12 Haziran 2007
RUSYA birkaç yıldan beri G-8’lerin üyesi. Dünyanın en zengin ve nüfuzlu ülkeleri ile aynı grup içinde yer almayı başardı. Ne var ki, ABD’nin Çek Cumhuriyeti ve Polonya’da füzesavar füze sistemi yerleştirmek projesine karşı çıkması, geçen hafta Almanya’nın ev sahipliğinde yapılan toplantıda Putin ile Bush arasında ciddi bir gerginlik yaşanabileceği kaygısına yol açmıştı. Putin’e göre ABD projesi doğrudan Rusya’nın savunmasını zayıflatmayı hedef alıyordu ve dolayısı ile Rusya kendi füzelerini Avrupa’ya yönlendirebilirdi.
Fakat G-8’ler zirvesinde Putin bu sefer esnekliği tercih etti ve Azerbaycan’daki Rus üssünde bulunan bir radarın ortak kullanılmasını önerdi. Bush ise öneriyi hemen reddetmedi, bunun inceleneceğini bildirdi. Putin ayrıca herhalde latife şeklinde radar tesisinin Türkiye’de veya Irak’ta da kurulabileceğini öne sürdü. Bugünkü koşullarda ABD’nin Türkiye’ye böyle bir yaklaşımda bulunması düşünülebilir mi?
* * *
Rusya’nın son zamanlarda sesini yükseltmesinin nedeninin çeşitli izahları var. Bazılarına göre Rusya Batı’nın kendisine gücü ve jeopolitik konumu ile orantılı davranmadığından şikáyetçi. Diğerlerine göre ise Rusya’nın emperyal dürtüleri son zamanlarda petrol fiyatlarının ve Rus gazına bağımlılığın artması ile yeniden canlandı.
Özellikle geçen yıl Avrupa’ya gaz sevkıyatının bir süre durdurulması enerji şantajı şeklinde yorumlandı. Rusya NATO’nun kendi sınırlarına kadar uzanmasını ve Baltık ülkelerini de kapsamasını bir türlü hazmetmemişe benziyor. Rusya’nın Ukrayna, Gürcistan, Moldova gibi komşularına karşı baskı ve içişlerine müdahale siyaseti de tabii gözden kaçmıyor.
* * *
Rusya ile Batı arasındaki bir anlaşmazlık sebebi de Kosova’nın statüsü. Moskova Kosova’nın bağımsızlığına muhalefet ediyor. Fakat Batı’nın ısrarı ile bağımsızlık gerçekleşirse, Güney Osetiya, Abhaziya ve Kırım’da ayrılıkçı cereyanları tahrike hazırlandığı izlenimini veriyor. (Kosova’nın bağımsızlığının yansımalarını galiba Türkiye’nin de biraz düşünmeye başlamasında yarar var.)
* * *
Peki Rusya ne kadar güçlü? Ukranya’nın mufalefet lideri ve eski başbakanı Tuliya Tymoshenko "Foreign Affairs" dergisinin son sayısındaki makalesinde bu konuyu irdelerken, Rusya’nın bugün bir trilyon dolarlık bir ekonomiye, dünyanın üçüncü en büyük döviz rezervine, muazzam bir ödemeler dengesi fazlasına sahip olduğunu ve rublenin konvertibiliteye kavuştuğuna işaret etmiş. Fakat madalyonun öbür tarafına dikkati çekmekten geri kalmamış:
Alkolizm ve sağlık sisteminin çöküşü bir demografk felakete yol açacak boyutlarda. Nüfus her yıl 700,000’lik bir azalma kaydediyor. Rus ordusunda yolsuzluk çok yaygın. Rusya’nın ekonomik gücünün temelini oluşturan petrol ve gaz endüstrisinde de önemli kırılganlıklar mevcut.
Bu endüstri artık çok geniş ölçüde devletleştirildiği için yatırım celbedemiyor ve modernleşme ve büyüme potansiyelini kullanamıyor. Yeni gaz yataklarının işletilmesinin maliyeti Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya oranla çok daha yüksek. Gazprom iç talebi ve ihracat yükümlülüklerini karşılamada anlaşılan gittikçe sıkıntı çekebilecek.
* * *
Rusya kuşkusuz tarih boyunca olduğu gibi bugün de büyük bir soru işareti. Emperyal güdülerini frenlemek politikası yanında onu çeşitli alanlarda uluslararası işbirliğine katılmaya teşvik edecek bir açılım politikasına ihtiyaç duyuluyor. Türkiye açısından tabii en acil sorun gaz ikmalinde çok yüksek oranda Rusya’ya bağımlılığı.
Bu bağımlılığı azaltmaya yönelik enerji politikamızın son zamanlarda bazı tıkanıklıklarla karşılaştığı da bir gerçek.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2007
İSRAİL, güvenliği konusunda her zaman en büyük riskleri göze alan, savunmasına daima öncelik veren, en ufak bir tehdit algılamasında ölçüsüz kuvvet kullanmaktan çekinmeyen bir ülkedir. 1967 savaşının 40. yıldönümünde İsrail’in o tarihte önleyici bir savaşa hangi koşullar altında karar verdiği ve bunun sonuçları hakkında çeşitli irdelemeler yapıldı. Bunlarda belirtildiği gibi, 1967 Haziran’ında İsrail’in karşılaştığı durum kuşkusuz çok endişe vericiydi. Mısır askeri hazırlıklarını artırırken bir yandan da Başkan Nasır’ın talebi üzerine BM kuvvetleri Sina Yarımadası’nı terk etmiş, Tiran boğazı İsrail gemilerine kapatılmıştı.
İsrail hükümeti buna rağmen hemen saldırıya geçmek taraftarı değildi. ABD hükümetinin diplomatik inisiyatiflerine bel bağlamak eğilimindeydi. Buna karşılık ordunun yüksek kademeleri derhal harekete geçmekte ısrarlıydılar ve hükümet üzerinde büyük tazyik icra ediyorlardı.
* * *
Sonunda onların görüşleri galebe çaldı ve İsrail kuvvetleri çok kısa bir zamanda Mısır, Ürdün ve Suriye ordularını yenerek Sina Yarımadası’nı, Gazze’yi, Batı Yakası’nı ve Golan Tepeleri’ni işgal ettiler.
Peki bu parlak zafer İsrail’in güvenliğini perçinledi mi? Hayır. Arap ülkeleri 1973’te yine yenildiler, fakat daha sonra işgal altındaki topraklar İsrail için devamlı bir tehdit oluşturdu. Barış çabalarının bir türlü sonuç vermemesi nedeniyle Filistinliler gittikçe radikalleştiler ve şiddete başvurdular.
2000 yılında başlayan ikinci İntifada İsrailli sivilleri hedef aldı. Geçen yaz Lübnan’da giriştiği operasyonda İsrail ordusu amacına ulaşamadı, Hizbullah’ı tasfiye edemedi. Üstelik şimdiki aşamada, ABD’nin Irak’a müdahalesinin sonuçları, özellikle İran’ın kuvvetlenmesi ve nükleer silahlara sahip olma gayreti İsrail için her zamankinden daha büyük bir tehdit oluşturuyor.
* * *
İsrail örneği çok düşündürücüdür. Güvenlik kavramının yalnızca askeri güce dayandırılmasının ne kadar hatalı olabileceğini kanıtlamaktadır. Unutmamak gerekir ki, bir ülkenin askeri gücü, siyasi istikrarı ve yaklaşımları, ekonomisi ve diplomasisi güvenliğin sağlanmasında birbirini tamamlayan ve sürekli etkileşim içinde olan unsurlardır.
Ekonomisinin gücü ötesinde silahlanan bir ülke sonunda ekonomisine ve dolayısı ile güvenliğine zarar verir. Bugünkü küreselleşme koşulları altında askeri bir çatışmanın ekonomik dengeler üzerindeki etkisinin iyi hesaplanmaması aynı sonuca götürür.
Dış politikası gerçekçi ve akılcı olmayan bir ülke hem gereksiz yere yüksek askeri masraflara katlanmak mecburiyetinde kalır, hem de güvenliğini devamlı risk altında bırakır. Devletlerin yanlış politikalar yüzünden nasıl çöktüğünü gösteren örnekler tarihte az değildir.
* * *
Osmanlı tarihini hatırlayalım. İmparatorluğun parçalanması güvenliği oluşturan unsurlar arasındaki etkileşimin bilincine varılamamasından kaynaklanmıştır.
1914’te İmparatorluk daha önceki harpler yüzünden fakirleşmiş durumdaydı. Ordusu yıpranmıştı. Bir dünya savaşına katılacak takati yoktu. Tarafsızlık imparatorluğu kurtarabilecek veya hiç değilse harp sonunda zararlarını asgari düzeyde tutabilecek tek politika
idi. Olabileceği kadar hatalı bir karar ülkeyi bugün hálá yansımalarından kendimizi kurtaramadığımız korkunç felaketlere sürükledi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye yine askeri ve ekonomik bakımdan zayıf ve kırılgandı. Fakat parlak bir diplomasi ile savaştan yara almadan çıkabildi.
Bugün gerek köktendinciliğe dayanan global terör, gerek bölücü terör güvenlik denklemini daha da karmaşık hale getirmiştir. Terörle mücadeleyi tek bir eksene dayandırmakla sonuç alınamıyor.
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2007
ÜLKEMİZ halen bir politik kriz içinde. Buna yönetim krizini de eklemek gerek. Ayrıca demokrasi krizi tehlikesi ufuktan bir türlü kaybolmuyor. Politik buhran deyince her şeyden önce cumhurbaşkanı seçiminin kilitlenmiş olması akla geliyor. Cumhurbaşkanının nasıl seçileceği hálá belli değil ve hukuki gerilla savaşı sürdüğünden bu belirsizlik kolay kolay sona ereceğe benzemiyor.
* * *
Cumhurbaşkanı seçimi yönteminin tam bir karmaşaya dönmesinin iki nedeni var. Biri AKP’nin kendi saflarından bir cumhurbaşkanı seçilmesine muhalefetin boyutunu ve derinliğini zamanında sezememiş olması ve halk oyuna başvurarak bu muhalefeti bertaraf edebileceğini sanması. İkincisi her ne pahasına olursa olsun AKP’li bir cumhurbaşkanı seçilmesini önlemek için hukukun çok aşırı ölçüde zorlanması. Anayasa Mahkemesi’nin toplantı yeter sayısının karar yeter sayısı gibi 367 olduğuna kadar vermesi hukuk devleti kavramına çok zarar veren bir tasarruf olmuştur. Karar sadece hukuka değil, fakat aynı zamanda politik mantığa da aykırıdır. Anayasa değişikliği ile geçerliliğine son verilemezse, bundan sonra her cumhurbaşkanı seçiminde 1980’de olduğu gibi vahim krizlerle karşılaşırız. En isabetli çözüm toplantı yeter sayısının üçte bir olduğunu saptayan basit bir Anayasa değişikliği yapılması ve AKP’nin de oydaşmayı sağlayacak bir cumhurbaşkanı adayına rıza göstermesi olurdu. Sağduyuya avdet için vakit çok mu geç?
* * *
Politik krizle birlikte ve kısmen de onun etkisi ile bir yönetim krizi içinde bulunduğumuz aşikárdır. Haftalardan beri Kuzey Irak’a müdahale gibi hayati bir konuda karar sorumluluğunu Başbakan ve Genelkurmay Başkanı birbirlerinin üstüne atıyorlar. Aralarındaki tartışma kapalı kapılar arkasında veya Milli Güvenlik Kurulu’nda cereyan etmiyor, medya vasıtası ile yürütülüyor. Kıbrıs’a müdahale edip etmemek konusunda daha önceki yıllarda siviller ile askerler arasında fikir birliğine varılmakta güçlük çekildiğine tanık olmuştum. Fakat münakaşalar kapalı kapılar arkasında yapılırdı. Zannedilmesin ki o zaman askerler daima şahin, siviller de güvercindi. Tersi de görülürdü. Fakat sonunda bir uzlaşmaya varılırdı ve çıkış yolu bulunmasında çok kere devrin cumhurbaşkanı kilit rol oynardı. Ne yazık ki bugünkü cumhurbaşkanımız arabulucu veya kolaylaştırıcı bir misyon üstlenmeyi aklından bile geçirmiyor.
* * *
Her neyse, şunu bilmek gerekir ki Kuzey Irak’a müdahale Kıbrıs’a müdahaleden kat kat risklidir. Ben Genelkurmay’ın bu risklerin tamamen bilinci içinde olduğuna eminim. Bazen iddia edildiği gibi politik bir maksatla tartışmayı devam ettirdiğine ve bir demokrasi krizi yaratmak istediğine de inanmıyorum. Bugünkü uluslararası ve bölgesel koşullar altında, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal alanlarda ulaştığı düzeyde, demokrasiden uzaklaşmanın ne büyük bir facia teşkil edeceğini öngörmek için káhin olmaya lüzum yoktur.
* * *
Demokrasi krizi mutlaka bir askeri müdahale olasılığından ortaya çıkmaz. Politik güçlerin demokrasinin işleyişini imkánsız hale getirmeleri de aynı krizi doğurabilir. Türkiye’nin bugünkü siyasi yelpazesindeki partilerin çoğunun davranışları demokratik olmaktan bir hayli uzak. Lider sultası devam ediyor. Partiler arasında bütünleşme veya seçim ittifakı çabalarında liderlerin egosunun dramatik yansımalarını hayretle izliyoruz. Merkez sağ partilerde olduğu kadar sosyal demokrat parti kimliğini muhafaza ettikleri efsanesini sürdürmek isteyen partilerde, Avrupa’da hem sağ ve hem de sol partilerin görüşlerine artık hákim olan politik ve ekonomik liberalizm eğiliminden neredeyse eser yok. O kadar ki liberaller AKP’ye sığınmaktan başka çare bulamadılar.
Bugünkü katmerli krizden çıkmanın tek umudu halkın seçimlerde sağduyudan şaşmaması olacaktır.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2007
GEÇEN hafta Türk-Yunan Forumu’nun Lefkoşa’da yaptığı toplantıya bu sefer de Kıbrıs Türkleri ve Kıbrıs Rumları katılmışlardı. Yapılan görüş alışverisinde, Ada’da, Türkiye’de ve Yunanistan’da yakında yapılacak seçimler nedeniyle 2008 yılının ortasına kadar kapsamlı çözüm yönünde gelişme beklenmemesi gerektiğinde herkes mutabıktı.
Güney Kıbrıs’ta seçimler 2008 Şubat’ında yapılacak. Papadopulos’un seçileceğine eskisi kadar kesin gözle bakılmıyor, çünkü AKEL partisinin lideri Christofiades de adaylığını koymaya hazırlanıyor. Bir başka aday da Kleridis’in partisi DİSİ’den eski dışişleri bakanlarından Kasulides.
Seçim iki turda yapılacak. Birinci turda Papadopulos elenebilirse ikinci turda Kasulides’in kazanma şansı yüksek görülüyor. DİSİ genellikle bir çözüme daha yatkın gözüken bir parti. Fakat 2004 referandumundan sonraki koşullarda bir tahminde bulunmak çok zor.
* * *
Cumhurbaşkanı Talat ile Papadopulos’un Temmuz 2006’da imzaladıkları "Prensipler Mutabakatı"nda saptanan süreç tıkanmış durumda. Öngörülen teknik komitelerin ve çalışma gruplarının yetkileri konusunda iki taraf arasında bir türlü anlaşmaya varılamıyor.
BM Genel Sekreterinden de ses seda yok. Kıbrıs meselesinin Genel Sekreter’in gündeminde öncelikli bir yer işgal etmediği anlaşılıyor. Buna karşılık Güvenlik Konseyi’nin beş sürekli üyesinin,
Rusya’nın tutumundaki değişiklik yüzünden biraz daha aktif oldukları kanaati mevcut. Diğer taraftan, bazı sivil toplum örgütleri ve siyaset bilimcileri, çözüme dolaylı yoldan götürebilecek alternatifler aramaya başlamışlar.
* * *
Bir görüşe göre bugünkü açmazdan kurtulmanın bir çaresi 1960 Anayasası’na geri dönmektir. Bu fikir daha önce Türkiye’de de zaman zaman ortaya atılmıştı. Ne var ki 1960 Anayasası iki toplumlu bir sistem öngördüğünden ve iki bölgeye yer vermediğinden sakıncalıydı.
Şimdi ileri sürülen formül değişik. 1960 Anayasası’na dönüş geçici bir dönem için olacak. Bu çerçevede Kuzey’deki ve Güney’deki "Cemaat Meclisleri" bir araya gelerek yeni anayasayı hazırlamakla görevli bir asamble oluşturacaklar. Sürece BM Genel Sekreteri de katılabilecek. Peki anlaşmaya varılamazsa ne olacak?
Bu soruya da cevap yok değil. O zaman eski statükoya, bugünkü duruma dönülecek. Süreç karmaşık, birçok komplikasyonlara yol açacak nitelikte, ancak çeşitli alternatifler aramaktan başka çare de yok.
Türkiye ve KKTC’nin Kıbrıs politikasına seçimlerden sonra daha somut bir içerik vermeleri, yeni formüller üretmeleri gerekir.
* * *
KKTC’de şimdilik koşullar çok tatmin edici. İnşaat sektöründeki patlama devam ediyor. AB hibe yardımları ile finanse edilecek projeler geliştiriliyor. Direkt ticaret konusunda bir ilerleme yok, fakat bunun politik yönü önemli, yoksa ekonomi açısından AB’ye ihracatın ekonomiye katkısı çok marjinal.
Ancak çözüm geciktikçe ilerisi için çeşitli alanlarda güçlükler de çığ gibi büyüyor. Bunların başında taşınmazlar meselesi var. Sorun artık taşınmazların iadesinden çok, gayrimenkul sahiplerinin mallarını kullanamamaktan kaynaklanan tazminat talepleri olacak. Bu iki taraf için de söz konusu.
Türklerin Güney’deki gayrimenkulleri 400.000 dönümü buluyormuş. Rumların Kuzey’deki taşınmazları birkaç misli daha fazla. Çözüm geciktikçe her yıl için faiz ödenmesi gerekecek. Annan planında tazminatların her federe devlet tarafından kendi vatandaşlarına ödenmesi öngörülmüştü, lehimize bir düzenleme. Şimdi ise ne olacağı belli değil.
İlerideki güçlükleri gözardı etme politikası ne kadar sürebilir?
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2007
PKK terörünün tırmanması nedeniyle Kuzey Irak’a askeri müdahale opsiyonu gündemdeki yerini korurken, 1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM’ce reddedilmesinin bir hata olup olmadığı tartışması da canlandı. Tezkerenin Meclis’e sevk edilmesinden önce Amerikalılarla müzakereleri yürüten heyetin başkanlığını yapan ve şimdi MHP’den aday gösterilen Büyükelçi Deniz Bölükbaşı, geçen hafta CNN Türk’ün ve Habertürk’ün konuğu idi. Bölükbaşı müzakerelerde elde edilmiş olan kazanımları gayet veciz bir şekilde anlattı.
Hatırımda kaldığı kadarıyla, seksen kadar sayfa tutan mutabakat metinlerinin Türkiye açısından avantajlarını belli başlı üç noktada topladı. Birincisi, Arap, Türkmen ve Kürtlerin Irak’ın kurucu unsurları olduklarının belirtilmesiydi.
İkincisi, sınırın öbür tarafında, PKK’nın tehdit potansiyelinin yoğunlaştığı 20-25 kilometre genişliğinde bir şerit içinde, PKK ile mücadele yetkisine de sahip 30 bin kadar Türk askerinin konuşlandırılması olacaktı.
Üçüncüsü ise Kürtlere verilecek silahlara ilişkindi. Bu silahların dağıtımında ve operasyonlar bittikten sonra toplatılmasında Türkiye ve ABD askeri makamları birlikte hareket edeceklerdi.
* * *
Tezkerenin kabul edilmesinin Türkiye’ye büyük yarar sağlayacağını düşünenlerden biriydim. 1 Mart 2003 günü bu sütunda şunu yazmıştım:
"ABD politikası akıl rayından çıktığına göre her devletin artık kendi çıkarlarını gözetmesinden başka çare yok. Bazıları, Almanya gibi ABD’ye ters tavır takınmakla beraber, ülkesindeki üslerin kullanılmasına izin veriyor... Yunanistan da üslerini açtı... Evet, akıl yolundan çıkan bir dev ise ona tamamen ters düşmemek, onunla köprüleri atmamak akılcılığa daha yakın. Umarız, TBMM de bugün jeopolitiğin Türkiye’ye dikte ettiği akılcı ve gerçekçi kararı alacaktır."
Meclis çeşitli nedenlerle tezkereyi reddetti. Oysa tezkere, Kuzey’de Kerkük’ün petrol kaynaklarına da sahip bağımsız veya bağımsızlığa yakın bir Kürt siyasi oluşumunu engellemek fırsatını ve o bölgede yuvalanmış PKK gruplarının tasfiyesini sağlayabilecekti. Kürtler, ABD’nin vazgeçilmez müttefikleri haline gelmeyeceklerdi.
Onlarla çok değişik bir politik denklem içinde meselelerimizi çözümlemek fırsatını bulabilecektik. Arap ülkelerinin Türkiye karşısında cephe alacakları kaygısı da yersizdi. ABD kuvvetleri, Güney’de Kuveyt üzerinden Irak’a girdiler. Katar’da halen büyük bir karargáhları var.
Diğer Arap ülkeleri onları eleştirmiyorlar. Ne var ki, tarihin akışının o zamanki algılamaya mutlaka uyacağını kesinlikle söylemek de mümkün değildir. Tezkereyi kabul etseydik dahi ABD ile aramızda ihtilaflar çıkabilirdi, düş kırıklığına uğrayabilirdik.
* * *
Bölükbaşı, CNN Türk programında Taha Akyol’un sorusuna cevaben, bu defa politik kimliğine bürünerek, bugün Kuzey Irak’a askeri bir müdahalenin zaruri olduğunu ifade etti. İşte bu konuda aynı düşüncede değilim.
Sebeplerini 26 Mayıs’taki yazımda belirtmiştim. Onları tekrarlayamayacağım. Fakat, 2003’teki hatamızı tamir için, şimdi daha büyük bir hata yapmamızın, beklediğimiz sonuçları vereceği çok şüpheli bir maceraya atılmamızın mantığını anlamakta büyük güçlük çekiyorum.
Irak’a kapsamlı bir müdahale bugünden boyutunu öngöremeyeceğimiz siyasi, askeri ve ekonomik bir bedel ödememizi gerektirecektir. Türkiye bunun altından yıllarca kalkamaz.
ABD’nin Irak’a müdahalesinin terörizmi azaltmadığını, tersine çok daha fazla artırdığını, Afganistan’da bile Taliban’ın yeniden başını kaldırdığını unutmayalım. Başkalarının tecrübeleri yetmiyorsa, kendi tarihimizi hatırlayalım. O da ders dolu değil mi?
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2007
ANKARA’daki menfur terör saldırısından sonra gerek Genelkurmay Başkanı’nın, gerek Başbakan’ın açıklamaları, Kuzey Irak’a kapsamlı bir askeri müdahaleyi yine sıcak bir gündem maddesi haline getirdi. Kuşkusuz her ikisinin de ifadeleri değerlendirilirken, saldırıya karşı duyulan infialin etkisini göz önünde bulundurmak ve gerçek niyetlerinin ötesinde anlamlar aramamak doğru olur.
Başbakan’ın ATV’deki konuşması, haber özetlerinde yansıtıldığı gibi "Askerden bir talep gelmesi halinde, Meclis olarak hemen yasal desteği veririz"den ibaret değildi. Başbakan çok daha nüanslı konuşmuş, "Tabii işin parlamento boyutunu gerektiren bir şey olduğu zaman o ayrı. O olağanüstü bir haldir. O zaman tabii parlamento toplantıya çağrılır, bununla ilgili adım da orada atılır" demiş.
* * *
Çok dikkatle ve bütün yönleri iyice incelendikten sonra atılması gereken bir adımın, özellikle seçim arifesinde partiler arasında politik demagoji konusu haline getirilmesi büyük tehlike yaratır. Meclis toplantıya çağrılırsa bugünkü ortamda müdahale kararını süratle vereceğinden kimse kuşku duyamaz. Fakat sonrası ne olur? Asıl önemlisi o. Meclis kararını verdikten sonra müdahalede gecikmek hem seçim malzemesi haline gelir, hem de Türkiye’nin inandırıcılığını ağır şekilde zedeler. Apar topar müdahale etmek ise bugünden boyutları bile hesaplanamayacak olumsuz sonuçlar doğurur.
Teröristlerin elindeki bütün patlayıcıların Irak’tan geldiği ve Genelkurmay Başkanı’nın belirttiği gibi Avrupa’da PKK’ya destek veren birçok örgüt ve kurum bulunduğu doğrudur. Ancak şunu hatırlamak gerekir: Irak’ta bugün 140 binin üstünde Amerikan askeri var. Yine de çeşitli direniş ve terör örgütlerinin eline bol bol silah ve patlayıcı geçmesine mani olunamıyor.
Biz de anlaşılan Irak’tan şu veya bu şekilde gelen patlayıcıların Ankara ve İstanbul’a nakledilmelerini engelleyemiyoruz. Avrupa’ya gelince, AB ülkelerinin PKK faaliyetlerine mani olmak konusundaki isteksizlik veya gevşekliği yanında, oradaki 600-700 bin kadar Kürt kökenli vatandaşlarımızdan PKK sempatizanı olanların çok iyi örgütlendiklerini ve bazı illegal faaliyetlerin kendilerine geniş mali imkánlar sağladıklarını unutmamak gerekir. Bunlara karşı bizim ayrıca bazı önlemler almamız veya yaptırımlar uygulamamız imkánları araştırılmalıdır.
* * *
Askeri bakımdan Kuzey Irak’a bir müdahalenin kesin netice vereceği çok şüphelidir. 1996 ve 1998’de, o yıllarda bize Kuzey Irak’a girip çıkma serbestisi sağlayan "Kuzey Keşif"in şemsiyesi altında sınırlarımızın ötesinde iki büyük operasyon düzenlendi.
Bu operasyonları 40-50 bin kişilik bir kuvvetimiz, Barzani’ye bağlı 30 bin kadar peşmergenin desteğiyle yürüttü. Ağır bir darbe yiyen PKK yine de toparlanabildi. Bugün ise koşullar çok daha elverişsiz. Barzani destek değil, köstek olacak.
BM Güvenlik Konseyi’nin kararı ile ABD ve diğer koalisyon güçleri halen Irak’ın güvenliğinden sorumlu. Onların ve Irak hükümetinin her alanda muhalefetiyle karşılaşacağız. BM Şartı’nın 51. maddesinin verdiği meşru müdafaa hakkına dayanmak zor. ABD gibi bataklığa saplanmamız olasılığı yüksek.
BM Güvenlik Konseyi’nin toplanarak bizi kınaması ve Irak topraklarını derhal terk etmemizi talep etmesi muhakkak gibi. ABD ile kırılgan olan ilişkilerimiz büsbütün zedelenir. Hatta Türk ve ABD kuvvetleri arasında sıcak çatışma bile olabilir.
Zaten Sarkozy yüzünden kırılma noktasına gelmiş olan AB ile müzakere süreci tamamen sona erebilir. Müdahalenin ekonomik bedeli de son derece ağır olur, Türkiye son yıllardaki kazanımlarını bir anda kaybedebilir.
Irak’a müdahaleye bir duygusal tepki dalgasıyla sürüklenmek akılcılıkla ve gerçekçilikle asla bağdaşmaz. Seçimlerde avantaj sağlamak amacıyla Kuzey Irak’a müdahale çağrıları yapmak ise sorumsuzluğun en son haddi olur.
Tarihimizde böyle sorumsuzlukların ne çok felaket getirdiğinin örnekleri az değildir.
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2007
İNGİLTERE’de on yıllık iktidardan sonra başbakanlığı haziran sonunda terk edecek olan Tony Blair hakkındaki değerlendirmelerin ortak bir noktası var: Irak savaşında ABD ile aynı safta yer almakla yaptığı vahim hata hariç başarılı bir başbakandı. Daha 1997’de seçimleri kazanmadan önce, İşçi Partisi’nin siyasi felsefesini tamamen değiştirmekle işe başlamıştı. Philip Stephens, Blair hakkındaki kitabında onun sağ ve sol ideolojik bölünmeleri hiçbir zaman benimsemediğini, bunların Berlin Duvarı’nın yıkılması ile sona ermiş bulunan bir devre ait olduğuna inandığını belirtiyor.
Blair’in liderliğini üstlendiği parti gerçekten de bizdeki sol partilere benzer şekilde tamamen çağdışıydı. Kuruluş belgesinde bütün ekonomik faaliyetlerin devletleştirilmesi çağrısı bile yer alıyordu. Blair bu ideolojik kıskaçtan partisini kurtardığı gibi küreselleşmenin gerektirdiği transformasyon ihtiyacını en iyi idrak eden bir lider hüviyetiyle ortaya çıktı.
İngiltere zaten 1980’li yıllarda muhafazakár Margaret Thatcher’in reformları ile büyük bir hamle yapmıştı. Blair bunları devam ettirerek 10 yıl süreyle enflasyon artmadan ekonominin büyümesini, işsizliğin hemen tamamen sona erdirilmesini sağladı. Bugün İngiltere, Avrupa’nın en müreffeh ülkelerinden biri, Londra borsası, New York borsasını dahi geride bırakmış durumda.
* * *
Tony Blair’in en büyük hayranları galiba Fransa’da. 13 Mayıs tarihli Le Figaro Gazetesi’nde Nicolas Barre, "Blair ve Biz" başlıklı makalesinde bakın mealen ne diyor:
"Bizde sol, küreselleşmeye karşı mukavemet çağrısı yaparken, Tony Blair ve onun yerini alacak olan Gordon Brown’ın on yıldan beri tek bir saplantıları vardı: İngiltere’yi değişen dünyaya uyarlamak... Bizde ise entelektüel yapımız ve ekonomi kavramımız değişen dünyaya açık değil, kapalı."
Barre, Fransa’da solun duymak istemediği mesajı şimdi Sarkozy’nin anladığını da vurguluyor.
Blair’in siyasi alandaki icraatı de göz ardı edilmemelidir. İskoçya’ya ve Galler’e bir ölçüde özerklik verdi. Fakat asıl önemlisi, İrlanda Cumhuriyeti ile işbirliği yaparak Kuzey İrlanda’ya barış getirdi. Kosova krizinde Slobodan Miloseviç’in tasfiyesiyle sonuçlanan askeri operasyonların düzenlenmesinde ve Afganistan’da Taliban rejiminin devrilmesinde rol oynadı.
Blair mirasının kuşkusuz en hazin sayfası Irak’a ait olacak. Şayet gerçekleri görebilseydi, Irak’a karşı savaşı haklı göstermek için hazırlanan istihbarat raporlarına kendini kaptırmasaydı, savaşın politik sonuçlarını daha iyi hesaplayabilseydi, İngiltere’yi ve kendisini bedeli ağır bir maceradan kurtarmış olmakla kalmaz, ABD’yi de daha temkinli bir politikaya sevk edebilirdi.
* * *
Zannediyorum ki, Tony Blair’in küreselleşmeye yaklaşımı üzerinde Fransızlar gibi biz de kendi açımızdan düşünmeliyiz. İngiliz gazetelerinden biri geçenlerde Deniz Baykal için "ante-diluvian" (tarih öncesi) sıfatını kullanmıştı.
Baykal şimdi CHP’nin globalleşen ekonomiyi inkár etmediğini ve AB ile çatışarak siyaset yapmayacağını söylüyor. Hem artık çok geç ve hem de hiç inandırıcı değil. ABD ile ilişkilerdeki tansiyonun yükseltilmesinde, AB sürecinde tıkanıklıkların oluşmasında, Kıbrıs meselesinin Güney Kıbrıs AB’ye girmeden çozümlenmemesinde CHP’nin sorumluluğu büyüktür.
CHP, İngiliz İşçi Partisi gibi kendini küreselleşmeyle uyumlu hale getirmeli, küreselleşmeyle başa çıkmanın en iyi yolunun AB üyeliği olduğunu artık anlamalıdır.
Fakat bunun için CHP içinde muazzam bir entelektüel devrim ve siyaset anlayışı değişikliği şart. Aksi halde günlerdir üzerinde sayfa sayfa yazı yazılan, uzun uzun yorumlanan soldaki birleşmenin ne anlamı olabilir?
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2007
SEÇİMLER yaklaştıkça temmuz sonunda nasıl bir politik tablo ile karşılaşacağımız sorusu ister istemez ciddi kaygı yaratıyor. Mesele sadece TBMM’nin yenilenmesinden ibaret değil. Cumhurbaşkanının nasıl bir yöntemle seçileceği belli olmadığı gibi, ister Meclis, ister halk seçsin, yine bir açmaz ile ve toplumsal kutuplaşma ile karşılaşmamız mukadder gözüküyor.
Şayet Cumhurbaşkanı Sezer, halk oyu ile seçimi öngören Anayasa değişikliğini veto eder ve bu vetosuna rağmen Meclis’in tutumunda ısrar etmesi nedeniyle değişiklik kanununu referanduma sunarsa ne olacak? Beklenebileceği gibi referandumda Anayasa değişikliği kabul edilir ve AKP adayı aynı kalırsa toplumsal ve kurumsal gerginlik daha da artmaz mı?
* * *
Anayasa değişikliği şu veya bu şekilde 22 Temmuz’a kadar yetişemezse, Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile 367 rakamı aynı zamanda toplantı yeter sayısı haline geldiğine göre, yeni Meclis’te cumhurbaşkanını seçme süreci nasıl sonuçlanır?
Henüz Meclis’e girmiş milletvekillerinin, cumhurbaşkanlığı konusunun bir çıkmaza girmesine izin vermeyecekleri, çünkü yeni bir genel seçimi göze alamayacakları ileri sürülüyor. Gerçekçi bir görüş. Fakat o zaman varılacak komprominin bedeli yetenekleri kısıtlı ve pasif bir cumhurbaşkanı olamaz mı?
Oysa yeni Meclis’in kompozisyonu koalisyonu gerekli kılarsa aktif, uzlaştırıcı ve siyasi ağırlığı olan bir cumhurbaşkanına her zamandan daha çok ihtiyaç duyarız.
* * *
Cumhurbaşkanı seçimi sürecindeki gelişmelerin tetiklediği mitingler, kuşkusuz, toplumun, laikliğe ve Cumhuriyetin dayandığı temel değerlere ne kadar bağlı olduğunu gösterdi.
AKP’nin, laiklik konusundaki ikircikli tutumunun rahatsızlık ve tepki doğurduğunu bir türlü anlamak istemediği de inkár edilemez. Başbakan Erdoğan Uluslararası Basın Enstitüsü Dünya Kongresi’nde kendi laiklik kavramını yeniden vurgularken "Kişi laik olmaz, devlet laik olur" demiş. Bunu bir kere de Fransa’da verdiği bir konferansta söylemiş ve tepki davet etmişti.
Devletin laik olmasının yeterli olmayacağı, laikliğin aynı zamanda bireyler tarafından benimsenmesi gerektiği konferansa katılanlar tarafından öne sürülmüştü.
Türkiye’de problemin temelinde bugün laikliğe meydan okuma olarak algılanan bireysel semboller ve davranışlar yatmıyor mu? Politikacıların bireysel eğilimleri devletin siyasetini ve kurumlarının bünyesini hiç etkilemiyor mu?
Madalyonun öbür tarafına bakarsak, Cumhuriyet mitinglerinde atılan bazı sloganların şaşırtıcı olduğunu görmemek mümkün değil. "Ne ABD, ne AB, bağımsız Türkiye" söyleminin mantığını gelin de anlayın.
ABD’nin Irak politikasını bugün tasvip eden hemen hiçbir ülke yok, fakat ona sırt çeviren de yok. Yalnızca AB üyeleri değil, fakat Asya ve Ortadoğu ülkeleri de ABD ile çeşitli alanlarda yakın işbirliği içindeler. Fransa bile şimdi Sarkozy ile tutumunu değiştiriyor.
Avrupa Birliği’ne gelince, bizi ilkönce ortak, sonra da üye adayı olmaya, üyelik müzakerelerine başlamaya kimse zorlamadı. Biz istedik. Bütün AB üyelerini aynı sepetin içine koymak da doğru değil. İçlerinde İngiltere gibi Blair liderliğinde bizi kuvvetle destekleyenler de mevcut.
* * *
Fakat sloganların ve söylemlerin asıl çelişkisi bağımsızlığın ABD ile işbirliğinin ve AB’nin alternatifi olarak gösterilmesidir. Gerek ABD gerek AB ile ilişkiler ve bağlar bağımsız bir ülkenin egemence tercihinin sonucudur. Bağımsızlığı tam bir inziva ve bütün dünyaya kafa tutmak şeklinde anlıyorsak, o başka.
Türkiye’deki politik keşmekeşin bir nedeni hiç şüphesiz çok yaygın olan ürpertici zihin karışıklığıdır.
Yazının Devamını Oku