Hafta içinde gazetelere yansıyan haberlere bakınca kötü oyunun izini kökleşmiş problemlere bağlamak kolaylaştı. Maddi ve manevi problemler yığılmış Florya’nın kapısına. Parası ödenmeyen futbolcular, gruplaşmalar, takım sadece sahaya çıktığı için kendini şanslı sayacak hale gelmiş çaresiz teknik direktör vesaire... “Peki ne olacak bu Galatasaray’ın hali?” diye soracak olanlara hemen cevap vereyim: İyi olacak.
Bu tür problemleri her kulüp yaşar, yaşamıştır, yaşayacaktır.
Ancak Galatasaray gibi şanlı tarihe sahip kulüpler, bu sorunları çabuk aşabildikleri için “BÜYÜK” olmuştur.
Bu notları düştükten sonra dün akşama dönelim. Birbiri ardına gelen ağır yenilgilerin ardından kadro revizyonuna gitmişti Prandelli.
Genel af (veya özel af da diyebiliriz) sayesinde formasına kavuşan Sabri, ilk 11’de az rastlanan Emre, Hamit gibi isimlerle sahaya çıkan Galatasaray ilk yarıdael freni çekilmiş otomobil görünümündeydi.
İkinci yarıda bambaşka bir Galatasaray vardı sahnede.
Soyunma odasına ıslıklarla giden takım, belli ki bu protestoyu motivasyon kaynağına çevirmişti.
Başbakan Davutoğlu adını “Ak Saray” olarak telaffuz etti bile ama Beştepe diyen tedbirliler de var!
2006’da AOÇ Kanunu’nda yapılan değişiklikle Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne imar planı yapma yetkisi verildi.
Kaçak olarak adlandırılması, durdurma kararı filan vız geldi tırıs gitti.
Mermer, cam, beton ve granitten mürekkep bir saray konduruluverdi Atatürk Orman Çiftliği’nin bağrına...
*
Hafızaları biraz zorladığımızda manzara netleşir.
Mesela THY’de toplu iş sözleşmesi görüşmeleri sürerken havacılık sektörüne grev yasağı getirilmesi için yasa değişikliği teklif etmişti.
Mesela “Türk siyasetinin dehası Recep Tayyip Erdoğan’ın kodlarını bilimselleştirmeyi” akıl edemeyen rektörlere şöyle haykırmıştı: “RTE kürsülerini üniversitelerinize ne zaman taşıyacaksınız?”
Mesela 17 ve 25 Aralık sürecinde Habertürk canlı yayınında “Yolsuzlukları, hırsızlıkları ortaya çıkarmak günah işleme özgürlüğüne müdahaledir” temalı efsane mertebesinde bir konuşma yapmıştı.
Mesela Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Almanya Essen’de yüzde 90 engelli bir gence yasalar gereği oy kullandırtamayacağını söyleyen Başkonsolos Şule Özkaya’yı parmak sallayarak tehdit etmişti: “Ben de seni ağlatacağım, yarın merkeze alınacaksın!”Arşiv marifetiyle örnekler uzatılabilir ama hakkını yemeyelim partisini ve liderini büyük bir bağlılıkla savunan, TBMM’de polemiklerde hep ön plana çıkan, çıkmaya çalışan bir isim.
“Bildiğimiz manada Türk işi siyasette” önü açık demektir; hayırlı olsun.
*
Son olarak gazeteleri okurken Yeni Şafak’ta rastladım sayın vekilin adına.
Bir dakika!..
Arkadaşımdan adıyla soyadıyla bahsetmek saçma; bundan sonra Lato diyeceğim.
Oh...
Lato’nun insanın doğayla, hayvanlarla ilişkisine odaklanan çizgilerinden oluşan National Geoglathif’i geçtiğimiz birkaç gün içinde defalarca baştan sona taradım.
“Zeytin sineği, zeytin güvesi, zeytin kara koşnili, zeytin kabuklu biti, zeytin pamuklu biti...”Başka düşmanları da var fakat azılı olanlar bunlar.
Peki en azılı düşman kim?
Elbette etinden, yağından, kabuğundan, odunundan, özetle her zerresinden fayda sağlamasına rağmen canına kasteden insan...
Zeytin ağaçlarının 2 bin yıl yaşadığına bile rastlanıyor.
Antikçağlardan bu yana kutsal kabul edilen, bereketine şükredilen (mesela Kuran 7 ayrı yerde anıyor adını) zeytinin tarihinde Türkiye’nin şu anki ihaneti bir iğneli yaprak kadar yer tutmayacaktır.
Fakat ibretliktir, anlatılması gerekir...
Yok efendim dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler, İran asıllı Reza Zarrab’a “Abicim sen rahat ol. Vallahi öyle bir şey varsa, senin önüne ben yatarım ya! İçişleri Bakanlığı’nda, Maliye’de ve MİT’te bir şeyin yok...” demiş.
Türkiye Cumhuriyeti’nin koca bir bakanı yatar mı kimsenin önüne maddi çıkar sağlamak için?
Böyle bir kepazelik olur mu?
İnanmamıştım zaten!
*
Bu panayırlarda şiir yarışmaları da yapılırmış ki; Cahiliye Devri’nin Arap edebiyatı için bir zirve olduğu yazılır, çizilir.
Mekke’de düzenlenen Ukaz Panayırı’nda seçilen en güzel 7 şiirin Kâbe’ye asılması ve bir yıl boyunca sergilenmesi de bir gelenekmiş.
Bu gelenek ‘askıdaki yedi şiir’ manasına gelen “muallakât-ı seb’a” olarak anılırmış.
Sevgili okur “Pazar pazar nereye varmaya çalışıyorsun be adam?” noktasına gelmek üzereysen sabret, durumu açıklığa kavuşturmak üzereyim!
*
Dün İstanbul’da Şiir Günleri başladı.
Zihni ve bedeni prangalı, maddi ve manevi sıkıntılara bir de idari bunalım ekleyerek kendi etmiş kendi bulmuş bir takım.
Fenerbahçe, rakibini kendi stadında ve kendi yarı sahasında tutmakta, oyunu istediği gibi yönetmekte güçlük çekmedi.
Enerjisini sadece Emenike, Meireles, Kuyt üçlüsünün yıpratıcı akınlarını karşılamaya harcayan, topa sahip olduğunda da pas verecek arkadaş yerine yardıma koşacak evliya bekleyen tarzda bir oyun. Fenerbahçe bu ilk yarıda gol çıkartamadıysa ve bu konuda suçlu arayacaksa başta Emenike’nin ciddiyetsizliği olmak üzere kendisine bakmak durumunda.
İŞİN RENGİ DEĞİŞTİİKİNCİ yarıda ise işin rengi (açıkçası pek beklemediğim şekilde) değişiverdi.
Düdükle birlikte Fenerbahçe’nin üstüne yürüyen ve henüz ilk saniyelerde pozisyon bulan Galatasaray ‘yaşama belirtileri’ göstermeye başladı.
Alves’in belki de kendisinin bile anlam veremeyeceği hareketi neticesinde gördüğü kırmızı kart takımının baskıyı atlatıp oyuna ortak olma şansını büyük ölçüde elinden aldı. Fenerbahçe buna rağmen Kadlec’le çok net bir pozisyon yakaladıysa da, ilk yarıdaki üstünlüğüne yaklaşamadı o dakikadan sonra.