Paylaş
Koca Sinan Ağa’mız (general demektir) büyük bir şehir plancısıydı (urbanistti). Tarih ve gelişim, ona İstanbul’u en büyük hediye olarak sundu. Haliç’in kıyılarından başlayarak bugünkü Beşiktaş’a kadar İstanbul siluetini tamamlayacak ikinci bölgeyi ele aldı. Yarımadanın siluetini tarih çizmişti: Topkapı, Ayasofya ve içerilere doğru Rüstem Paşa Camii... 1500 yıllık şehrin yapısıyla fazla oynamak istemedi. Saygılı bir adamdı. Boş olan Pera bölgesiyle birlikte büyük İstanbul’u tamamladı.
Önce, bugünkü tersanenin bulunduğu yerde, Unkapanı Köprüsü’nün başında, imparatorluğun büyük sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa adına bir cami yaptı. Burası Azapkapı olduğu için, cami de “Azebhane” olarak anılır. Birileri burayı azap çekilen yer diye düşünüp rehber yazıyor. Tarihçi Hammer bile bu noktayı atladığı için camiyi “Arap Camii” diye okumuş; Azaplarla Arapları birbirine karıştırmış. İstanbul’un kuşatılmasında Arapların kullanıldığını öne sürüyor. Biraz ötede yer alan ve bugün “Arap Camii” denen yerde ise aslında bir Fransisken kilisesi vardı. Mimar Koca Sinan, bu yapının civarına hiç müdahale etmemiştir. Kılıç Ali Paşa’nın, Venedik mimarisi ve inşa üslubuyla, denizi doldurarak yaptırdığı cami ise, onun Ayasofya’ya bilinçli bir şekilde benzetilmiş bir modelidir.
ÇİLESİ BİTMEK BİLMEDİ
Daha ileride Molla Çelebi Camii ve nihayet Beşiktaş’ta Sinan Paşa Camii yer alır. Sinan Paşa Camii, 1950’lerin çılgın mimari anlayışıyla iki büyük tahribata uğradı: Önce Barbaros Bulvarı gibi manasız bir bulvar için yeri seçildi, ardından Sinan Paşa Hamamı yıkıldı. Molla Çelebi Camii ise, son dönemde Kabataş iskelesi civarında “harika bir yapı” yapacağını sanan bir mimar tarafından farklı biçimde gölgelenmeye çalışıldı. Çilekeş caminin nihayet iç kısmı da yangına maruz kaldı.
Bu gibi olaylarda belediye ve hükümetin imar müdahalelerinin de rolü olmasına rağmen bunlardan pek bahsedilmiyor. Türkler, Osmanlı mirasını şu ya da bu şekilde tahrip etmeye devam ediyor. Şehzade Camii haziresindeki rezalet, kimsenin savunabileceği bir durum değildir. Ancak Şehzadebaşı ve Saraçhane’nin en büyük felaketi, 1950’li yıllarda inşa edilen o çirkin belediye sarayıdır. Bu yapı, basit bir kopyadır, abartılıdır. Üstelik akademisyen mimarların imzasını taşımaktadır. Daha da önemlisi, depremlerde zarar görmesine rağmen yıkılması gerekirken “milli eser” olarak tescil edilmiştir.
GELECEK NESİLLER O BİNAYI YIKAR
Saraçhane’deki bu belediye binası orada oldukça, ilk olarak Acemioğlanlar Kışlası yok oldu. 1950’li yıllarda konaklar yıkıldı. Yer altındaki Roma, hatta Helenistik dönemden kalma eserlerin akıbeti belirsiz. Nihayetinde, Şehzade Camii de haziresiyle birlikte her an tehlike altındadır. Çünkü bu bina, İstanbul’un en eski merkezlerinden birinde gereksiz bir yoğunluk yaratmaktadır. Bu da her türlü insanın hazireye girip tahribat yapmasına yol açıyor. Bu tahribatı izlemek için sadece zabıtaya değil, şehircilik ilkelerine dayanan önlemler esas alınmalıdır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi binası, İstanbulluların iftihar edeceği bir yapı değildir. Gelecek nesillerden çıkacak şehir planlamacıları nasıl olsa bu yapıyı yıkacaktır. Ancak bugünün yetkilileri bu işi bir an önce yapsa çok daha iyi olur. 1999 Ağustos depremi zaten bize bu konuda bir uyarı vermişti.
TARİHİN EN KÖTÜ ŞÖHRETLİ AİLESİ: BORGİALAR
Bu aralar Fatih Sultan Mehmed’in Büyük İtalya Seferi’nin gecikmeleri üzerinde okumalar yapıyorum. Gerçekten de Papalığın en büyük buhranlı zamanlarında, 1480 yılında Fatih, Otranto’ya çıktı. Oraya çıkan ise onun en başarılı amirali ve komutanı Gedik Ahmed Paşa’ydı. Otranto’ya çıkış hâlâ efsanelerle karışık bir şekilde anlatılıyor. Avrupa tarihçileri arasında 12 bin kişilik bir katliamdan söz edenler var; bu iddia asılsızdır. Ne Otranto’nun ne de çevresinin toplam nüfusu 12 bini bulurdu.
FATİH SULTAN MEHMED’İN HATASI
Bu konu üzerine bir iki sempozyum düzenlendi. Muhtelif ülkelerden gelenlerin sunduğu tebliğlerin hiçbiri birbiriyle örtüşmüyor. Tarihî açıdan asıl stratejik hata, Fatih Sultan Mehmed gibi büyük bir hükümdarın Doğu Karadeniz’deki Pontus’un ilhakıyla vakit kaybetmesi ve bu nedenle İtalya’ya çıkışını geciktirmesi; dolayısıyla bu adımı Roma’ya kadar uzatamamasıdır. Zira anlaşılıyor ki bu teşebbüs gerçekleşmiş olsaydı, çok rahat bir şekilde Papalık topraklarına girilecek ve Doğu–Batı Kiliseleri, Osmanlıların yönetimi altında bir araya gelebilecekti.
“Elbette tarihte ‘olsaydı’larla hüküm verilemez” denir, ancak Papalık gibi dünyanın en eski kurumlarından birinin ne olduğunu, tarihini bilmek zorundayız. Son zamanlarda bu konuda çok iyi tercümeler yapılıyor. Paul Strathern’in “Borgialar: Tarihin En Kötü Şöhretli Ailesi” kitabı hem kolay okunuyor, hem eğlenceli, hem de oldukça öğretici. Strathern, bir hanedanın yükselişini ve çöküşünü belgeler, mektuplar ve çağdaş tanıkların gözünden anlatıyor. Rönesans, Papalık ve dinin neyin etrafında nasıl şekillendiği, bu yapıya karşı tepkilerin nasıl geliştiği bu kitap sayesinde daha iyi anlaşılır. Herhâlde bizim için çok önemli olan Batı Hristiyanlığı tarihini okul kitaplarındaki yetersiz ve sığ açıklamalarla öğrenip yetinecek değiliz; yetinmemiz de mümkün değildir.
TRUMPUS İMPARATOR ROMANUS (!)
Fatih Sultan Mehmed, top döktüren; babası ise küçük toplara dayalı tabur sistemini uygulayan bir Türk hükümdarıdır. Dolayısıyla Asya’nın son derece etkili süvari, yarı göçebe savaşçılarını temel alan bu devlet anlayışı, zamanla bu hıza dayalı yapıdan sıyrılarak Küçük Asya ve Avrupa’ya farklı bir nitelikle adım atmıştır. O günden bu yana Türkiye’nin savaş sanayisindeki durumu, zaman zaman Avrupa’nın ön saflarında, zaman zaman da çok gerisinde kalmış olsa da aradaki farkı kapatmayı başarmıştır. Ancak bu denge her an tersine de dönebilir.
BİRLEŞİK DEVLETLER KİM ROMA İMPARATORLUĞU KİM
Bu durumun çevredeki devletleri ürküttüğü açıktır. Türkiye’den tanıdığımız Amerika Başpiskoposu Elpidophoros ise oldukça farklı bir nutuk tarzı benimsemiş. Görünen o ki, arkasındaki Amerikan-Yunan cemaatinin oldukça çocuksu duygularına aracı olmadan edemiyor. Muhatabı Trump olunca da, onu Roma İmparatorluğu tahtına oturtuvermişler!
Merhum hanedan reisi Ertuğrul Osmanoğlu son derece zarif bir insandı. Bir gün şöyle demişti: “İlk büyük imparatorluk Mısırlarınkiydi; 3000 sene sürdü. İkincisi Roma, 1500 sene; üçüncüsü biz, 600 sene; İngiltere 200 sene... Bu süre, küçüle küçüle çeyrek saate kadar iner.”
Amerikan “İmparatorluğu” bu sıralamada nereye oturur bilemiyorum ama açıkçası pek de yakıştıramıyorum. Birleşik Devletler kim, Roma İmparatorluğu kim? Roma’nın görkemi, tarihsel ağırlığı Açıkhava Çarşısı’na düşecek kadar ucuzlamadı. Güldürmeyin bizi...
Paylaş