Paylaş
İSTANBUL Arkeoloji Müzeleri, tarihsel süreç bakımından dünyadaki ünlü müzelerden geri kalmış bir kurum değildir. 1840’lı yıllardan itibaren İstanbul, eyaletlerdeki eski eserleri tespit etmeye, dönemin teknik kısıtlamalarına (fotoğraf ve gravürün henüz gelişmemiş olmasına) rağmen, bu eserleri resmedip arşivlemeye özen göstermiştir. Fethi Ahmet Paşa, Aya İrini Kilisesi’ni yalnızca askerî sancakların ve silahların saklandığı bir depo olmaktan çıkararak, arkeolojik malzeme toplamaya başlamıştır. Bu koleksiyon, davet ettiği uzmanların katkılarıyla zenginleştirilmiştir. Maarif Vekili Savfet Paşa döneminde ise bugünkü Arkeoloji Müzeleri’nin temelini oluşturan yapı, İtalyan mimar Raimondo D’Aronco tarafından tasarlanmış ve inşa edilmiş olarak 1890’larda müze olarak ziyarete açılmıştır. Daha ilk yıllarında dünya çapında ilgi uyandırmıştır.
ÜÇ BÖLÜMDEN OLUŞUYOR
1890’larda Osmanlı İmparatorluğu, henüz Kuzey Yunanistan, Arnavutluk, Akdeniz adaları, Maşrık (Doğu) Arabistan’ı ve Kuzey Afrika’da Tunus’a kadar uzanan geniş bir coğrafyaya hükmetmekteydi. Bu dönemde Osman Hamdi Bey, imparatorluğun çeşitli bölgelerinde kazılara başlamış ve önemli eserler gün yüzüne çıkarılmıştır. Onun çalışmalarına dair ayrıntılı bilgiler günümüze ulaşmıştır. Aynı zamanda Osman Hamdi Bey’in yanında çalışan Aziz Bey (Prof. Jale Baysal’ın babası) ve Topkapı Sarayı’nın 1921’deki ilk müdürü Tahsin Bey gibi önemli asistanlar da bulunuyordu. Dârülfünûn’da henüz arkeoloji eğitimi verilmemesine rağmen, İstanbul Arkeoloji Müzesi adeta bir arkeoloji enstitüsü işlevi görmekteydi. Kitaplığı giderek zenginleşmiş ve ünlü matematikçi, topçu müşiri ve sonradan Sadrazam olan Cevat Paşa’nın bağışlarıyla büyük bir arkeolojik kitaplık oluşturulmuştur.
Bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri olarak bilinen külliye üç ana bölüme ayrılmaktadır. Birinci bölüm, bir lahdi andıran ana yapıdır. İstanbullular, bu kısmı özellikle yaz gecelerinde düzenlenen klasik müzik konserleriyle tanımaktadır. Bu yapı, Troya’dan, Lübnan’ın Sayda (Sidon) şehrinden ve Anadolu’nun farklı bölgelerinden çıkarılan eserlerle donatılmıştır. İkinci bölüm, Eski Şark Eserleri olarak bilinen, müzenin bahçesindeki eski binadır. Bu binanın yapısı kuşkusuz iki bölüme uyumsuz bir kabalıktır ama kullanışlı bir yığma yapı olarak tersim edilmiştir. Eski Anadolu, Mezopotamya ve Suriye’ye ait önemli eserler buradadır. Çivi yazısı tabletler arşivi de burada muhafaza edilmektedir. Üçüncü bölüm ise Fatih Sultan Mehmet’in bizzat yaptırdığı ilk saray olan Çinili Köşk’tür. Köşkün tevazu dolu ince güzelliği onu 15. asrın bir harikası olarak değerlendirmemizi gerektirir. İçinde en zengin çini koleksiyonumuz olmasa da önemli Osmanlı çini mamulleri teşhirdedir.
DAHA GENİŞ ALANA YAYILMALI
Ne yazık ki, müzenin ana binasına sonradan bir ilave yapılmıştır. Bu ek kısım, Topkapı Sarayı’nın ilk avlusunun görünümünü bozmakta ve önüne dizilen lahitler ile sütun başlıklarıyla, iki bina ve dönemi birbirine karıştırmamıza neden olmaktadır. Bu durum benim “eş zamanlama (senkronizasyon) kirlenmesi” dediğim estetik bir sorun yaratmaktadır. Bu ilave kısmın kullanım dışına çıkarılması ve kaldırılması gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin daha geniş bir alana yayılması şarttır.
Bu geniş alan Sultanahmet Meydanı’ndaki eski Tapu ve Kadastro, yani Defter-i Hâkânî binasında sağlanabilir. Ancak şu an bu bina, yetersiz bir düzenlemeyle fakir bir Ayasofya Müzesi tarzında ziyarete açılmıştır. Bir diğer potansiyel alan ise Yedikule surları civarındaki bölgedir. Bu alan, şehrin tarihi güzelliğini ve pitoresk görünümünü bozan yapılaşmalarla doludur. Ayrıca, tıpkı Arkeoloji Müzeleri’ne eklenen bölüm gibi, Bizans dönemine ait alttaki katmanları da tahrip etmektedir. Söz konusu bölge, havagazı tesislerinin alanıdır. Buradaki gereksiz ve kaçak yapılar istimlak edilerek İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne tahsis edilmelidir.
Bu durum şaka kaldırmaz; özellikle metro inşaatlarından sonra şehrin farklı yerlerinde Helenistik Dönem’e kadar uzanan kalıntılar ortaya çıkmaktadır. Bir süre önce Yenikapı’da gerçekleştirilen inşaat sırasında GAMA Holding’in örnek bir davranış sergileyerek devlete haber vermesi sonucu, Theodosius Limanı ve Konstantin surları gün yüzüne çıkarılmıştır. İnşaatı durdurarak bu değerli kalıntıların korunmasını sağlayan bu adım, İstanbul’da acil bir restorasyon ve koruma seferberliğinin gerekliliğini açıkça göstermektedir. İki rahmetli ortak Erol Üçer ve Erol Özman’ı şükranla anıyoruz.
SURİÇİ SİT ALANI OLMALI
İstanbul’u yönetmek kolay bir iş değildir. Ancak, öncelikle Konstantin’in (4. yüzyıl) ve ardından Theodosius’un (5. yüzyılda) ilave ettiği bugünkü surların içinde kalan İstanbul, Osmanlı’nın Dersaadet’i ve arkeoloji dünyasının “Suriçi (intramuros)” olarak adlandırdığı bölge, mevcut İstanbul’un yalnızca yirmide biri kadardır. Bu bölge, her türlü tahrip edici, hoyratça ve vandallığa varan müdahalelerin dışında tutulmalıdır. Her bir köşesi, millî tarihimize, Osmanlı medeniyetine ve dünyaya karşı sorumlu olduğumuz Doğu Roma ve Nea Roma’ya (Yeni Roma) ait eserlerle doludur. Bu alan, büyük bir özenle sit alanı olarak muhafaza edilmelidir.
Suların üzerine, Mimar Sinan’ın ölçü ve saygı anlayışıyla inşa ettiği Ayvansaray’daki Kazasker İvaz Efendi Camii’nin etrafındaki mezbelelik binaların hâlâ istimlak edilmemesi ve bölgedeki hoyratça inşaat faaliyetleri, gelecek nesillere karşı yüz kızartıcı bir miras bırakmaktadır. Kendi medeniyetimize ve tarihî katmanlarımıza gereken saygıyı gösterememiş bir toplum olarak değerlendirileceğiz. İstanbul, bizim mirasımızdır ve bu mirasın sorumluluğu tamamen bizim üzerimizdedir.
Ne yazık ki, son yıllarda, dünyanın en zengin arkeolojik birikimlerinden birine sahip Türkiye’de, turizm adı altında büyük bir tahribat yaşanmaktadır. Türkiye, sanıldığı kadar uzun ve tükenmez kıyılara sahip olmasa da fauna (hayvan örtüsü) ve flora (bitki örtüsü) bakımından son derece zengindir. Ancak, 1980’lerden bu yana lüzumsuz otel kredileri ve kıyı tahsisleri nedeniyle sahiller insanların kullanımına kapatılmıştır. Bu plansız otelleşme ve yapılaşmanın acilen önlenmesi gerekmektedir.
Bu sorunun çözüm yollarından biri, Turizm ve Kültür Bakanlığı’nın birbirinden ayrılmasıdır. Bu iki bakanlığın bir arada bulunması, medeni ve modern bir görünüm sunmamaktadır. İddialı turizm ülkeleri bu iki bakanlığı bir arada tutmaz. Türkiye, kültür ve turizmi aynı çatı altında başarılı bir şekilde yönetememektedir. Turizm, ayrı bir teşkilat ve bütçeye sahip olmalıdır. Örneğin, Knidos kazı alanında turistik tesisler ya da marina inşası gibi projeler, bu tür çiğliklerin önlenmesi için iki bakanlığın birbirinden ayrılmasını ve birbirlerine müdahale etmemelerini gerektirir. Bu mesele, bir hükûmet politikası olarak ele alınamaz; kalıcı bir devlet politikası olarak düşünülmelidir. İki bakanlığın ayrılması, gereksiz çatışmaların önüne geçilerek ortak bir anlayışla gerçekleştirilmelidir. Çünkü Türkiye, eşsiz bir ülkedir ve tahrip edilmesi durumunda bu eşsizlik bir daha geri getirilemez.
JEOLOJİK BÖLGEYE ZARAR VERDİ
Son olarak, Antalya’da falezlerin üzerine denize inen asansör ve merdiven döşenmesi gibi uygulamalar, her ne kadar son anda iptal edilse de, bu süreçte yapılan tahribatın restorasyonu dönüşü mümkün değildir. Merdivenlerin sökülmesi bile bu hassas jeolojik bölgeye ciddi zarar vermiştir. Bu tür olumsuz örnekler, Turizm ve Kültür Bakanlığı’nın ayrılması ve kültürel mirasın korunması için sağlam bir teşkilatlanmanın ne kadar gerekli olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Benzer bir durum, Beykoz’daki Abram Paşa Köşkü’nde yaşanmaktadır. Topkapı Müzesi’nin zengin cam eserler koleksiyonunun sergilenmesi amacıyla kullanılabilecek bu alan, nasıl geliştiği ve çalıştığı belirsiz olan Türk-Alman Üniversitesi tarafından, lüzumsuz yurt binaları inşa edilerek tahrip edilmektedir. Ormanlık alana verilen zarar ve müzenin çalışma alanına yapılan plansız müdahaleler kabul edilemez bir durumdur.
HAHAMBAŞI İSAK HALEVA’NIN ARDINDAN
PAZARTESİ günü Türkiye Yahudileri Hahambaşısı İsak Haleva cenablarının ölüm haberini aldık. İsak Haleva, bu milletin saygın ve sevilen bir din görevlisi ve âlimiydi. Parlak zekâsı, centilmenliği, bilgeliği ve mizahi bir üslupla yaptığı keskin eleştirileriyle hem cemaatinde lider olarak hem de toplumun geniş kesimlerinde sevgi ve saygı kazanmış bir kişilikti. Bu sıcak ilişki, halkımızın farklı grup ve katmanlarına da yayıldı.
Muhterem David Asseo’nun 2002’deki ani vefatının ardından hahambaşılık makamına seçildi. Bu makam, önemli bir sorumluluk taşır. Yakın tarihimizde Hahambaşılık görevinde, Haim Moşe Becerano gibi, mütareke döneminde İstanbul’da ve Balkan Savaşları sırasında işgal altındaki Edirne’de hahambaşılık yapmış, Yahudi dünyasında eserleriyle tanınan, imparatorluğa ve cumhuriyete bağlı bir din adamının izinden yürüdü.
İYİ BİR EĞİTİMCİYDİ
İsak Haleva, yalnızca Musevi okullarında değil, Marmara ve Sakarya üniversitelerinde de lisansüstü düzeyde İbranca dersleri vermiş bir eğitimciydi. Geniş bir filoloji bilgisine sahipti ve yazıları açık, anlaşılır bir ifadeye dayanıyordu. 500. Yıl Vakfı’nın kuruluşundan sonra Türk toplumunda Yahudi cemaatini tanıtma ve kaynaştırma konularında üslubu ve kişiliğiyle önemli bir katkı sundu.
En az cemaat üyeleri kadar vatandaşlarımızın her kesiminden ilgi, sevgi ve saygı gördüğü aşikârdır. Ülkemiz için yararlı bir lider ve unutulmaz bir şahsiyet olarak anılacak ve özlenilecektir.
Paylaş