Geçen cumartesi (22 Haziran) Cemal Reşit Rey’de Şef Murat Cem Orhan ile ünlü Petersburglu Rus soprano Olga Peretyatko’nun bir konseri vardı. Olga Peretyatko Scala’nın kadrosundadır ve opera dünyasının başta gelenlerindendir. Açık hava tiyatrosu o gün az yaşadığı bir konser gördü.
Murat’ın şef olarak Cemal Reşit Rey’deki son konseridir. Bu benim ve birçok dostumuzun kabul edemeyeceği bir tasarruf. İstanbul’da belediyenin kültür dairesinin ikinci dönemi için hoş karşılanmayacak bir başlangıç; farklı yol bekleniyorken anlamsız bir tasarruf ile işe başlandı. Genel sanat yönetmenliğini kaldırarak, yerini kollektif bir idareye bırakmak gülünçtür.
BİR DOSTLUK ÖRNEĞİ
Peretyatko’nun İstanbul’da haziran sonundaki şartlar için açık hava tiyatrosuna gelmesi onun açısından bir lütuftur. Bu lütfu Cem’le bir dayanışma ve dostluk örneği olarak yerine getirdiği görülüyor. İki sanatçı arasında böyle bir yakınlık ancak Ruslar ve Türkler arasında görülecek bir dostluk örneğidir. Bu fevkalade konserde de yeni nesil Türkler arasında İtalyan operasının iyi bir sesten ve bir orkestradan dinlendiği takdirde ne kadar tutulduğunu görüyoruz.
Dünyanın bu tarafında başka şeyler olabilir; her ikisini de yine dinlemek isteriz diyeceğim ama bakalım bu mükemmel şef buralarda kalır mı? Zira Murat Cem hem üstün bir sanatçı hem de yönetici olarak mükemmeldi. Herkes şu konuda hem fikirdir; küçük hesapların adamı olmayan olgun bir maestro ve insanlarla dostça ve tevazu içinde olan bir kişilikti. Sanat camiasında aksine konuşan insanı pek görmedim ve duymadım.
Diğer yandan İzmir Belediyesi’nin Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Yücel Erten’i görevden alarak işe başlaması talihsiz bir politikacı tavrıdır. Gelecek yazılarımızda ele alacağız.
ALMANYA’DA TARİHÇİLİK
PROFESÖR Doktor Mübahat Kütükoğlu günümüz Türkiye’sinin öncü tarihçilerindendir. İzmir Kız Lisesi mezunudur. Bu eski lisemiz Türk bilim ve edebiyat hayatına çok sayıda şahsiyet yetiştirmiştir. Mübahat Hoca benim hocam olmadı çünkü ben Mülkiyeli ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakülteliyim. Halil İnalcık Hoca’nın talebesiyim. Ama şunu peşinen söyleyeyim derin bilgisi, çalışkanlık ve düzeniyle herkes gibi benim de hayranlık ve hürmetimi çeken bir hocadır.
93. yaşını kutlamak için bu yılın mayıs ayının son iki gününde kendisinin şerefine bir sempozyum tertiplendi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin bu sempozyumu, onun getirdiği tarihçilik anlayışının başlığını taşıyor: “Tarih Boyunca İnsan ve Tabiat İlişkisi” İki günlük sempozyumun başında bir konuşmam oldu. Ümit ederim ki değerli tebliğlerin hepsi basılır.
SAYISIZ ESERİ ART ARDA NEŞRETTİ
Ortaokul ve lisede, tarihi lise öğretmenin etkisiyle sevmiş. Bu tip tarih sevdiren hocalar gittikçe azaldı. Edebiyat Fakültesi mezunu olduğu hâlde Türkiye tarihçiliğinde çığır açan Ömer Lütfi Barkan Hoca onu İktisat Fakültesi’ne tarih asistanı olarak aldı. İngiliz arşivlerini derinlemesine tarayan ilk tarihçilerdendir. İngiltere ve Türkiye arasında iktisadî ilişkileri, doğrusu iktisatçı görüşü ve kavramlarıyla almıştır. Doçentlik tezi de bu konudadır. Nihayet tarihçi yetiştirmek isteğiyle Edebiyat Fakültesi’ne geri döndü. Kendi ifadesiyle 50 yıl arşivlerde çalıştığını söylüyor, ben daha fazla olduğunu hesaplamıştım. Bu düzenli çalışmayla ve daha da düzenli bir tasnifle sayısız eseri art arda neşretmiştir. Bugün Ege Bölgesi Osmanlı dönemi tarihyazıcılığını onun sayesinde ana hatlarıyla tamamlamış oluyoruz. Tabii bilimin ve tarihçiliğin dibi yoktur.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın kendisini çok etkilediğini söylüyor, doğrudur. O da aynı Mübahat Hoca gibi ömrünü arşivde geçiren, Osmanlı tarihini tamamıyla vesikalara dayanarak yazan bir öncüydü. Ömer Lütfi Barkan’ın kendisini çok etkilediğini söylüyor. Ben de kendisiyle aynı fikirdeyim. Galiba onu Edebiyat Fakültesi’nin ötesinde bir tarihçi metoduna ve düşüncesine sevk eden ekol iktisadî tarih kürsüsüdür. Bekir Kütükoğlu Hoca’yla hem meslektaş hem de talebeleri birlikte yönelten bir akademisyen çiftiydi. Yakın zamanda Bodrum tersanesi üzerine çalışmasını tamamladı. Pandemiyle evine kapandı, daha çok yazar oldu. Yetiştirdiği öğrenciler Edebiyat Fakültesi’nin en başarılı kuşağıdır.
Uzun akademisyenlik ömrü hâlâ sağlıklı olarak devam ediyor.
1774’te Avusturya’nın Graz şehrinde doğdu. Osmanlı İmparatorluğu’nun bazı siyasi tarihçilerin deyimiyle çöküş devri başı sayılan tarihtir. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla ilk defa imparatorluğun önemli toprağı, savaşçı insan gücünün kaynağı ve Karadeniz ekonomisinin merkezi olan Kırım Hanlığı ve bağlı toprakların Devlet-i Âliyye’den ayrıldığı Küçük Kaynarca Antlaşması bu yıl imzalandı. Rusya dönemin Çarı II. Katerina (aslen Anhalt-Zerbst prensesi) tarafından bu olayla bir Avrupa gücü olarak ilan edildi. 10 yıl sonra da sözde bağımsız olarak inşa edilen Kırım Hanlığı ilhak edildi. Birçok yönleriyle Batı medeniyetine ve edebiyatına ilk açılan bölgedir. Molière’in ilk defa çevrildiği ve Hansaray’da temsil edildiği bir ülkeydi. Erken batılılaşma denemesi içeride tartışma ve iç kavgalara sebep olmuştu.
‘BU ALMAN BİZE TÜRKLERİ TANITTI’
Bu olaydan on beş sene sonra genç Hammer, Maria Theresia’nın kurdurduğu “dil oğlanları” diye çevrilen Orientalische Akademie’de Latince, Yunanca, Arapça, Farsça ve Türkçe öğrenmişti. Okulun ilk örneği Fransa’daki “Ecole Jeaux de Langues”da yetişenler arasında 17. asrın Fransız sefirleri içerisinde Pierre de Girardin gibi Türk dilini iyi bilenleri vardı. 20 yıl geçti Farsçadan tercümeler başladı. “Hafız”ı başka Avrupalı şarkiyatçılar da çevirmiştir ama Avrupa edebiyatına ve felsefesine tesir eden, büyüleyen ilk çeviri onunkisidir. “Hafız”ı çevirmek çivi gibi bir iştir. Bunda Hammer’in dil bilgisi kadar şairliği de rol oynamıştır. Richard Rückert “Hafız” çevirisiyle Almancada aruz vezni kullanmıştır. Ama Hammer’inki başka bir zarif tercümedir. Hegel’den Goethe’ye, Goethe’den yarım asır sonra Marx ve Engels’i etkileyen hatta Engels’in “Bütün öbür hariciyeciler bu milleti (Türkleri) tanımaz ve tanıtamazken bu Alman bize onların tarihini, edebiyatını tanıttı” demesine sebep olmuştur.
Hammer, Metternich’in maiyyetindeydi ama görüşleri Metternich’inkine yakın değildi. O Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşmesini alkışlıyordu. Metternich ise “Osmanlı İmparatorluğun modernleşmesi değil Rusya’ya karşı var olması beni ilgilendirir” fikrinde ve ifadesindeydi. Hammer bu nedenle erken yaşta diplomatik kariyerde tatmin olmadan geri çekildi ama çok büyük bir tercüme faaliyetine girişti. “Vassâf”ın demir leblebi gibi tarihini Almancaya taşıdı. Bu eser bugün ancak yeniden gözden geçirilip basılmaktadır, çetin bir iştir. Avusturya’nın genç tarihçilerinden Sibylle Wentker on yılı aşkın Avusturya Milli Kütüphanesi’ndeki metin üzerinde uğraştı. Hammer’in Almancası Vassâf’ın Farsçasıyla yarışacak kadar güzel ama el yazısı çirkindir.
Avusturya gerçek anlamda oryantalizmi getirdi. Bu oryantalizm Edward Said’in ve taraftarlarının tasvir etiği gibi bir oryantalizm değildir, Şarka cahilane bakan insanların susmasına, düşünmesine sebep olmuştur. Hammer’in mezarı bile yeni bir üslubu temsil eder. Cevdet Paşa’nınkine benzer yuvarlak bir şahide üstünde Arapça “Hüvelbâkī üç dilin tercümanı Müverrih Yusuf bin Hammer” diye devam eder. Goethe’nin mezartaşında da Hristiyanlıkla ilgili ne herhangi epigrafik bir işaret ne bir söz var.
İKİNCİ DERECEDEN MECİDİYE NİŞANI VERİLMİŞTİR
Avrupa’nın romantizminin yeni bir evreye girişinde tarihçiler şairlerle, bilim insanları ve müzisyenlerle el eleydi. Galiba hepsinin iyi olması hepsinin birlikte var olmasına bağlıdır.
10-11 Haziran MÖ 323 yılında İskender, Babil’de öldü. Tarihin büyük cihangiri sayılıyor. Ondan daha büyük, hızlı fütuhatta bulunan Cengiz Han var ve halefleriyle de bu fetihler devam etmiş (Altın Orda hep küçülerek, parçalanarak devam etti). Bu nedenle artlarından bıraktıkları imparatorluklar itibariyle İskender’in tesirleri daha büyük. İskender’den evvel Yunanca Küçük Asya’da, Mısır’da, Orta Doğu’da sadece bilinen bir dildi. Kendisinden sonra ise Hellen kültürü ve Yunanca enternasyonal bir vasfa ulaştı.
ARDINDA KENDİ İSMİYLE ANILAN ŞEHİRLER BIRAKTI
Roma’nın Yunan asıllı büyük yazarı Plutarkhos “Paralel Hayatlar”da Caesar ile İskender’i mukayese ederek ikisinin biyografisini yazmıştır. Aralarında fark var. Caesar Küçük Asya’da Pontus bölgesinde ve Mısır’ın fethinde rol oynadı ve onunla Roma İmparatorluğu gerçek bir devlet hâline dönüştü. İkisi de ana ülkelerine Şark’tan birtakım kültürel unsurları, ilmi bilgiyi hatta devlet yönetimi ve maliyedeki esasları aldılar. İskender’in hayatı şüphesiz ki çok kısa sürmüştür. 33. yaşı içerisinde aşağı yukarı 10 senede 20’yi aşkın seferle Küçük Asya’ya geçti. Termessos (Antalya’daki) gibi dağ şehri hariç aşağı yukarı alamadığı bir yer yoktur ve İran, Orta Asya ve Kuzey Hind’e girdi.
Charles Le Brun tarafından 1665 tarihinde resmedilen “İskender’in Babil’e Girişi” adlı yağlıboya tablo.
Darius’u üç savaşta yendi. Bunun sonuncusundan sonra kendisinin çok iddialı olduğu Şark şehirleri ve medeniyetine olan saygı duygusuna zıt bir iş yaptı. Persepolis’i, yani taht şehri (Taht-ı Şemşit) olan ana şehri yağmaladı ve yaktı. İran medeniyeti Hellenlerin sahasına çok daha evvelden kendisi fatih olarak girmiştir. Bugün İonya bölgesinde, Bandırma civarındaki Daskyleion kazıları Küçük Asya’daki İran satraplığının zenginliğini ve kültürünü gösteren bir örnektir.
İskender ardında kendi ismiyle anılan şehirler bıraktı. Bunlardan bir tanesi deprem felaketine uğrayan, Türkiye’nin büyük merkezlerinden biri İskenderun’dur. İkincisi Mısır’ın parlak merkezi Akdeniz kıyısındaki Aleksandria’dır (İskenderiye). Türkiye’deki harabelerden Çanakkale’deki Aleksandria Troas da onun kurduğu bir şehirdir.
Ardından yakın silah arkadaşları
455’te bildiğimiz İtalya’daki Roma İtalya Yarımadası’nı basan Vandallar tarafından istila edildi ve şehir tahrip edildi, yağmalandı. Beşeriyet tarihinin en iğrenç olaylarından biridir: Barbarların medeniyeti tahrip etmesidir. Vandalların şefi Genserik yağma ettikleri şehri tam anlamıyla tarihe gömmüşler demek doğrudur. Çünkü 395’te İmparator Theodosius Büyük Roma İmparatorluğu’nu çocukları arasında Batı’da Honorius ve Doğu’da Arcadius olmak üzere taksim etmişti. Doğu Roma, yani başkenti Konstantinopolis olan bölge Küçük Asya’da ekseriyetle Yunanca konuşulan ama bunun yanında sayısız dillerin konuşulup yazıldığı, kültürlerin kaynaştığı bir bölgeydi. İkinci Roma yüzyıllarca satvetiyle hayatını sürdürdü. Ta ki ikinci bir barbar istilası IV. Haçlı Seferi’nin yağmacıları 1204’te baş şehir Konstantinopolis’i yağma edip burada Latin Krallığı’nı 50 yıl için kurana kadar; Roma asıl bu tarihte sona erecektir.
Karl Bryullov tarafından 1833-1836 tarihleri arasında resmedilen Roma’nın 455’teki istilasını gösteren yağlıboya tablo.
İNSANLIĞIN 1000 YILLIK ENTERNASYONAL DİLİ
5. asırdan sonra İtalya’da klasik Latin kültürü yavaş yavaş eridi. Latince yeni gelenlerin diline doğru değişti. Bu dillere İtalyanca gibi Roman ve Fransızca gibi Latin dilleri diyorsak da cümle yapısı (sentaks) ve kelimelerin çekiminde (morfoloji yönünden) temel farklılar vardır. İnsanlığın 1000 yıl kadar enternasyonal dili olan Latince Avrupa’da konuşulan kaba Latinceye, Latina Vulgata’ya dönüştü. Klasik Yunanca da zaten ayrı bir döneme girmişti ve klasik Yunan metinlerini ve felsefeyi Doğu Roma, Justinianus devrinde reddettiği için Süryaniler ve Araplar Arapçaya çevirdiler. O yolla da Eski Yunan onların sayesinde tekrar Avrupa’ya dönüş yaptı. Bu dönemin medeni eserlerini Avrupa’ya kazandıranlar daha çok Endülüslülerdir. Özellikle hem Latinceyi, hem Yunancayı, hem de Arapçayı bilen Yahudi mütercimlerdir. Justinianus Latinceyi seven bir Makedonyalıydı. Kodifikasyonu Bizans’ta esas itibariyle Latince yaptı. Hazırlattığı ünlü teorik hukuk eseri “Corpus Iuris Civilis” Latincedir. Nitekim Beyrut ve İstanbul hukuk mektepleri hukuk eğitiminin ilk defa ciddi olarak kurulması olayıdır.
Roma bugün her yerde muhteşem kalıntılarıyla yaşıyor. Mısır’da Kuzey Afrika’da, İspanya’nın dışında taşra tipi kalıntılara da Almanya’da, İngiltere ve Avusturya’da rastlanıyor ama asıl Roma medeniyetinin kalıntıları İtalya ve daha da ziyade Küçük Asya’dadır. Türkiye, Roma kültürünün parlak kalıntılarını taşır. Roma’nın hukuku, modern insanlığın ortak hukuk anlayışına temel olmuştur. Romalı hukukçunun fikir yürütüşüyle İslam hukukçusu da çok yerde büyük benzerlik gösterir. Medeniyetlerin birbirini naksedeni yoktur. Sağlam olanlar hem tarihe, geçen zamana dayanır hem de birbirleriyle kaynaşırlar. 455 istilası gibi Roma’yı yıkan bir istila Küçük Asya’da ancak 1204’te oldu. Şehrin o dönemde geçirdiği haçlı yağması ve faciası bugün bile telafi edilmiş değil.
BARBARLAR AVRUPA’YI NASIL DEĞİŞTİRDİ
JOHN
SAYIN Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki Bey, sahilleri belirli bir kullanım şekline bağlayacak çok önemli ve kapsamlı proje hazırladıklarını açıkladı. Şu anda özellikle turistik sahillerimizin çok kapsamlı bir araştırması sürüyormuş. İlk elde Göcek ele alınıyor. Bu yer üzerinde duralım. “Sahillerimizde de 50 metreden daha yakın plajların kaçak olanlarını tamamen yıkacağız” diyor. Bunun üzerinde de duralım. Verilen süre çok kısa.
Sahillerin kamuya ait olduğu zaten kanun gereğidir. Bu ülkede çoktan tapusu, belgesi, sicili kayıtlı bu hukuk ihlal eden binaların, şık otellerin sayısı belirsiz. Göcek’ten işe başlanması reklam değeri çok yüksek bir girişimdir. Çünkü Göcek’te teknesini bağlayan veya kıyıda evi olan insanların en başta kendi grubuna giren münasebetsizlerden rahatsız oldukları açıktır. Girişim, Türkiye toplumunda herkesin uğraşmaya cesaret edemeyeceği insanların arasındaki problemi devletin çözmesidir. Sağda solda kıyılara ev yapan, peyzajı bozan Marmaris’te belirtiğimiz gibi bir otel sahibi hanımın sahil kıyılarına diktiği kaçak yapıların sayısı hayli yüksek. Bodrum’da ve diğer sahillerde kıyılar edepsizce istila edilmiş.
DÖRT KİŞİLİK BİR AİLENİN GÜNEŞLENECEĞİ YER YOK
İşin ilginci Türk halkının bütün sıkıntılara rağmen kazanç seviyesi 1950 ve 1960’lardaki gibi değil. Öncelikli ihtiyaçları yer değiştirmiş vaziyette.
VAROŞ ve kasaba çılgınları, doktorları, hemşireleri ve sağlık çalışanlarını sopalı saldırı ve hatta silah zoruyla sindirdikten sonra öğretmenlere ve eğitim çalışanlarına da yöneldiler. Maalesef memleketimizde kasabalar 16. - 18. yüzyıldaki ananevi konumlarını, geleneklerini ve üretkenliklerini kaybetmişlerdir. Evliya Çelebi’nin ünlü seyahatnamesinde Anadolu ve Rumeli’deki birçok kasaba için verdiği teferruatlı tasvirler, çarşı pazardaki esnafın ürettikleri, ahalinin usul ve erkâna nasıl sahip oldukları, evlenme ananelerine kadar uzanan tasvirleri ve geleneği nasıl korudukları malûmdur. Zamanın rüzgârları 20. - 21. yüzyıl kavşağında bu âdetlerin çoğunu süpürmediyse de daha tatsız bir duruma dönüştürdü. Günün şartları olumlu olumsuz etkileriyle kendine göre bir silsile ortaya çıkardı.
İstanbul Eyüpsultan’da, okul müdürü İbrahim Oktugan, odasında, liseden atılan 17 yaşındaki Irak uyruklu Y.K. tarafından silahla 5 el ateş edilerek öldürüldü.
TÜRK HALKI EĞİTİMCİSİNE ÇOK SAYGI GÖSTERİRDİ
Cumhuriyet’in ilk döneminde kasaba çocukları vilayet merkezindeki lisede okurlardı. Hayatlarını düzene koyacak yatılı eğitimden geçerlerdi. Öğretmenlerimiz Mustafa Necati ekolünün yarattığı ayrı bir kuşaktı. Biz onlardan her şeyi öğrendik; Türkçeyi, güzel yazıyı, hatta güzel bir üslubla yakın tarihi ve Osmanlı tarihini. Edebiyat hocalarımız pekâlâ divan edebiyatına kadar gereken çeşniye verirlerdi. Sağcı veya solcu olmaları mühim değildi. Bu memleketin insanlarıydılar ve Türk öğretmeni seçkin bir simaydı. Türk halkı da eğitimcisine, öğretmenine çok saygı gösterirdi.
İlk yırtılma fanatiklerin kışkırtmasıyla oldu; öğretmen ile halk arasında bir gerilim doğdu. Hekim ve hemşirelere yapılan saldırı ise sadece kasaba delilerinin tepesinin atmasıyla izah edilemeyecek biçimde örgütlü bir karaktere dönüştü. Sağlık politikalarının kötülüğü dolayısıyla hekimsiz ve sağlık personelsiz kalmaya mahkûm Almanya, Avusturya, Hollanda gibi ülkeler açıklarını kapatmak için bizimkileri avlamak yolunu seçtiler. Bunun en önemli yolu düşük maaşlar değil, ön planda artan okul fiyatları ve hekiminden hemşiresine karşı gereken terbiyeyi ve saygıyı gösteremeyen kasaba halkıdır. Bunları kışkırtıyorlar da.
Şimdi öğretmenlere yönelik saldırılarda bu grup kadar bir de memleketimizin âdetlerini benimsememekte ısrarlı olan Suriyelilerin ve bazı Iraklıların da payı var. Özel okulların yapısı ise hat safhadadır. Zira özel okullar çocukluğum ve gençliğimdeki gibi Ayşe Abla (Neriman Hızır), Büyükelçimiz Çoşkun Kırca’nın babası merhum Mehmet Ali Haşmet Kırca’nın kurduğu okullardaki (Yeni Kolej) otorite ve veliler ile talebeleri saygıya alıştıran yerler olmaktan çok uzaktır ve “Müşteri velinimetimiz” lafının dozunu çarşıdaki esnaftan daha fazla kaçırıyorlar. Özel okul öğretmenleri velilerin devamlı tacizi ve cahilane müdahalelerini dinlemek zorunda kalıyor. Müdürler ise “müşteri her daim haklıdır” düsturuyla hareket ediyor. Çoluk çocuk takımı da bu havayı hissettiği için edepsizliğe ve şımarıklığa sürükleniyor.
Bizim millet eğitimde demokrasiyi şamata ve küstahlık olarak anlar.
VENEDİK’teyiz. Mayıs ayının ilk onunda. Yağmur, alışılmamış bir olay değil. Yeni olan yağmurdan sonra Venedik’in muayyen sokaklarını ve başta San Marco Meydanı’nı suyun basması; anında plastik torbaları yetiştiriyorlar, suni çizmelerle geziyorsunuz. Elgiz Müzesi Venedik Bienali’ne bir ziyaret tertipledi müze dostlarıyla birlikte. Ama daha ilginci Demet Sabancı Çetindoğan’ın başkanlığını yürüttüğü T-One derneği, Elgiz Müzesi kurucusu Sevda Elgiz organizasyonunda, Venedik Belediyesi ve Pesce di Pace vakfı başkanı Nadia de Lazzari, Veneto bölgesi Türkiye fahri konsolosu Filippo Olivetti’nin işbirliğinde bir de konferans tertiplendi. Filippo Olivetti ve eşi Türklerin yoğun olarak bulunduğu Veneto bölgesinde Türkiye’yi çok iyi temsil ediyorlar ve yurttaşların işleriyle yoğunlukla ilgileniyor. Bir fahri konsolosun yapacağından daha fazlasını yerine getiriyorlar. Bunun dışında hiç şüphesiz ki Türk Hava Yolları’nın büyük desteği oldu. Milano Başkonsolosu Mehmet Özöktem’in de desteğini belirteyim. Konferansta Venedik Türkiye ilişkileri ele alındı. Asıl önemlisiyse Marco Polo’nun 700. ölüm yıldönümü.
SEYAHATNAMELER İÇİNDE EN ÇOK TARTIŞILANI ONUNKİ
Marco Polo, dünya tarihinin ilginç bir seyyahıdır. Seyahatname yazmak Mısırlı hekim Şinoe’den beri bir adet, yani milattan önce 13. asırdan beri kaleme alınan seyahatnameler var. Onların içinde Marco Polo’nunki en çok tartışılanı. Yüz elliye yakın kopya var. Bunlar matbaadan evvel yazılmış el yazmalarıdır. Marco Polo seyahatnamesinde birbirini tutmaz kelimeler var. Bazı olaylar yazılmamış. Mesela Çin Seddi’nden niye bahsetmiyor diyorlar. E oradan geçmedi çok açık. Ama buna karşılık banknottan (Çin ve Moğol banknotu ilginç bir gelişmedir ve ortaçağların harikasıdır), silahlardan, kağıttan bahsetmektedir. On üçüncü asırdan beri var olan bu seyahatname bazı atlaslara da -Barselona Atlası, Katalan Atlası gibi- yardımcı da olmuştur. Yalnız şu konunun üzerinde duralım. Kendisinden evvel gezenler vardır. Asya’dan bahsedenler vardır.
Mesela, Benjamin Tudela bir Yahudi seyyah olarak Bizans İmparatorluğu ve Türklerin bulunduğu bölgelerden geçti ve çok önemli bilgiler verdi, yorumlar yaptı. Kendisinden sonra Asya’yı gezenlerin içinde de en başta İspanya elçisi yani Katalunyalı Clavijo ve Bertrandon de la Broquiere (15. asır başı), Hans Schildberger (yine 15. asır başı) gibi seyyahlar var. İbn-i Battuta’yı hepimiz tanıyoruz. Türklerin bulunduğu Volga boyu ülkelere ilk giden İbn-i Fadlan’dır. Bu önemli eseri, muhteva ve analizini dünyaya Zeki Velidi Togan tanıttı.
Şunların üzerinde durmamız gerekir. Bazı konularda Marco Polo eğlenceli bir üslup hatta abartıya gidiyor. Eski seyahatnamelerde vazgeçilmez bir unsur. Ama bazı şeylerde de iyi bilgiler veriyor. Çin, Hindiçini, Endonezya ve Seylon Adası gibi olaylar üzerinde. Her halükârda Latinceyi dahi bilmeyen o çağlar için fazla münevver sayılmayacak biri ama iyi bir denizci ve babası gibi tüccar. Dünyadan ticaret kaybolsa, bizim Ömer Lütfü Barkan Hoca’nın dediği gibi, Venedikliler onu yeniden keşfederdi. Bu çok önemli bir unsur. Dolayısıyla Anadolu’da Trabzon ve İstanbul’dan başka bir yeri pek zikretmeyen, ki İstanbul da Haçlılar istilasından geçtiği için Ayasofya ve birkaç manastırın dışında çok aciz bir merkezdi, Anadolu üstündeki kervansaraylardan ve başka şehirlerden söz edemeyen bir yapısı vardır. İran’ı, Kubilay Han prenseslerinden birini İlhanlı Hanları olan kuzene götürdükleri, refakat ettikleri için tesadüfen gördü. Moğol İmparatorunun Çin’de olduğu (Kubilay Han zamanı) ve İran’da İlhanlılar hüküm sürdüğü önemli bir periyoda baktı. Bu nedenle kendisi daha evvelden bu bölgelere giden Plano di Carpini gibi rahiplerden bu yana tamamıyla gözlemci olarak bakan, kilise adamı olmayan biri. Bu bilgilerin çok yararlı olduğu bir gerçek. Ama bütün Orta Çağ yazıtları gibi ihtiyatla değerlendirilmesi gerekiyor. İkinci bir nokta üzerinde durmalıyız, bu bilgiler bizim için orijinal fakat her zaman için yan bilgilerle birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Unutmayalım, orta zaman tarihinin modern zamanlara geçişinde en önemli bir dönem. Türkiye’de bu gibi araştırmalara da bakılması gerekiyor ve bizim kendimiz bu kanala girmeliyiz.
Diğer çok önemli bir husus İstanbul tarihidir.