10 Temmuz 2007
BİZ galiba açmazları seviyoruz veya onlara şu veya bu şekilde kapılmaktan kendimizi kurtaramıyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimini alın. Anayasa Mahkemesi ilk önce toplantı yeter sayısının da 367 olması gerektiği kararıyla sadece 11. cumhurbaşkanının seçimini değil, bundan sonraki cumhurbaşkanı seçimlerini de çıkmaza soktu. Mahkemenin Anayasa değişikliği konusunda bu sefer hukuka uygun olarak aldığı karar ise bir Pandora kutusu açtı denilebilir. Şimdi 11. cumhurbaşkanının 22 Temmuz seçimlerinden sonra oluşacak Meclis tarafından seçilip seçilmeyeceği belli değil. Meclis’te tekrar bir kilitlenme halinde yeniden seçimlere gidilirse, cumhurbaşkanının bu sefer halk tarafından seçilmesine kapı açıldı.
Tabii akıl ve basiret, birinci şıkkın tercih edilmesini, seçimlerden hemen sonra cumhurbaşkanı seçimine gidilmesini ve bir oydaşmaya süratle varılmasını gerektirir. Fakat politikada akıl ve basiret o kadar makbul değil. Anayasa’da lüzumlu ayarlamalar yapılmadan cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin sakıncaları ise artık gayet iyi biliniyor.
* * *
Seçim kampanyasındaki üslup da ister istemez hüzün ve karamsarlık doğuruyor. Evet seçim nutuklarında polemikten kaçınmak zordur. Fakat bunun bir derecesi olmalıdır. Daha kısa bir süre önce polemik sanatının çok geliştiği Fransız seçimlerini izledik. Kimse bizdeki gibi birbirine hakaret etmedi, vatana ihanet suçlamalarında bulunmadı, sesi kısılıncaya kadar avaz avaz bağırmadı, ip fırlatmadı.
Sarkozy ile Segolene Royal arasındaki televizyon tartışması da genellikle gayet olgun bir ortamda cereyan etti. Bizde bu gibi televizyon tartışmalarının mutlaka yapılmasına ihtiyaç var. Seçmenler o zaman liderleri yetenekleri ve mizaçları açısından daha iyi değerlendirme fırsatını bulurlar. Televizyon tartışmasından kaçınmak, sınavdan kaçınmak gibi bir şey. Meydan nutukları tabii daha kolay.
Bu seferki seçimlerin karamsarlık yaratmasının kuşkusuz arka planda başka nedenleri de var: Had safhada kutuplaşma, politikayı çeşitli yöntemlerle etkileme çabaları, hoşgörüsüzlüğün gittikçe tırmanması, dışlayıcı ve zenofob bir militan milliyetçiliğin gelişmesi, şiddet eğilimi, siyasi nitelikte cinayetlere ve suçlara ilişkin davaların bir türlü sonuçlandırılmaması ve hatta bazen buharlaşması, yargıdaki bazı esrarengiz tasarruflar, çetelerin kurdukları anlaşılan "tehlikeli ilişkiler". Bunlar seçimleri de aşan ve giderilmesi çok zor zaaflardır.
* * *
Bütün bu koşullar altında ideolojik sadakat dışında oy vermek isteyen seçmenlerin tercih yapması son derece zor. Radikal Gazetesi’ndeki 6 Temmuz tarihli makalesinde Murat Belge, "Bugünkü ortamda bir solcu için CHP’ye oy vermek, AKP’ye oy vermekten daha güç ve aslında sola daha aykırı bir şeydir. Çünkü CHP’ye verilecek oy, doğrudan doğruya faşizm cephesine verilecek oy demektir... Ama bir solcunun AKP’ye oy vermemesi de son derece doğal ve anlaşılır bir şey" diyor ve oyunu Profesör Baskın Oran’a vereceğini bildiriyor.
Ben hiçbir zaman solcu olmadım. İnsanın kendisini objektif olarak nitelendirmesi kolay değilse de "sol hassasiyetli pragmatik bir liberal" olduğuma inanmak istiyorum. CHP’ye oy vermek, faşizm cephesine oy vermek anlamına gelir diyecek kadar ileri gitmem. Ama bugünkü CHP’nin iktidar olmasından korkarım.
Demokrasi ve insan hakları tutkusunu çok takdir ettiğim Baskın Oran’ın bazı fikirleriyle mutabık değilim, fakat parlamentoya girmesinin çok yararlı olacağını ve kendi kullandığı tabirle birçok ezberin bozulmasına yardım edeceğini düşünüyorum. Ne var ki Baskın Oran benim seçim bölgemde değil. Kime oy vereceğimi düşünmeye devam edeceğim. Belki son dakikada bir ilham gelir!
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2007
IRAK sorunu seçim kampanyasında çok büyük yer işgal ediyor. Muhalefet, Kuzey Irak’tan beslenen PKK terörüyle mücadelede AKP hükümetinin zaaf ve çaresizlik içinde olduğu temasını işleyip duruyor. Seçimlere ancak iki hafta kaldığı halde Meclis’in toplanması ve hükümete müdahale yetkisi vermesi bile talep ediliyor.
Uluslararası zemin iyi hazırlanmadan, müdahalenin kapsamı tayin edilmeden, ve bir Meclis kararının seçim malzemesi olarak kullanılacağı kesin iken, TBMM’yi toplantıya çağırmakta hiçbir isabet olamaz. CHP ise bir yandan AKP’yi suçlarken, diğer yandan kendisinin uluslararası alanda Türkiye’ye destek sağlamak için hükümetten çok daha etkili faaliyetler içinde bulunduğunu ileri sürüyor.
Gösterdiği örnek, Sosyalist Enternasyonal’in 28-29 Haziran tarihlerinde Cenevre’de yaptığı toplantıda, Deniz Baykal’ın, Talabani’nin ve Barzani’nin salonu terk etmesine neden olan sert çıkışı. İyi de bu salvonun sonucu acaba toplantı deklarasyonuna nasıl yansıdı?
* * *
Deklarasyonda Irak’a ilişkin paragraflardan biri şu: "Sosyalist Enternasyonal ’Irak, hangi yönde ilerliyor’ teması üzerindeki tartışmalarda ilk sözü alan Başkan Celal Talabani’yi ve onunla birlikte demokratik ve federal bir sistem kurmak için çalışanların çabalarını desteklemektedir. Halkının medeni ve siyasi haklarından mahrum bırakıldığı, etnik ve dini zulmün hüküm sürdüğü, komşularla silahlı çatışmalara girildiği 35 yıllık bir diktatörlükten sonra Irak, bugün, içten desteğimizi hak eden bir ulusal yeniden yapılanma içindedir."
Bir başka paragrafta ise, bölgedeki diğer devletlere Irak’ın içişlerine müdahale edilmemesi ve bağımsızlığına, egemenliğine, ulusal birliğine saygı gösterilmesi çağrısında bulunulmaktadır. Deklarasyondaki ifadeler, Baykal’ın uyarılarının Türkiye’nin görüşleri yönünde çok derin bir etki yarattığı intibaını vermekten galiba bir hayli uzak. Aksine, Baykal’ın çıkışlarının Türkiye’ye bir uyarıyı tetiklediği kolaylıkla söylenebilir.
AKP hükümetinin, Kuzey Irak’a müdahale etmemek taahhüdü karşılığında bir milyar dolarlık yardımı öngören bir anlaşmayı ABD ile imzaladığı da başka bir iddia. Oysa Dışişleri Bakanlığı bu konuda gereken açıklamayı yaptı. Söz konusu anlaşma bağlamında Kuzey Irak’a müdahale etmemek yükümlülüğü üstlenilmiş değildi.
ABD böyle bir müdahale halinde, müdahalenin yapıldığı tarihten itibaren yardımı kesecekti. Kaldı ki hiçbir zaman onaylanmamış olan anlaşmaya 2004 yılında son verilmiş, Türkiye ABD’den anlaşma kapsamında hiç yardım almamıştı. Bu gerçeği CHP’nin bilmemesi mümkün müydü?
* * *
Ortada iddialar çok. Bir tanesi de 1926 tarihli Musul Antlaşması’nın Türkiye’ye Kuzey Irak’a müdahale hakkı verdiğidir. Böyle bir şey yok. Antlaşma yalnızca sınırın iki yanında 75 kilometre genişliğindeki bölgelerde iki tarafın yetkili makamları arasında muayyen konularda işbirliğini öngörüyor.
İşbirliği alanları da yağmacılık ve eşkıyalıkla mücadele, suçluların iadesi, bölgenin iki tarafında öteki devlete karşı propaganda örgütleri kuruluşunu önlemedir. Denebilir ki, propaganda yasaklandığına göre terör evveliyetle yasaklanmış sayılabilir. Doğru da yükümlülüklerin yerine getirilmemesinin yaptırımı antlaşmada yok.
Aslında olası bir müdahalenin hukuki dayanağı veya kılıfı her zaman bulunabilir. BM Yasası’nın meşru savunma hakkına ilişkin maddesi, terörle mücadeleye ilişkin Güvenlik Konseyi kararları dermeyan edilebilir.
Sorun bunların makbul görüleceği bir uluslararası ortamın mevcut olup olmadığıdır. 2003’e kadar Kuzey Irak, bir "no man’s land" idi. İstediğimiz gibi girip çıkıyorduk. Bugünkü denklem çok değişik. İşin zor tarafı da bu değil mi?
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2007
İSTANBUL’da artık her yıl çok sayıda uluslararası konferansın toplandığına şahit oluyoruz. Bunların çoğu zengin ve gelişmiş ülkeleri, büyük uluslararası şirketleri ve bankaları ilgilendiren konular üzerinde odaklanıyor. 9-10 Temmuz tarihleri arasında ise İstanbul değişik bir toplantıya ev sahipliği yapacak.
Türkiye’nin daveti üzerine en az gelişmiş ülkelerin (EAGÜ) bakanları veya yüksek düzeydeki temsilcileri, "Küreselleşmenin en az gelişmiş ülkeler yararına işletilmesi" konferansında bir araya gelecekler. EAGÜ sınıflamasına giren 51 ülke var; 35’i Afrika’da, 10’u Asya’da, 5’i Pasifik’te, 1’i Latin Amerika’da (Haiti).
Bu kategoriye girmek için başlıca üç kıstas esas alınıyor: Fert başına düşen yıllık gayri safi milli hasılanın 750 dolardan aşağı olması, beslenme, sağlık ve eğitim kıstaslarına göre insan kaynaklarının yetersiz bulunması, tarım üretiminde ve ihracatta istikrarsızlık gibi nedenlerle ekonomik kırılganlık.
EAGÜ’lerin hepsinde değilse bile birçoğunda ileri derecede fakirlik, politik yolsuzluk, siyasi ve sosyal istikrasızlık gözlemleniyor. Bazılarında iç savaş veya etnik çatışmalar hüküm sürüyor. Halen EAGÜ’ler içinde de en kötü durumda olan ülke olarak Nijer’i saymak mümkün.
* * *
EAGÜ’ler, genellikle, küreselleşmenin potansiyel olarak ekonomik büyümeye, fakirliğin azalmasına ve sürdürülebilir gelişmeye katkıda bulunabileceğini kabul etmekle beraber, bugünkü koşullar altında küreselleşen dünya ekonomisinde marjinal hale geldiklerine inanıyorlar.
Uluslararası ekonomik ilişkileri düzenleyen kurallardan bazılarını milli menfaatlerine aykırı buluyorlar. Dünya Ticaret Örgütü çerçevesinde son yapılan Doha serisi toplantılarında EAGÜ’lerin ABD’ye sıfır gümrük ve kotasız ihracat yapabilecekleri prensip olarak kabuk edilmişti. Fakat varılan anlaşmanın birtakım kaçamak noktaları olduğu ve hatta EAGÜ’lerin mevcut bazı avantajlarını tehlikeye düşürdüğü ileri sürülüyor.
Kaldı ki anlaşma zaten tamamlanamadı ve yürürlüğe girmedi. Gelişmiş ülkelerin EAGÜ’lere karşı giriştikleri yükümlülükleri çok kere yerine getirmedikleri, tantana ile açıklanan yardım miktarlarının káğıt üstünde kaldığı da bir gerçek. EAGÜ’ler ekonomilerinde son yıllarda bazı ilerlemeler kaydettiler, ancak sürdürülebilir bir ekonomik gelişme ivmesi yakalamış olmaktan uzaklar.
Bugün EAGÜ’ler, teknoloji transferi, fakirliğin azaltılması, altyapının geliştirilmesi, üretim kapasitesinin artırılması, istihdam yaratılması, enerji güvenliğinin sağlanması için direkt yabancı yatırımlar gerektiğinin bilinci içindeler.
Yabancı sermaye ise daha çok zengin veya gelişme yolunda hızla ilerlemek potansiyeline sahip ülkelere yöneliyor. EAGÜ’lerin çoğunda hálá ağırlıklı sektör tarım olduğundan gelişmiş ülkelerdeki himayecilikten ve tarım sübvansiyonlarından büyük zarar görüyorlar.
* * *
İstanbul’daki konferansın düzenlenmesinde halen başında Kemal Derviş’in bulunduğu BM Kalkınma Programı aktif bir rol oynuyor. BM Genel Sekreteri’nin EAGÜ Özel Temsilcisi de toplantıya katılacak. Türkiye’nin konferansın İstanbul’da toplanması inisiyatifini alması son derece isabetli olmuştur.
Türkiye bu suretle bu ülkelerin kaderine bigáne kalmadığını somut bir şekilde kanıtlayabilecek, katılımcılar da Türkiye’nin son beş yılda istikrar içinde büyüme stratejisinin başarısını ve Türkiye’nin dünyaya açılım politikasının yabancı sermaye celbinde ne derecede etkili olduğunu yerinde görmek fırsatını bulacaklar.
Ne var ki, seçimlerin çok yaklaştığı bir tarihte Türkiye’ye geliyorlar. Seçim kampanyasının hararetini, demokratik sürecin ve kurumsallaşmanın o kadar kolay olmadığını, küreselleşmeden şu anda en iyi yararlanan ülkelerden birinde bile duygusal küreselleşme karşıtlığının yaygınlığını ve gücünü gözlemlemek fırsatını da bulacaklar.
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2007
26 Haziran tarihli makalemde CHP’nin programını ele almıştım. Bugün çok kısaca MHP’nin ve daha kapsamlı bir şekilde AKP’nin programını ele almak istiyorum. MHP’ye az temas edeceğim, çünkü seçim stratejisi felaket haberciliğine ve korku telkin etmeye dayanıyor. Uslubu çok kavgacı. AKP’yi PKK ve Barzani ile işbirliği yapmakla itham edecek kadar ileri gidiyor. Kadrosu, son bir iki katılım hariç, yetenekli olduğu izlenimini vermekten çok uzak.
Ne var ki, 1999’da işbaşına gelen Ecevit hükümetinde, koalisyon ortağı olarak MHP oldukça uzlaşıcı davranmış ve nispeten makul bir politik çizgide kalmıştı. Şimdi daha radikalleştiği intibaını veriyorsa da, bir iktidar koalisyonuna katılırsa, bugünkü müfrit söylemlerini rafa kaldıracağı umulabilir.
* * *
AKP’ye gelince, programı daha somut. Özellikle yeni bir anayasa hazırlanması öngörülüyor. Buna gerçekten ihtiyaç var, çünkü 1982 Anayasası artık her tarafından çatırdıyor ve üstelik Anayasa Mahkemesi’nin kararları ile uygulanması daha da zor hale geldi.
Profesör Zafer Üskül’ün geçen pazartesi Radikal’de ana hatlarını izah ettiği tasarıgerçekleşirse Türkiye AB ile uyumlu ve modern demokrasi kavramlarını özümseyen bir Anayasa’ya nihayet kavuşmuş olur.
AKP programında dış politika konusunda da önemli noktalar var. AB üyeliğinin stratejik bir vizyon olduğu, reformların sürdürüleceği, Türkiye’nin çok yönlü bir dış siyaset güdeceği, fakat Rusya, Çin, Japonya gibi devletlerle ilişkilerin AB ve ABD ile mevcut kurumsallaşmış ilişkilerin alternatifi olamayacağı belirtiliyor. Sağduyuyu ve akılcılığı yansıtan bir yaklaşım.
* * *
AKP tabii yaklaşık beş yıldan beri iktidarda. Onu sadece programı ile değil, fakat icraatı ışığında da değerlendirmek imkánına sahibiz. Ekonomik alanda aldığı sonuçları küçümsemek imkánsız.
İki gün önce bir Amerikalı grup önünde yaptığı, herhangi bir siyasi imadan uzak konuşmasında, Kemal Derviş, 2003’ten beri yılda yüzde 7 büyümenin başarı sayılabileceğini, Türkiye’nin bazı AB ülkelerine oranla prodüktivitesinin daha yüksek olduğunu belirtiyordu.
Derviş, hattá, AB üyeliği gerçekleşmese bile, küreselleşme dinamiği içinde Türk ekonomisinin bugünkü ivmesini koruyabileceğini düşünüyor.
AKP’nin AB politikası da takdir edilmelidir. Çok zor koşullar altında, muhalefetin engellemelerine rağmen, AB ile üyelik müzakerelerinin başlamasını sağlayabildi.
Kıbrıs’ta 2004’teki referandumda BM çözüm planına olumlu oy verilmesini destekledi. Kıbrıs Türklerinin planı kabul etmeleri self-determinasyon haklarının tesciline ve her zamankinden daha fazla uluslararası alanda muhatap alınmalarına yol açmakla kalmadı, KKTC ekonomisinin çok büyük bir hamle yapmasını kolaylaştırdı.
* * *
Kuşkusuz, AKP’nin icraatının yalnızca olumlu değil, fakat olumsuz yönlerini de görmeliyiz. AKP liderleri politik yaklaşımlarında ve değerlendirmelerinde din ekseninden kendilerini bir türlü tamamen sıyıramadılar. Dini dürtüler iç ve dış gelişmeler hakkındaki algılamalarını ve tepkilerini zaman zaman aşırı ölçüde etkiledi.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde gerçekçi davranmadılar, bir uzlaşıya varmanın kaçınılmaz olduğunu, aksi halde çok kuvvetli bir kamuoyu tepkisi ile ve kurumsal muhalefet ile karşılaşacaklarını göremediler. Bugün dahi cumhurbaşkanlığı konusunda bir uzlaşma işareti veremiyorlar.
Evet, Türkiye’de gönül ferahlığı ile oy verilebilecek bir partiden pek bahsedilemez. Ya ideolojik tutku ile oy verilecek, veya en az kötüsü olduğuna inanılan parti tercih edilecek.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2007
SİYASİ partilerin açıkladıkları programlara dayanarak iktidara gelirlerse veya koalisyon ortağı olurlarsa güdecekleri politika hakkında bir fikir edinmek çok güç. Programlar daha çok bol vaatler ve yuvarlak ifadeler içeriyor.
İdeolojik nedenlerle her koşulda muayyen bir partiye oy vermeyi kutsal bir mecburiyet sayanlar dışındaki seçmenler tercih yapmakta zorlanıyorlar. Tabii değerlendirme yaparken partilerin eski yıllardaki performansları da göz önünde tutulmalıdır. Örneğin, sol partilerin, CHP’nin ve DSP’nin kaderi daima ekonomiyi krize götürmek olmuştur.
1978-79’da Deniz Baykal’ın da üyesi bulunduğu Ecevit hükümetinin nasıl bir yokluklar Türkiye’si yarattığı unutulabilir mi? 1980 başında Demirel iktidara gelir gelmez ise ekonomi derhal toparlanmaya başlamıştı. Yine 2001’de, Ecevit başbakan iken aniden bir ekonomik çöküntüye sürüklendiğimiz hafızalarımızda canlıdır.
* * *
Dış politika konularına gelince, tablo biraz daha karmaşık. Ecevit hükümeti 1999’da bazı tereddütler geçirmekle beraber AB’ye katılım adayı olmayı kabul etmiş ve Helsinki zirvesine iştirak etmişti. 2001 yılında da Kopenhag kriterlerine uyum sağlamak amacıyla çok önemli reformlar gerçekleştirildi.
MHP de koalisyon ortağı sıfatıyla bu reformlara destek vermişti. Fakat daha sonra gerek CHP, gerek MHP, AKP hükümetinin AB politikasını şiddetle eleştirdiler. MHP şimdi Kopenhag kriterlerine artık sıcak bakmaktan çok uzak olduğunu gizlemiyor. Demokrasi, hukuk devleti, insan hakları gibi kavramlara sırt çevrilirse halimiz harap demektir.
CHP, açıkladığı programda, iktidar olunca AB ile tam üyelik hedefini koruyacağını belirtiyor. İyi de somut olarak bu ifade ne anlama geliyor, belli değil. CHP şimdiye kadar AB üyelik sürecini yokuşa sürmek için az uğraş vermedi. Üyelik için Kıbrıs meselesinin çözümünün önemini bir türlü idrak edemedi.
Kıbrıs meselesinin, Güney Kıbrıs’ın üyeliği gerçekleşmeden çözümüne ve bu suretle Kuzey Kıbrıs’ın da AB’ye entegre olmasına şiddetle karşı çıktı. O kadar ki, Nisan 2004 referandumunda BM planına olumlu oy verilmesine bile muhalefet etti. Oysa bu oy hiç değilse Kıbrıs Türklerinin selfdeterminasyon hakkını tescil etmiş ve Kuzey Kıbrıs’ın ekonomik gelişmesine büyük bir ivme vermiştir.
Güney Kıbrıs gemilerine ve uçaklarına Türk limanlarının açılmasını öngören ve uygulanmadığı için sekiz müzakere başlığının askıya alınmasına neden olan Gümrük Birliği Protokolü konusunda CHP’nin ne yapacağı da programda belirtilmemiş. AB üyelik sürecinde başka sorunlar da var. Ceza Yasası’nın 301. maddesinin değiştirilmesini şimdiye kadar CHP reddediyordu. Bu tutumunda bir gelişme olacak mı?
* * *
CHP programının dikkati çeken bir başka noktası da Irak ile ilgilidir: "Hükümet, Kuzey Irak’ta bir operasyon düzenlemeye hiç cesaret edememiştir. CHP iktidara geldiğinde, bu konuya cesaret ve kararlılıkla çare bulacak, terörün odağını kurutacaktır."
Çok büyük bir iddia. Ne var ki Kuzey Irak’ta Kürtlerin ve PKK’nın bugün elde ettikleri avantajların 1 Mart tezkeresi ile geniş ölçüde önlenebileceği konusunda o devrin bütün komutanları mutabakat halindedir. CHP ise 1 Mart tezkeresine inanılmaz bir demagojiyle karşı çıkmıştı.
Bugünkü aşamada ABD kuvvetleri oradayken ve uluslararası ortam olabileceği kadar elverişsizken bir müdahaleyi nasıl gerçekleştirecek?
Seçim programlarının ciddiye alınmaması gerektiğini biliyorum. Ancak programlar ile muhalefet saflarında sergilenen davranış arasındaki tutarsızlıkların bir sınırının olması gerekmez mi?
Parti programlarını yorumlamaya devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2007
SİVİLLER ile askerler arasında sorunlar yaşanması Türkiye’ye özgü değil. Başka demokrasilerde de, daha dar kapsamda, askeri strateji ve savunma politikaları bağlamında, zaman zaman problemler ortaya çıkıyor. Özellikle ABD’de, Başkan ve Savunma Bakanı ile generaller arasında ciddi görüş ayrılıkları ve bazen de gerginlikler eksik olmamıştır. "Asker üzerinde sivil kontrol" kitabının yazarı Michael C.Desh, Foreign Affairs Dergisi’nin mayıs-haziran sayısındaki "Bush ve Generaller" başlıklı makalesinde bu konuyu irdeliyor.
* * *
Desh’e göre sivil-asker ilişkilerinde gerginlikler Irak savaşı ile başlamamıştır. Vietnam savaşı sırasında, kıdemli subaylar, askerlerin körü körüne sivil liderlere itaat etmelerinin yenilginin başlıca nedenlerinden biri olduğu kanaatine varmışlar, ileride sivil yönetim yine stratejik hatalar yapmak eğilimi içine girerse, askerlerin artık sessiz kalmamaları gerektiğini vurgulamışlardır.
Genelkurmay Başkanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Colin Powell da anılarında, silahlı kuvvetlerin, bir kurum olarak Vietnam savaşının güdülen stratejiyle kazanılamayacağını Başkan’a açıkça bildirmemelerini eleştirmektedir.
Başkan Clinton zamanında da sivil-asker ilişkileri problemsiz değildi. 1999’daki Kosova krizinde, Clinton ve Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Sırbistan’a karşı sınırlı hava saldırıları yanında gerekirse kara operasyonlarına girişileceği tehdidinde bulunulmasına taraftardılar. Komuta kademesindekiler ise daha kapsamlı hava saldırılarını desteklerken kara operasyonları opsiyonundan söz edilmesine karşıydılar.
Ve sonunda onların dedikleri oldu. O devrin Genelkurmay Başkanı Hugh Shelton, kuvvet kullanmanın ancak bütün başka çareler tükenirse başvurulacak bir yol olduğu inancını dile getirmişti. Onun nazarında kuvvete başvurulmadan önce şu soru sorulmalıydı: "Cesetler geri gelmeye başlayınca, kuvvete başvurmanın hálá ABD’nin menfaatine olduğunu düşünecek miyiz?"Hatırda tutulması çok yararlı bir kriter.
Desh, makalesinde, Bush başkanlığa gelir gelmez yönetim ile askerler arasında patlak veren ihtilaflar üzerinde uzun uzun duruyor: Savunma Bakanı Rumsfeld ile yardımcısı Wolfowitz, Pentagon’da bir devrim yapmak iddiasındaydılar. Profesyonel görüşlere hiç itibar etmiyorlardı. Üslupları kırıcıydı. 11 Eylül 2001 terör saldırısı kısa bir süre için havayı yumuşattı, Afganistan’a müdahale konusunda da bir görüş birliği içinde hareket edildi.
Fakat Irak savaşı uzun süreli bir çekişmenin başlangıcı olacaktı. Askerler, Irak’a müdahale için birkaç yüz binlik bir kuvvete ihtiyaç duyuyorlardı, fakat Rumsfeld ve yardımcısı çok daha az bir kuvvetle istenilen amaca ulaşılabileceğinden emindiler.
* * *
2006 sonbaharında, yönetim, Irak’taki kuvvet miktarının direniş, terör ve sivil savaşla başa çıkılması için yeterli olmadığını nihayet fark etti. Ancak askerler artık Irak’taki ABD askeri mevcudiyetinin çözümün değil, sorunun bir parçasını teşkil ettiğine inanıyorlardı. 20-30 bin kişilik bir takviyeyle sonuç alınması mümkün değildi. Nitekim yine haklı çıktılar. Irak bataklığından kurtulmak, ABD için her zamankinden daha zor.
Desh, İran’a karşı olası bir nükleer saldırıyı da ancak askerlerin topluca muhalefetinin engelleyebileceği görüşünde. Peki ABD’de ordunun politikacılardan daha temkinli olması şaşırtıcı mı? Bence değil. Tarihte bunun örnekleri bir hayli var. Savaşın felaketini askerler daha iyi idrak ederler.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2007
ORTADOĞU’da kábus senaryoları büyük süratle gerçekleşiyor. Filistin, Irak ve Lübnan amansız sivil savaş içinde veya eşiğinde. Sorunsuz veya sorunlarıyla hiç değilse bu aşamada başa çıkabilen ülkelerin sayısı çok az. Bunların başında Körfez’in küçük ülkeleri geliyor. ABD’nin Irak’a müdahalesinin tetiklediği petrol fiyatlarındaki artışın getirdiği zenginlik, nüfusu çok az olan bu ülkelerde siyasi ve sosyal patlamaları önlüyor.
Suudi Arabistan da petrol zengini, fakat jeopolitik konumu, yönetim sistemindeki zaafları, önemli bir Şii nüfusuna sahip olması, İran’ın nükleer programı ve bölgede artan nüfuzu, onu daha kırılgan hale getiriyor.
Bütün Körfez ülkeleri, ABD ile çok yakın işbirliği içindeler. Başka seçenekleri yok.
* * *
Ortadoğu’daki son dram Filistin’in ikiye bölünmesidir. HAMAS’ın kuvvetleri, Fetih’in kuvvetlerini yenerek Gazze’nin tamamında hákimiyetlerini kurdular. Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas da bunun üzerine Haniye’nin başkanlığındaki hükümetin görevine son verdi. Gazze halkı şimdi, her türlü mali yardımdan mahrum bırakılarak kaderine terk edilmiş bulunuyor.
Gazzeliler kendi liderlerinin olduğu kadar İsrail’in, ABD’nin ve AB’nin politikalarının mağduru oldular. Fakat Gazze’deki gelişmeler bütün bölge için tehlikeli. Mısır’daki bir düşünce merkezi üyesinin değerlendirmesi, bu endişeyi yansıtıyor:
"En büyük kábusumuz gerçek oldu. Sınırımızda bir Hamastan var." Ürdün ise hem Filistin’deki hem de Irak’taki gelişmelerden etkilenecek bir konumda.
Lübnan’da kriz içinde kriz mevcut. Hizbullah, hükümeti boykot etmeyi sürdürüyor. Lübnan ordusu ile bir Filistin mülteci kampında yuvalanmış El Kaide ideolojisinde bir radikal İslamcı örgüt mensupları arasındaki silahlı çatışma bitmek bilmiyor. Istırap çeken yine Filistinliler. Kamplarını terk etmek mecburiyetinde kaldılar.
Lübnan deyince Suriye’ye değinmemek imkánsız. Beyrut’ta bir milletvekilinin katli, Hariri cinayetinde olduğu gibi şüphelerin Şam üzerinde yoğunlaşmasına yol açtı. Irak’a gelince, durumun her gün daha kötüye gittiğini söylemek abartılı olmaz. ABD’nin kuvvet miktarını artırması, güvenliğin tesisine şimdiye kadar yardımcı olmadı. Her zamankinden fazla insan ölüyor, mezhep kavgaları kızışıyor, parçalanma tehlikesi büyüyor.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bölge için belki de hepsinden daha vahim bir patlamanın Pakistan’ı sarsmasından duyulan kaygı yaygın. Başkan General Müşerref’in, Yüksek Mahkeme Reisi Muhammed Şovdri’yi azletmesine halkın duyduğu tepki karşısında Müşerref’in olağanüstü hal ilan etmesinin, buhranı daha da derinleştirmesinden korkuluyor. Halen menfada olan muhalefet partilerinin liderleri Navaz Şerif ve Benazir Butto, demokrasiye avdet edilerek seçimlere gidilmesi çağrısında bulunuyorlar.
* * *
Seçimlere gidilerse temsil ettikleri partilerin mi, yoksa köktendincilerin mi iktidara geleceği belli değil. Pakistan’da demokrasinin her zaman çok kırılgan olduğu, siyasi mücadelenin kıyasıya cereyan ettiği, yolsuzluğun sınır tanımadığı unutulmamalıdır. Köktendincilerin her yerde yeşerdiği ortam Pakistan’da fazlasıyla var.
Ortadoğu genelindeki çöküş eğilimi karşısında Türkiye’nin istikrarlı bir demokrasi olmakta devam etmesi, ABD ve AB için de hayati bir önem taşır. Türk demokrasisi için PKK terörünün ve onun kaçınılmaz siyasi etkilerinin ne kadar ciddi bir tehdit teşkil edebileceği bilincine artık varmaları lazımdır.
Bunun yanında Türkiye’de bütün partilerin terörü bir siyasi istismar konusu yapmaktan vazgeçmeleri hepsinin menfaati gereğidir.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2007
ŞU sırada önümüzü gördüğümüzü iddia etmek mümkün değil. 22 Temmuz’daki seçimlerden nasıl bir siyasİ tablo çıkacağı belirsiz. Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi çok büyük olasılıkla bir başka bahara kaldığına göre, bir partinin TBMM’de üçte iki çoğunluğu sağlayamaması halinde cumhurbaşkanı seçiminde Anayasa Mahkemesi’nin kararı yüzünden yine bir tıkanıklıkla karşılaşabiliriz.
Tek bir parti üçte iki çoğunluğu sağlarsa hukuki engel aşılmış olur, fakat siyasi engel otomatik olarak ortadan kalkmaz. Yeni cumhurbaşkanı konusunda bir oydaşma kolay kolay sağlanamaz.
Diğer taraftan Meclis’in kompozisyonun bir koalisyonu gerektirmesinin getireceği güçlükler de küçümsenemez. Koalisyon hükümetlerinde karar alma güçlüğünün Türkiye’ye en kritik anlarda nelere mal olduğu unutulmamalıdır.
* * *
Mesele tabii sadece siyasi belirsizlikten ibaret değil. Türkiye, son zamanlarda yoğunluğu artan terörle mücadelesinde, üstelik politik ve toplumsal kutuplaşma ve gerginlik havası içinde, çok zor kararlar almak mecburiyetindedir.
Terörle mücadelede zannediyorum ki kalıp fikirlerden ve sloganlardan kendimizi soyutlayarak gerçekleri soğukkanlı bir şekilde irdelemeyiz.
Terör tırmandı diye AKP hükümetini itham etmek haksızlık olur. Hükümet TSK’nın bütçesini mi kıstı? Güneydoğu’da kuvvet yığmasına, operasyonlar yapmasına güvenlik bölgeleri ilan etmesine engel mi oldu? Bu soruların hiçbirine evet cevabı verilemez.
Ancak bazı siyasi hatalar yapılmadı değil. Bugün Irak hükümetini tek muhatap addediyoruz. Oysa PKK’ya karşı önlem alınmasına Irak hükümeti karar verse bile kararın uygulanmasını gerçekleştirecek olan otorite Kuzey Irak’taki Kürt yönetimidir. O yönetimin liderine ise aşiret reisi muamelesi yapıyoruz.
İyi de, o zaman hiç değilse tanıdığımız Irak devletinin cumhurbaşkanı olan ve Kuzey Irak’ta sözünü geçirebilecek güce sahip Talabani ile temas kurabilirdik. Ona da Cumhurbaşkanımız vetosunu koydu. Bu çelişkilerle akılcı bir politika gütmek imkánı pek kalmıyor.
* * *
Diğer taraftan Güneydoğu’daki operasyonların stratejik konseptinde, oradaki kuvvetlerimizin yapısında, kullanılan metotlarda ve teknolojide bazı değiklikler yapmak gerekip gerekmediğinin araştırılmasında da herhalde yarar vardır. Anlaşılan bu yönde adımlar atılmaya başlandı.
Kuzey Irak’a müdahale kuşkusuz daha karmaşık bir sorun. Bu konuda, karşılıklı beyanlara rağmen hükümet ile ordu arasında bir görüş ayrılığı olduğuna inanmakta güçlük çekiyorum. Genelkurmay’ın kapsamlı bir müdahalenin yaratacağı çok ciddi sorunların bilinci içinde bulunmadığı düşünülemez.
ABD’nin başına gelen aynen bizim başımıza gelebilir. Siyasi komplikasyonları göze alarak Kuzey Irak’a gireriz, fakat çıkamayız, orada bataklığa saplanırız, terör azalacağına artar. 15-20 kilometre genişliğinde bir tampon bölge kurmak amacı ile sınırlı bir operasyon daha gerçekçi olur, fakat yine bazı riskleri beraberinde getirir.
Siyasi zemininin çok iyi hazırlanması şarttır. BM Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırarak karşılaştığımız terör tehdidi hakkında brifing vermek akla gelebilir, fakat oradan itidal tavsiyeleri çıkabileceğini de hesaba katmalıyız. Tampon bölgede konuşlanacak kuvvetlerimize karşı terör saldırıları tehlikesi de göz ardı edilemez.
Umarız 12 Haziran terör zirvesinden çıkan sonuç hükümetle Genelkurmay arasında yeni bir uyum ve koordinasyon devrinin başlangıcı olur. Seçimlerden önce de bir sınır ötesi operasyona girişilmez.
Yazının Devamını Oku