Paylaş
BÜTÜN Rönesans devri mimarları içinde Mimar Sinan’ın yapılarında, zarafetten ve mühendislik başarısından önce şehirciliği göze çarpar. Onun kadar çevreye uyum sağlayan ve aynı zamanda çevreyi şekillendiren bir mimar bulmak zordur. Edirne’deki Selimiye Camii bunun en güzel örneklerinden biridir. Avrupa seferleri yolunda hem orduyu hem gelip geçenleri, sefaret heyetlerini ve kervanları ihtişamıyla karşılayıp uğurlayan bir yapı olarak düşünülmelidir.
STATİK DENGEYİ KORUYAN BİR USTAYDI
20. yüzyılın ünlü mimarlarından Frank Lloyd Wright’ın, megaloman bir söylem gibi görünen şu sözlerinde bazı hakikatler yatar: “Yeryüzüne iki mimar gelmiştir. Biri Osmanlı mimarı Sinan, diğeri ise ben. Onu çıkarırsak mimarlıkta çok şey değişir. Mimarlıkta çığır açan yalnızca Mimar Sinan ve benden başka doğru dürüst bir mimar yetişmedi.” Wright’ı bu görüşe sevk eden, gökdelenleriyle 20. yüzyıla damga vuran, geniş kitleleri hayran bırakan, teknolojik üstünlük ve mühendisliği ciddi ölçüde barındıran bir mimarlık anlayışıdır. Sinan’ın ardındaki miras ise oldukça ilginçtir.
Kubbe fikrini yeryüzüne Romalılar getirmiştir. Ancak Roma’daki Pantheon’un geniş çaplı kubbesi, kemer ve sütunlara dayanan bir yapıdan ziyade, kitlesel bir desteğe, yani silindirik bir temele yaslanır. Aradan 9.5 asır geçti. İnsanlık, Ayasofya gibi bir yapıyı ne mühendislik ne de estetik açıdan aşmayı başarabildi. Doğu ve Batı medeniyetleri yüzyıllarca Ayasofya’ya hayranlıkla baktı. Nihayet Floransa’da Filippo Brunelleschi, büyük bir mühendis, usta bir yönetici ve yetenekli işçileriyle, Floransa’daki Duomo’yu (Basilica di Santa Maria del Fiore) inşa ederek insanlığın Ayasofya karşısındaki acziyetini telafi etti. Ancak estetik anlamda insanlık gerçekten de Mimar Sinan’ı beklemek zorundaydı.
Sinan, malzemeyi son derece tasarruflu, temiz ve sağlam kullanan, mühendisliğiyle Ayasofya’nın dahi statik dengesini koruyan bir ustaydı. Onun eserlerinde, silüetindeki saflık ve ihtişam, çevresiyle uyumu ve aynı zamanda ona yön verme gücü, gelecek yüzyıllara dahi etki edecek bir mimari anlayışın temel taşlarını oluşturdu.
Sinan’ın zirve eseri Süleymaniye’ydi. Ardından, Muhteşem Süleyman’ın oğlu Sultan II. Selim, ona Selimiye’yi yaptırdı. Edirne, Avrupa’ya yürüyen Osmanlı ordularının sevk ve komuta merkeziydi. Aynı zamanda tüccarların, kervanların ve bütün Rumeli’nin İstanbul’dan önceki toplanma noktasıydı. Peki, Sultan II. Selim, payitahtı Edirne’ye mi taşımayı düşünüyordu? Selimiye, her zaman İstanbul’un şaşaalı karşılayıcısı oldu.
1878’de Rus orduları Edirne’ye girdi. Plevne’nin şanlı savunmasının ardından karanlık bir dönem başladı. Mütareke süresince Edirne, Ayastefanos’tan Berlin Antlaşması’na kadar Rusların elinde kaldı. Birkaç ay içinde, Sinan’ın çok sevdiği İznik çinisi panoların hatırı sayılır bir kısmı Rusya’ya taşındı.
1912’de, Balkan Savaşlarının kasvetli günlerinde, bu kez Bulgar ordusu şehre girdi. İkinci Balkan Savaşı’nın sonunda, Osmanlı’nın gerçekleştirdiği istirdat (yeniden fetih) ile Edirne tekrar vatana katıldı. Bu şehir, Türk yurdunun gerçek sınır kalesidir.
20. yüzyılın ünlü mimarı Wright’ı bile büyüleyen bir eserdir Selimiye. İçerisinde fısıldasanız duyulur. Oysa bugünün Türkiye’sinde, opera binalarında ve tiyatrolarda bile hâlâ akustik problemi çözülememiştir. Bu, mimari açısından bir hüzün vakasıdır. Oysa Koca Süleyman’ın ve Selimiye’nin yansıttığı ihtişam, beş asırdır dimdik ayaktadır. Bugün de Selimiye’nin 450. yılı kutlanıyor.
BAZI SORULAR HÂLÂ YANITLANAMADI
Mimari açıdan hâlâ çözülemeyen birçok muamma var. Teknolojik harikalar, neden estetik açıdan bir zorlama ya da gölgeleme yaratmadı? Neden çinilerin mavisi hâlâ canlı? Bu soruların yanıtları hâlâ tam olarak bulunabilmiş değil. Osmanlı mimarisi nedir? Kökleri hakkında kesin bir şey söylemek güç. Ancak şu bir gerçektir ki Osmanlı mimarisi, Mimar Sinan ile temsil edilir ve ondan kalan miras, hâlâ her şeyde hissedilir.
Ortadoğu’da, Mısır’da, Balkanlardaki yapılar ve kalıntılar, bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun burada olduğunu sedasıyla ve siluetiyle gösterir.
PUTİN, NAPOLÉON VE MACRON
ÜÇ yıldır süren savaş, Putin ve Rusya açısından kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıktı. Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarında hiç kimse, Küçük Rusya olarak anılan Ukrayna’nın ve Kiev’in Moskova’ya bu kadar yaklaşarak bir NATO müttefiki olmasını kabul edemezdi. Bu uzun savaşın her iki Slav grubu için de ağır bir bedeli olduğu artık açık. Kardeşler savaşı, son 300 yılda zaman zaman alevlenen, zaman zaman yatışan bir birliktelikle devam eden uzun bir hikâyedir. Ukraynalılar ve Ruslar ne kadar birlik içinde, ne kadar ayrı? Tarihçiler, edebiyatçılar ve sanatçılar arasında bile süren bu tartışma, politikada da aynı şekilde devam etti. Ancak bu savaş artık iki tarafı kesin olarak böldü.
Stratejik bir yasa âdeta kendiliğinden işledi: Amerika ve Rusya, tarih boyunca bazen karşıt, bazen de müttefik olmak zorunda kalmıştır. Putin, bu zor zamanlarında tarihsel örnekleri gündeme getirerek avantaj sağlamaya çalıştı. “Bu Avrupalılar Rusya’yı kolay lokma sanıyorlar. Napoléon’a sorsunlar” demeye getirdi. Oysa gerçekte, Rusya’yı fethedenler Batılılar değil, doğudan gelenlerdi. Ancak onların bile Rusya’da ulaşamadıkları bölgeler vardı: Ormanlar.
1220’lerde Altın Orda Devleti, Rusya’yı ilhak ettiğinde bazı bölgelerin idaresini kendisiyle işbirliği yapan yerel güçlere bıraktı. Moskova, Altın Orda adına kahyalık yaptı. Uzaklardaki Novgorod ise Moğol-Tatar yönetiminden pek şikâyetçi değildi; Batılı tüccar devletlerle ilişkisini sürdürüyordu. Altın Orda’nın çoğunluğu Kıpçak Türklerinden oluşuyordu ve ovaları, nehirleri seviyorlardı. Ancak Rusya’nın derin ormanlık bölgeleri daima çekinilen yerler oldu. Güneyden kaçan şehirler, kuzeyde yeniden kuruldu.
ÖZGÜRLÜK GETİRECEKTİ
1812’de Napoléon’un Rusya Seferi, onun mareşallerinin alışılmış başarılarıyla başladı. Ancak yaşlı mareşal Kutuzov, genç mareşallerinin aksine bambaşka bir strateji izledi. İskitler yine sahnedeydi. Ruslar, iç kesimlere çekildiler ve geride bıraktıkları her şeyi yakıp yıktılar. Amaç, gelen Fransız ordusunu açlık ve sefalet içinde bırakmaktı.
Napoléon, büyük ideallerle yola çıkmıştı. Polonya’yı ve Avrupa’nın doğusunu geri kalmışlıktan kurtaracak, insanlara özgürlük getirecekti. Nutkun ardındaki hedefler ve planlar ayrıca tartışılmaya değer. Grande Armée (Büyük Ordu) ile sefere çıktı. Ancak ordusunun onda dokuzu bu seferin sonunda yok oldu. Borodino Muharebesi’ni kazanmıştı, ancak başka büyük bir meydan muharebesi yaşanmadı. Onu mağlup eden, kışın sert soğuğu, açlık ve Rusya’nın kendine has çete savaşları oldu.
Paris’e kadar ilerleyen Rus ordularının önüne, Urallardan gelen Nogaybet adlı Hıristiyanlaşmış bir Nogay Türk kabilesi yerleştirildi. O dönemde nüfusları yaklaşık 10.000 kadardı. Onları, âdeta Orta Çağ’dan kalma kılıç-kalkan kıyafetleriyle, düzenli ordunun önünde yürütüp Parislileri dehşete düşürdüler.
Böyle eski anıları yeniden hatırlamak güzel. Macron, tıpkı diğer Fransızlar ve dünya çapındaki entelektüeller gibi Napoléon’a hayran. Onun büyük bir lider olduğuna şüphe yok. Ancak Napoléon’un karşısındakiler de küçük adamlar değildi. 1812’den sonra Rusya, Fransız etkisinden bir parça daha kurtulmaya çalıştı. Ancak ne kadar başarılı olduğu tartışılır.
‘UKRAYNA’NIN DOĞUSUNU VERİN’
Avrupa, ikinci büyük çılgınlığını Hitler’in Barbarossa Harekâtı ile yaptı. Rusya’ya girdi, sonuçlar ortada. Tarih bilmiyorlardı.
Osmanlılar bile bu gerçeği çok önceden anlamıştı. IV. Mehmed döneminde Osmanlı orduları kuzeye doğru yürüdü ve yürüdü... Çehrin (Czehryn) sahrasında bulunan bir kaleyi fethetti. Ancak tüm bunlar beyhude çabalardı. Step denizinin ortasında tek başına kalıyordunuz. Ne savaşacak bir düşman, ne de yönetip vergi alabileceğiniz verimli bir ülke vardı. Rusya’yı fethetmek belki mümkündü, ancak idare etmek fethetmekten çok daha zordu. Bunu anlayan Osmanlı fatihleri, sahayı sessiz sedasız terk etti. Belki de bu kadarı yeterliydi.
Batılıların da yapması gereken budur. Ukrayna’nın da kabul etmesi gereken budur. Ancak bu gerçeği dile getirmek, kaba üslubuyla Trump’a düştü. Aslında bu onun kendi dahiyane fikri değildi. Henry Kissinger, ölmeden önce son tavsiyesini vermişti: “Ukrayna’nın doğusunu verin.” Sonuç olarak, isteseler de istemeseler de gelinen nokta budur.
Bu uzun sürecin sonunda Rusya’nın elinde kalan yine Kırım oldu. Yapılması gereken, orada yaşayan kültürel azınlıkların haklarını suhuletle ve ustalıkla koruyabilmek.
Paylaş