık. Ben milletvekiliyim’ diyerek azarlaması dikkat çekti.”
*
Sorumuz belli: Çözüm mü galip çıkacak, düğüm mü?
Gazete sütunları toplumun yaşadığı kafa karışıklığının aynası.
İyimser olanlar, kötümser olanlar, temkinli yaklaşmayı salık verenler, kuşkulular, güvensizler, umutsuzlar, sessiz kalanlar, şüpheciler, işin maddi ve siyasi rant boyutuna dikkat çekenler, büyük resmi veya bölgesel dengeleri işaret edenler, “Kürt sorunu/Türk sorunu” hattından analiz üretenler, tedbirliler, öfkeliler, şahinler, güvercinler...
*
Yüksekova’da yıllar önce bir “Seçim geliyor, nabız tutalım” gezisi sırasında, silahların tek tük patladığı durma/bekleme döneminde şu cümleyi kurmuştu konuştuğum kişi:
“Nasıl biter?.. Bir günde başlamadı, bir günde bitmez. Savaşarak bitmediği ortada, konuşarak biter.”
Cebimde Turgut Uyar’ın “Divan”ıyla geziyordum Van-Hakkâri-Şırnak-Mardin-Diyarbakır hattında.
Tartışma aslında yeni değil ama yaygın da denilemez. Malum; büyük bütçeli, geniş kitlelere hitap eden filmler dışında kalan yapımların kendilerine salon bulamaması meselesi.
Geçen hafta Türkiye’nin çok tanınan bir oyuncusuyla muhabbet ederken yeni bir film hazırladığını söyledi.
İsmini vermeyeyim şimdi...
Ben “Yazık sana” diyemeden yanımızda duran ve yine sinema sektörüne yıllarını vermiş arkadaşımız “Vazgeç birader, geleceğini, evlatlarını düşün. Ev al filan ne bileyim?” dedi.
Acıklı bir hava çöktü üzerimize. Bu devirde eli yüzü düzgün film yapmak ha?
Belki kütüphaneni ödüllerle doldurabilirsin ama filmin asla seyirciye ulaşmayacak sinema salonlarında.
Ulaşsa bile bir elin parmak sayısını geçmeyecek gösterileceğin salonlar. O salonlar da şehrin uzak köşelerine serpiştirilecek zaten. Hem haydi o 2-3 salona ulaştın, zorlu bir işi başardın; gösterim süren iki haftayı bulursa zil tak oyna sevinçten.
1925-1962 arasında ülkemizde görev yapan Amerikalı diplomatların Türkiye’deki basın sektörüyle ilgili hazırladıkları raporlardan derlenen kitapta hem tek parti döneminin, hem Demokrat Parti iktidarının, hem de 27 Mayıs sonrası ilk günlerin basın panoraması var.
Rüzgârın estiği yöne doğru teknesini toparlayanlara, her devrin adamı veya her devrin muhalifi olanlara, “Babıâli efsanesi” diye tanıtılan bazı sahtekârlara ait ilginç bilgiler içeriyor kitap.
Yıllara göre tirajların durumu, gazete maliyetleri, ilan pastası payları vesaire de cabası.
*
Geçen sene Star gazetesinin Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu’sunun tıpkıbasımlarını vermeye başlaması üzerine hazırladığım “Necip Fazıl” yazısı için bu kitaptaki bir rapordan da faydalanmıştım:
“Konsolos Donald B. Carter’ın bugün ‘Wikileaks veya Stratfor evrakı muamelesi’ görecek 15 Temmuz 1952 tarihli raporunda ‘Yeni Büyük Doğu’ ve Necip Fazıl’ı değerlendirdiği bölümde şöyle ifadeler var:
‘Muhafazakâr ve fanatik Müslüman çizgideki bu gazete önceleri aylık ve haftalık olarak da yayınlanmıştı. Son 6 haftadır dikkat çekici şekilde Demokrat Parti’ye olmasa da lideri Adnan Menderes’e yönelik övgüler vardır. (Ekteki Necip Fazıl makalesinden) Anlaşılıyor ki yazar, Başbakan’a yönelik bu direkt övgüler sayesinde daha önce olduğu gibi gazetesinin kapatılmasına engel olabileceğini düşünüyor.’”
Malum hikâyeler; akşamdan ve gürültüler âleminden kalmalık, seneye devreden büyük ikramiye umudu, yıllarca yanılgıyla/hayal kırıklıklarıyla neticelendiğini bildiğiniz bir “eksik” sıfırdan başlama hissi vesaire.
Televizyon kanallarında gününü doldurmadan eskimiş eğlence programı görüntüleri, gazetelerde genel bir boşluk...
Size büyük ihtimal ağrı kesici yardımıyla okumanız için “gerçekçi” bir liste sunacağım.
Listem yeni değil...
2009’dan 2010’a geçerken, 31 Aralık’ta Twitter’daki takipçi dostlarımla paylaştığım bir listeyi remikslemekle yetineceğim.
Bu listedeki isteklerimin bazıları gerçekleşmişti 2010’da (Mesela ayakkabıma sakız yapışmamıştı), bazılarıysa 2013’e geldik hâlâ başıma gelip duruyor (sıvı sabun bittiğinde yedeğini bulunduramamak)...
Yine de hayatta karşılığı olan isteklerdir.
Odalarımızdaki kutulardan, radyolarımızdan şöyle bir ses duyuyoruz:
“Şu anda radyolarının başında bizi izleyen tüm TRT 3 dinleyicilerine merhaba.
Spikeriniz ben Şebnem Savaşçı...
Program yapımcınız ben Yavuz Aydar, Ankara Radyosu’nun 13 numaralı stüdyosundan sevgilerimizi iletiyoruz...”
Bu anonsla başlayan Stüdyo FM, 34 sene ve 3803 (yazıyla üç bin sekiz yüz üç!) programın ardından cuma akşamı bitti.
Haberi dün sabah bir okuyucumdan gelen şu elektronik posta sayesinde öğrendim:
“Kanat Bey merhaba;