İlber Ortaylı

Boynumuzun borcu

11 Şubat 2024
6 Şubat’ta yaşanan facianın birinci yılını anıyoruz. Depremlerin etkilediği bölgelerimizin genişliği bir memleket kadardır. Bir depremden sonra restorasyon kolay iş değildir. Birkaç mimarın ve mühendisin çok bilmişliğine bırakılamaz. Her şeyden evvel oranın sakinlerinin ecdadının gelecek nesillere bırakacağı bir bölgenin yeniden imarı hepimizin boynuna borçtur.

KORKUNÇ bir depremin birinci yılını yaşıyoruz. Acılar geçmiş değil ama bu vesileyle tabii ki dışavurumu yükseliyor. Tansiyon had safhada. Böyle zamanlarda kışkırtıcı, kötümserliği artırıcı demeçler kadar insanların acılarıyla alay eder gibi tuzu kuru, münasebetsiz demeçlerin de yeri değil. “Ayakta kalırız” demek başka şey, “daha iyi gelecek” demek başka şey. Yakınlarını kaybedenlere “daha iyi bir gelecek” hiçbir olumlu katkıda bulunmayacak manasız bir terimdir.

Bazı şeylere dikkat etmek lazım. Deprem komisyonlarında üye olanların bu alanlarda ne kadar tecrübeleri olduğu belli değil. Deprem bölgesi kendi hâliyle bırakılmaz. Günümüzde dokümantasyon imkânları daha fazla, eskinin gözden geçirilmesi lazım. Hele Hatay gibi bölgelerde imarın yeniden ihlali söz konusu olabilir.

Erzin ilçe merkezinin yetkililerinin ve idarecilerin söz sahibi olmasına dikkat etmelidir. Burası örnek bir beldedir. Pazarcık fay hatlarının kesiştiği bir noktadır, yönetimin hukuka ve imara ve ananeye riayetinden dolayı büyük tahribat olmadı. Can kaybı hiç yok. Birçok yerde şehir sakinleri geleneksel mimariyi hızla terk ettiler, yeni yapılan binalar hakkında bilgileri yoktu. Maraş merkezinde bu facia yaşandı, birkaç bina var ki iyi mühendisliğin eseri olarak ortada duruyor, gerisinde çalışan ve üreten nüfusumuz kayboldu gitti. Malatya’da en seçkin sporcuları en iyi yapıda kaybettik. (Güya burası bölgenin depremi ağır geçirmeyen yeridir.) Adıyaman’da İsias Hoteli bir faciaydı, aynı zamanda bir skandaldır. Kıbrıslı yavrularımızı kaybettik. Otel kaçak beş kattan oluşuyor, üstelik önceden kamu desteği de almış. “Suçluların mahkûmiyeti, soruşturmaları, tutuklanmaları acaba nerede kaldı?” diye sormalı.

RESTORASYON KOLAY İŞ DEĞİL

Bir depremden sonra restorasyon kolay iş değildir. Birkaç mimarın ve mühendisin çok bilmişliğine bırakılamaz. İkinci Dünya Harbi’nden sonra müttefiklerin bombalayarak yerle bir ettiği Dresden, Hitler katillerinin ve Almanya’nın çekilirken özellikle tahrip ettiği Varşova’nın yeniden imarı sırasında mühendisin de, mimarın da, sanat tarihçisinin de bolluğu ortadaydı. Arşivlerde her şeyi gösterecek belge vardı. Buna rağmen sakinlerin reyine başvuruldu, bilgisinden yararlanıldı. İş öyle kolay değildir. Volgagrad, yani eski Stalingrad’da birtakım eski mezarlıkların, tarihî alanların şehrin yeniden inşası sırasında alakasız binalarla kapandığı hatta oto garaj yapıldığı bile söyleniyor.

GELECEĞİMİZİN

Yazının Devamını Oku

Tarihle yüzleşmek laubaliliği!

4 Şubat 2024
2022 yılında alınan bir kararla Amerika’daki OTSA (Osmanlı ve Türkiyat Araştırmaları Derneği), Ord. Prof. Ömer Lütfi Barkan, Prof. Halide Edip Adıvar, Ord. Prof. Fuad Köprülü’nün isimlerinin verilen ödüllerden çıkarılmasına karar vermiş. Üçü de ırkçılık ve aşırı Türkçülük ile itham ediliyormuş. Maalesef ABD’de de olsa, Avrupa’da da olsa tarihle yüzleşmekte de (tabir de gülünç) insanlarımız Türklere has alaturka davranıştan kurtulamıyor. Tavır olarak hoş değil, laubalilik.

Amerika’da OTSA (Ottoman and Turkish Studies Association/Osmanlı ve Türkiyat Araştırmaları Derneği) adında bir dernek var. Daha çok MESA (Middle East Studies Association) ile yakın bağları vardır. Türkoloji, Türk Tarihi, özellikle Osmanlı üzerine çalışılan bir meslek örgütü; bu dalda çalışan Amerikalı ve Türk asıllı Amerikalı tarihçilerin kuruma üye olduğu görülüyor.

Amerika’da usûl olduğu üzere ödüllerde ünlü bilgilerin isimlerini kullanmak söz konusudur. 2022 yılında alınan bir kararla dernek Ord. Prof. Ömer Lütfi Barkan, Prof. Halide Edip Adıvar, Ord. Prof. Fuad Köprülü’nün isimlerinin verilen ödüllerden çıkarılmasına karar vermiş. Üçü de ırkçılık ve aşırı Türkçülük ile itham ediliyormuş. Bu meslektaşların ne Ömer Lütfi Bey’in, ne Halide Edip Hanım’ın, ne de Fuad Köprülü’nün kişiliğini iyi tanıdıkları kanaatinde değiliz.

KABACA VE BİLGİSİZCE BİR DEĞERLENDİRME

Ömer Lütfi Bey Strasbourg’da okudu -Strasbourg Üniversitesi Annales Okulu ve Marc Bloch demektir-. Barkan, sosyolog kökenlidir ama tarih bilgisi müthişti, Fuad Köprülü’nün de takdir ettiği gençlerdendi. Türkiye’de iktisat tarihi diye bir disiplini Annales Okulu çerçevesinde ortaya koyan, gençlere bu dalı sevdiren âlimdir. Hepimiz Ömer Lütfi Barkan okuyarak yetiştik. Halide Edip Hanım’dan kastınız acaba; ırkçı tahribat veya jenosit gibi suçlamalarsa, kim olduğunu çağdaş kaynaklardan okuyunuz ve bu gibi eylemlere nasıl baktığını görünüz.

Maalesef ABD’de de olsa, Avrupa’da da olsa tarihle yüzleşmekte de (tabir de gülünç) insanlarımız Türklere has alaturka davranıştan kurtulamıyor. Tavır olarak hoş değil, laubalilik. Özellikle bu konuda tarih tahsil etmek isteyen, derinleşmek isteyen gençlerin; Avrupa Tarihi, Eski Çağ Tarihi, Rusya Tarihi gibi Türkoloji dışındaki alanlara, Türkiye’nin ihtiyacı dışındaki alanlara yönelmeleri gerekir. Avrupa ve ABD’de de Türkoloji ile vakit kaybetmemeleri tavsiye edilir.

Şu kadarını söyleyelim;

Yazının Devamını Oku

Ali Emîrî Efendi

28 Ocak 2024
Ali Emîrî Efendi, Osmanlı kayıtlarında muhtelif yazı, hat türlerini, kayıt tekniklerini kavrayan bizdeki ilk paleografya ve diplomatika uzmanı sayılır. Bıkmadan usanmadan gittiği yerleri tetkik etti. Sağda soldaki yazmaları topladı ve bunların önemli kısmını çürümekten kurtardı. Ali Emîrî 20. yüzyılın ilk yıllarında dirilen tarihçiliğin başında gelenlerdendir. Ocak 1924’te, bundan tam 100 yıl evvel vefat etti. Asırları son asırla bağlayan bu büyük adamın hatırası önünde ihtiramla eğiliriz.

100 yıl önce Fatih Camii’nin haziresinde bir köşe ayrıldı. Bu köşe Ali Emîrî Efendi’nin defnedildiği yerdi; etrafında o zamanki cumhurbaşkanlığı danışmanı ve diğer zevatın yerinde müdahalesiyle Halil İnalcık Hoca’nın Karacaahmet’e gömülmesinden vazgeçildi, oraya defnedildi. Bir zaman sonra Bizans-Osmanlı sanat tarihini ünlülerinden Semavi Eyice Hoca, Kemal Karpat, Mehmet Genç de buraya defnedildiler.

OSMANLI COĞRAFYASINI EN ÇOK BİLENLERDENDİ

Tarihçiler köşesinin ilk hamuşu Ali Emîrî Efendi kimdir? 1857’de Diyarbakır eşrafından Seyyid Mehmed Şerif Efendi’nin oğlu olarak dünyaya geldi. Tanınmış bir ulema ve şuera (âlimler ve şairler) ailesidir. İlk tahsilini Diyarbakır’da yapmış, Arapça yanında Farsçayı da çok iyi öğrenmiş, ardından o vakit mümkün olduğu üzere çok genç yaşta Maliye Nezareti’nin taşra teşkilatına girmiş kısa zamanda Mardin’de tahrirat müdürlüğüne kadar çıkmış. Bir yandan da Arapça ve Farsça alanında derslerine devam etmiştir.

1875 yılında telgrafçılık öğrendiği söyleniyor. Sîs (Kozan), Adana Âşâr Nezareti, sonra Rumeli’de Leskovik, Anadolu’da Kırşehir, Afrika’da son eyalet Trablusşam sancağında maliye muhasebeciliklerinde, Elazığ ve Erzurum defterdarlıklarında, Yanya ve İşkodra maliye müfettişliklerinde, Halep’te defterdarlık ve Yemen’de aynı hizmette bulunmuş.

Memur kısmı Osmanlı coğrafyasını bilirdi. Ali Emîrî en çok bilenlerdendi. Bıkmadan usanmadan gittiği yerleri tetkik etti. Sağda soldaki yazmaları topladı ve bunların önemli kısmını çürümekten kurtardı. Kendi akranlarından sayılmasa da daha sonraki kuşaktan Köprülüzâde Fuad gibi o da bu tükenmez ve ihmal edilen hazinelere çok erkenden el atmıştır.

SAHAFTAN ÇIKAN HAZİNE

Bir gün İstanbul’da sahaflarda rastladığı ve kendisine sahafların alışılmış nezaketini pek göstermeyip derhâl peşin parayla pahalıya satılan Dîvânü lugâti’t-Türk nüshası o sırada eline geçti.

Yazının Devamını Oku

Ani Harabeleri’nin seslenişi

21 Ocak 2024
Ani; Kafkasya, İran ve Anadolu arasındaki İpek Yolu’nun buluşma noktasıdır. Bagrationlar zamanından kalma kiliseler bölgenin sanat tarihi açısından çok etkin örneklerdir. Selçuklu eserleri ise Türk sanatı açısından son derece kıymetlidir. Şimdilik göze batan eserler etrafında bir kazı faaliyeti var. Kuşkusuz başka türlü yerleşmeler de ortaya çıkacak ve Ani göz alan güzel bir tarihî gezi alanı olacak.

Geçtiğimiz hafta perşembe günü Kars Valiliği himayelerinde Serhat Kalkınma Ajansı’nın yürüttüğü ‘Tarihi Kimliği ile Kars Kenti Projesi’ faaliyetleri kapsamında İstanbul Arkeoloji Müzelerinin misafirperverliğiyle Ani Kazıları üzerine hem toplantılar yapıldı hem de beş gün süren bir fotoğraf sergisi düzenlendi.

Ani Kazıları’nın şu anda Kafkas Üniversitesi’nden Doç. Dr. Muhammet Bey başkanlığında yapılmaya devam ettiğini biliyoruz. Uzun bir dönem, Soğuk Savaş yıllarında iki blok arasında bırakın ziyaretçileri, kazı heyetlerinin bile girişinin problem olduğu bir noktadaydı. Herhangi bir ziyaretçinin karşı taraf için uygunsuz görülen hareketi sınır bölgesi idarecilerinin nota teatisine sebep olurdu. Turist gruplarının oraya götürülmesi pek arzu edilmezdi. Tam Arpaçay’da Ani şehrinin yanında turistlik tesislerin kurulması istenmiyor, bunlar hâlen alınması gerekli tedbirlerdir.



İPEK YOLU’NUN BULUŞMA NOKTASI

Kars merkezle Ani harabelerinin arası 40 kilometredir.

Yazının Devamını Oku

Yakın tarih çarpıtmaları

14 Ocak 2024
Bir taraf İsmet Paşa’yı İkinci Dünya Savaşı’na girmemek gibi bir hatayla suçluyorlar. Türkiye’nin bu sayede On İki Ada’yı Almanlar eliyle kazanma şansından söz ediyorlar. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na girseydi Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Macaristan gibi Sovyet Rusya işgaline (kurtarmasına) terk edilen bir koz olurdu. İsmet Paşa’yı “fırsat kaçırıcıdır” diye tenkit edenlerin bu rejimi hiçbir şekilde istediklerini sanmıyorum. Maalesef insanlarımız tutarlı düşünmeyi tercih etmiyorlar.

TÜRKİYE’nin yakın tarihi “tarih” diye bilinen (!) alandır. Osmanlı tarihi hakkında bazen çocukça diyeceğimiz yorumlar yakın tarih kesitinde üstelik olaylarında saptırılmış şekilde nakledilmesi, bazı konuların şişirilmesi gibi sorunlarla kitlelere nakledilir. Çağımız hakkındaki umumi bilgisizlikler dahi burada kendini gösterir.

GERÇEKLERİ HESABA KATMIYORLAR

En korkunç yorumlar üniversitedeki bazı meslektaşlarımdan kahvehanelerdeki laklakları dinleyen sade vatandaşa kadar gezinen ürkütücü yorumlardır. Bir taraf İsmet Paşa’nın İkinci Dünya Savaşı’na girmemesini büyük bir başarı ve şükran konusu olarak yorumladığı hâlde, kendisini savaşa girmemek gibi bir hatayla suçlayanlar vardır, tabii bu arada bunun daha çok Alman yandaşlığı şeklinde olmuş olması istenir. İki dünya savaşı arası durumu tanımadan, Balkan devletlerinin rövanşist politikalarına benzer özlemler duyanlar zaten 20. yüzyıl savaşlarının nasıl felaketler doğurduğunu yeterince incelemeden Türkiye’nin bu sayede On İki Ada’yı Almanlar eliyle kazanma şansından söz edenler vardır. Bazı gerçekleri de hesaba katmazlar. Nazi Almanyası adama adayı kolay teslim etmez. Bu ancak Türkiye’yi yanında rahatça kullanacağı bir savaş alanı, savaşçı insan gücü olarak kullanmakla mümkün olur. Üstelik verilecek adaların da mutlak bir terk ediş değil, kontrolü bir saha olarak verilmesi mümkündür.

1943’ün sonunda ve 1944 başlarında böyle bir talep ve bu savaşı artık kimin kazanacağı belli olan bir dünyada kimlerle karşı karşıya gelineceği bilinmelidir. Türkiye, Batı Avrupa karşısında hiçbir zaman Yunanistan’ın konumunda değildir. Batılılar Yunanistan’ı bir üs olarak istismar etseler de güvenilir bir üs olarak görülür. Türkiye politikasına ve halkına karşı ise böyle bir bağları ve iyi niyetleri Allah’a şükür yoktur. Bu kötü niyet kadar olumsuz bir konum olurdu.

İsmet İnönü

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NA GİRSEYDİK...

Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na girseydi, Yunanistan ve sadece Yunanistan gibi paçayı kurtaran bir Balkan ülkesi değil; Bulgaristan, Romanya, Macaristan gibi kısmen veya tamamen Sovyet Rusya işgaline (kurtarmasına) terk edilen bir koz olurdu. İsmet Paşa’yı “fırsat kaçırıcıdır” diye tenkit edenlerin bu rejimi hiçbir şekilde istediklerini sanmıyorum. Maalesef insanlarımız tutarlı düşünmeyi tercih etmiyorlar ve böyle bir eğitimleri yok.

İsmet Paşa’nın komutanlığını tartışanlar onun kurmaylık hizmetleri ve başkomutan tarafından niye mutlaka istendiğini incelemekle mükelleftir. Lozan gibi antlaşmaları incelemeden üzerinde ters hüküm yürütüp efsane yaratanlar maalesef milleti akademik dünyanın uzmanlarında, diplomatları yazdıklarından daha çok etkiliyorlar.

Yazının Devamını Oku

Ölümünün 50. yılında İsmet İnönü

7 Ocak 2024
İsmet İnönü, 20. yüzyıl Türkiye siyasetinin ve idaresinin geçirdiği evrimi temsil eder. Onu ne otoriter bir devletin başbakanı ne otoriter tek partili bir cumhuriyetin cumhurbaşkanı olarak görmemiz mümkün değildir. Zamana ve zemine göre etrafa uymayı bildi. Yer yer sabırlı yer yer haşin bir ana muhalefet lideri oldu. 1961’den sonra ise üçüncü dünyada görülmeyen bir hükümet idaresi, anlayış ve politika ustalığının şefiydi. Türkiye Cumhuriyeti üçüncü dünyanın tipik özellikleri içine düşmedi ve bunun dışında bağımsız bir kuvvet olarak devam edebildiyse bu başarılı yolun kaptanlarının en başında İsmet İnönü gelir.

TÜRKİYE cumhurbaşkanlarının ikincisi ve Atatürk döneminin en önemli başvekili İsmet Paşa, bundan 50 yıl evvel 90. yaşına merdiven dayadığında ani bir krizle hayata veda etti. Bir müddet önce siyasî hayatından bir küskünlük ama bir tevekkülle ayrılmıştı.

‘DEĞİŞİKLİK MİLLETLERİN EN MASUM İSTEĞİDİR’

Cumhuriyet Halk Partisi ona rağmen Bülent Ecevit’in yolunu seçmişti. Delegeler “İsmet Paşa bizim paşamız ama Ecevit genel başkanımız” diyorlardı. 1950’de 15 Mayıs sabahı söylediği ve oğlu Erdal İnönü’ye yazdığı mektupta tekrarladığı cümle; “Değişiklik milletlerin en masum isteğidir” olmuştur. Genel başkanlığa Bülent Ecevit’e devrettiği günde bu sözünü herhâlde daha buruk bir tonla tekrarlamış olmalıdır. Her hâlükârda görev devri son zamanda CHP’de rastlanan başkanlık devri kadar mudhike (komedi-vodvil) olmadı. Büyük adamların devri geçti gibi...

Değişiklik mutlaka CHP’lilerin de masum bir isteğiydi. Parti yeni ufuklara açılıyordu. Bu ufuklar CHP için çok belirli olmadı. 1980 darbesinden sonra bizzat Ecevit eski partiyi tabiri caizse üstünden bir yorgan gibi attı. En yakın gördüğümüz partilileri ve bürokratlarıyla bile görüşmeyi kesmişti. CHP idaresi güç bir partidir. İdeolojisi hiçbir zaman nesiller arasında devam eden bir üyelik mirasına dayanmaz ve asıl önemlisi sınıfsal bir mücadele ve kümeleşmenin partisi olmamıştır.

İsmet İnönü, 1884’te Malatyalı Kürümoğulları ailesinden Hacı Reşit Bey’in oğlu olarak İzmir’de doğdu. Babası askerî muhakeme dairesi mümeyyizliğinden emeklidir. Sivas’ta ilkokul ve aynı yerde mülkiye idadisi (sivil lise) nihayet 1897 babasının tayini nedeniyle altıncı sınıftan itibaren Halıcıoğlu’nda Harp Okulu’nun lise kısmına girdi. 14 Şubat 1901’de Topçu Harbiye Sınıfı’na girmiş. O zamanki tabiriyle mühendishane olan bu yerde askeri mühendis; yani topçu mülazım-ı sanisi olarak 1903 yılında mezun olmuştur. Başarılı öğrenciler gibi erkân-ı harbiye sınıfına ayrıldı. Burayı da birincilikle bitirerek 1906’da mezun oldu (yüzbaşı rütbesiyle).

Askerlik hayatı boyunca hemen hemen bütün orduda disiplini, çalışkanlığı ve keskin tahlilleriyle tanındı, tercih edilen bir kurmay subaydı.

Yazının Devamını Oku

Yunus Emre Enstitüleri

31 Aralık 2023
Yunus Emre Enstitüleri’nin kuruluşunda Atilla Koç, Kültür ve Turizm Bakanı’ydı. Herkesin hakkını teslim ettiği gibi çok okuyan, çok bilen bir kişiliktir. Yunus Emre Enstitüleri’nde prensip olarak enstitü memurlarının ve müdürlerinin dış ülkelerde yaşayan ve yetişen Türk gençlerinden olmasına karar verilmişti, faydası görüldü. Arap ülkelerinde, Almanya’da, Avusturya Viyana’sında çok etkili müdürler vardı ve faaliyetler tertiplendi.

Yunus Emre Enstitüleri’nin kuruluşunda Atilla Koç, Kültür ve Turizm Bakanı’ydı. Uzun yılların içerisindeki görüşmelerimiz ve tartışmalarımızda, İspanyolların Cervantes, Rusların Puşkin, İtalyanların Dante Alighieri ve Almanların Goethe gibi enstitülerinin gerekli olduğu konuşulurdu. Bunlardan İtalyan ve Alman enstitüleri Ankara’da çok itibar görüyordu.

MÜLKİYE’DEN SINIF ARKADAŞIMDI

Atilla Koç herkesin hakkını teslim ettiği gibi çok okuyan, çok bilen bir kişiliktir. Mülkiye’den sınıf arkadaşımdır. Daha ilginç bir özelliğini söyleyeyim; biz lise tiyatro kolundayken Kenan Işık ve diğer arkadaşlarla Turgut Özakman’ın “Ocak” adlı eserini sahneye koymayı denedik. Devlet tiyatrosundan bile yardıma geldikleri hâlde işi bitiremedik. Atilla o oyunu İzmir Özel Türk Koleji’nde tek başına sahnelemiş. Sabırlı ve zeki bir çocuktur. Turgut Özakman’ın oyununu hele “Ocak”ı sahnelemek kolay iş değildir.

Yunus Emre Enstitüleri’nde prensip olarak enstitü memurlarının ve müdürlerinin dış ülkelerde yaşayan ve yetişen Türk gençlerinden olmasına karar verilmişti, faydası görüldü. Arap ülkelerinde, Almanya’da, Avusturya Viyana’sında çok etkili müdürler vardı ve faaliyetler tertiplendi.

Şimdi de yine Yunus Emre Enstitüleri’nin daveti üzerine Viyana ve Roma’ya bir konferansa gittim; bu bir yılbaşı programı içindi. Cumhuriyet ile ilgili sunumlar yapıldı. Viyana’da üniversiteden salon alınmış, bu oradaki Yunus Emre Enstitüsü Müdürü’nün otoritesidir. Roma’daki dostumuz Zafer Kıyıcı Bey benzer organizasyonu Yunus Emre Enstitüsü’nün Rönesanstan kalma binasında tertip etti. Roma’da birçok Türk genci okuyor. Doğrusu orada çok şey öğreniyorlar, hayatlarından memnunlar. Ama Türk kültürüyle, Türkiye ile ilgilerini kesmek de istemiyorlar.

OPERA SANATÇILARIMIZI MEMLEKETE CELBETMELİYİZ

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin İtalyası Safranbolu

24 Aralık 2023
Safranbolu Türkiye’nin İtalya’sıdır. Sakinleri baba konaklarında ve evlerinde oturmayı bir asalet ve görkem sorunu olarak ele alırlar. O yüzden de bugünlere kadar ulaştılar. UNESCO 17 Ağustos 1994’te burayı dünya varlığına dahil etti. Lütfen fazla tahrip etmeden Safranbolu’yu bol bol gezmeye çalışalım.

ESKİ Kastamonu vilayetinin en güzel yerleşme bölgelerinden biridir. Hoş Kastamonu vilayetinin içindeki yerleşmelerin içinde oldukça değişim geçiren Sinop (bugün aynı özellikte değil), il merkezinin kendisi, İnebolu, Çankırı’nın Belören Köyü gibi pitoresk (resimsi) yerleşmelerin sayısı hiç de az değil.

Burayı 1964 yazında Turizm Dairesi Başkanı Mukadder Sezgin’in tertiplettiği grubun içinde envanter için ziyaret etmiştim. Envanter Zonguldak’ta yapılıyordu. İlin en ilginç kazası da burasıydı. 4-5 gün kaldım. Şehirde daha avukat yoktu, baro kurulmadığı için dava muakkibleri vardı; ilginç insanlardı. Böyle ilginç tiplerden birisi de Cinci Hanı’nın müsteciriydi. Adı galiba İbrahim Efendi’ydi. Han tamirat görmemişti ama kullanılıyordu. Hayat ortaçağ şehirlerinde gibiydi. Hamam da aynı şekilde kullanılıyordu. Kaymakamlık “Kale” denen tepedeki hükümet konağındaydı. Sonra orası yandı veya yakıldı. Bunu bilemem. Ama konaklar hep ayaktaydı.

MİSTİK HAVASIYLA GÜZEL

Safranbolu Türkiye’nin İtalya’sıdır. Sakinleri baba konaklarında ve evlerinde oturmayı bir asalet ve görkem sorunu olarak ele alırlar. O yüzden de bugünlere kadar ulaştılar. Harap olan sadece bu vadinin üstündeki “Bağlar” kesimidir. Maalesef büyüyen Karabük’ün konut ihtiyacını karşılamak uğrana ekserisi gitti. Fakat Karabük üniversitesinin yerleşkesi de bu kesimde. Kıranköy (Kiren Rumca kızılcık demek oradan geldiğini söylediler) yani Kiren kentle birleşip aslında hoş bir gezi ve eğlence bölümü olmuş. Kim ne dersin üniversite şehri değiştiriyor. İlçenin Belediye Başkanı Elif Köse Anadolu’da nadir rastlanan kadın belediye başkanlarından. Partilerin dışında her gün halkla iç içe olan bu gibi başkanlar beni çok ilgilendiriyor. Anadolu’da böyle kasabalar var. Sivrihisar gibi, Denizli Buldan gibileri. Saymakla bitmez. İnşallah hepsinin belediye heyetleri seçimden sonra da aynı kalır.

Bir toplantı yaptık. İlgi büyüktü. Safranbolu’da şikâyet edilecek nokta turizmin yaratmak istediği tahribattır. Bu gibi bölgelerde turistik denen yatırımları yapanlar genellikle bölge dışından insanlardır. Şehrin ruhunu anlamıyorlar. İtalya ve İspanya gibi ülkelerden farkımız bu. Yabancı yatırımcı turizm için hiç uygun bir tip değildir. Bu yerlinin uygun olduğu anlamına gelmez ama ikincisi hiç değilse laftan, sözden, tenkitten anlar.

UNESCO 17 Ağustos 1994’te burayı dünya varlığına dahil etti. Bu hem olumlu hem de olumsuz sonuçlar doğuracak bir olay. Aç gözlü sermayeyi çeker. Mesken ve arsa pahalığına arttırır. Bunlar tedbir alınacak konulardır. Safranbolu mistik havasıyla, güzel... Çok yakın tarihlerimize kadar Anadolu’da dericiliğin ve deri sanayiinin merkeziydi. Üretimi Bartın üzerinden Rusya’ya ulaşırdı. Açıkçası zengin bir merkezdi. Meyveciliği verimliydi, fakirlik gören şehirlerden değildir.

1912’den, Balkan faciasından beri de Batı Trakya’dan göç edenlerle yerlilerin uyumlu ortamında özgün bir kültür ortaya çıktı.

Yazının Devamını Oku