KÜÇÜKKEN en sevdiğim roman kahramanı, ‘Pollyanna’ydı. Büyüdükçe, bu tarzın daha felsefi olanlarına merak sardım, bu kez gözde kitabım, Voltaire’in ‘Candid’i oldu. Candid, ‘Safoğlan’ adıyla da çevrilmişti dilimize…
Aslında siyaset üzerine yazacaktım, nereden geldi bu edebi konular aklıma bilmem. Aslında, siyasete ilginin artmasının beni ne kadar çok sevindirdiğini anlatacaktım. Bazen coşup, kendimi bir duygu seline kaptırıp gidiyorum işte…
Dönelim konumuza: Maşallah, devlet memurlarından ne kadar çok siyaset meraklısı varmış! Doğruysa, 500’ün üzerinde memur istifa edip, milletvekili aday adayı olmuş.
Vekil olmaya soyunanlar arasında öğretmenler, öğretim görevlileri, danışmanlar, çeşitli bakanlıklarda çeşitli unvanlarda görev yapan memurlar sıra sıra... Çoğu da Ak Partisi’nden aday olmak için istifa etmiş.
Aslına bakarsanız, insanların meclise gidip, üst düzeyde halkına hizmet vermek istemesi çok güzel. Yoksa hem vekilken, hem 4 yıl sonra emekli olup ölünceye kadar dolgun bir maaş almak, villada-lojmanda bedava oturmak, kısmetse bakan falan olmak… Bunları düşünerek kimse vekil olmak gibi bir sorumluluğun altına girmez.
Çünkü siyaset gerçekten zor iş. Allah onlara güç kuvvet, sabır versin. Ama eskiden daha netameli imiş siyasetle uğraşmak. Osmanlı’da siyaset ‘idam-ölüm’ kelimesi ile eş anlamlıymış. Tanzimat’a kadar 182 Vezir-i Azamdan 43’ü, ‘siyaseten’ katledilmiş mesela. Bak şu işe: Devletin en üst kademelerine kadar gelmişsin, ama hayatın padişahın iki dudağının arasında!
Neyse ki günümüzde böyle acı hadiseler yaşanmıyor. Kimsenin hayatı, padişahın keyfine bağlı değil. Zaten ortada padişah da yok. Günümüzde bir bakan, kanunlara göre suç işlemişse, hemen hakkında araştırma-soruşturma yapılıp, yargılanıyor ve modern hukukta cezası neyse veriliyor. Bu nedenle, siyasete yeni başlayacakların içi rahat olsun. İşlerine güçlerine baksınlar.
Oy bizden, hizmet sizden. Hadi hayırlısı…
YAŞAR Kemal, bu ülkenin, Çukurova’nın yetiştirdiği önemli yazarların başında gelir kuşkusuz. Genelde ressamlar için söylenen, değerlerinin öldüklerinden sonra anlaşıldığına dair bir söz vardır, ama ben buna inanmam. Olsa olsa, artık sanatçı yaşamadığı için ona eziyet edilemez, o kadar.
Elbette benim de aklıma Yaşar Kemal, önemli bir rahatsızlık geçirip hastaneye yattığı için geldi. Ama bu durum onun ne değerini, ne de önemini azaltır. Aslında, ‘İnce Memed’ gibi destansı bir romanı, Türk dilini oya gibi işleyerek meydana getiren yazarımız için biz ne yapabiliriz ki? İstesek de, istemesek de onun adı artık edebiyat tarihimize kazındı bile. Olsa olsa, Yaşar Kemal gibi isimler bize değer katar.
Bu düşüncelerle, Adana’da söz ve yetki sahibi olanlara, naçizane bir önerim var: Adını Yaşar Kemal’den alacak, ama Karacaoğlan, Dadaloğlu, Recep Bilginer, Demirtaş Ceyhun, Muzaffer İzgi, Orhan Kemal, Arif Keskiner, Yılmaz Köksal, Yılmaz Güney, Ali Özgentürk gibi bu toprağın sanatçılarını ve eserlerini de harmanlayıp, yeniden yaratan bir sanat ve edebiyat günleri düzenlense, fena mı olur?
Gelenekselleştirilecek bu etkinlik için, Adana’nın merkez ve tüm ilçe belediyelerinin katkı vereceğine inanıyorum. Zaten Çukurova Belediyesi’nin Yılmaz Güney’le ilgili bir etkinliği var. Başkanların farklı konularda farklı düşüncelerinin olması normal, ama bu konuda, asgari müşterekte birleşeceklerine inanıyorum. Çeşitli kuruluşların, derneklerin de katılımıyla yapılacak böyle bir çalışmanın başarılı olması halinde kültür ve sanatta İstanbul’un başkent olma unvanını elinden alacağımızı da düşünüyorum.
Bir sohbette kulak verdiğim Adana Büyükşehir Başkanı Hüseyin Sözlü’nün, Yılmaz Güney hakkında şaşırtıcı bir derinliğe sahip olduğuna tanıklık ettiğim sözleri, Yaşar Kemal’in yattığı hastaneye giderek eşiyle hasbihâl etmesi de aslında beni cesaretlendirdi.
Maksat, o güzel atlılar, o güzel atlara binip çekip gitmesinler…
HAYAT, Sakarya Garı'ndan geçen hızlandırılmış tren gibi gider, arkasından bakar kalırsın. Ama hayat kısa da olsa, bazı kişiler, bazı olaylar unutulmaz.
Tıpkı Adana’nın eski Valisi Hüseyin Avni Coş gibi. Vali Coş’u kim unutabilir ki? Hakikaten hemen her Adanalının belleğinde iz bırakmıştır sayın valimiz. Şimdi o, Sakarya’da hizmetlerini sürdürüyor, ama onunla ilgili her haberi, her Adanalı muhakkak ki, büyük ilgiyle takip ediyor.
Sayın valimizi bir kez daha gündeme getiren olay, bu kez Isparta-Eğirdir’den geldi. Vali Coş’un annesi Feride Coş, yaşadığı Eğirdir İlçesi'nde ağaçların sökülerek başka yere taşınmasına tepki gösterip, iş makinelerinin arasına daldı.
Sayın valimizin muhterem annesi, "İstanbul'da ağaçlar söküldü, Türkiye ayağa kaldırıldı. Şimdi bu ağaç katliamını kimse görmüyor. Çevre kirliliğinin önlenmesi için mücadele ediyoruz" dedi. Her ne kadar belediyeden yapılan açıklamada, "Orman Müdürlüğü'nün bilgisi dahilinde belediyemiz Park ve Bahçeler Müdürlüğü ekiplerince, Yeni Mahalle'deki yetişmiş ağaçlarımız itinayla yerlerinden alınarak rekreasyon alanımızda hazırlanan yeni yerlerine nakledilmiştir” dense de, umurumda değil.
Benim umurumda olan, yaşlı başlı bir kadının, doğa için, ağaçlar için kendini öne atması, en demokratik tepkisini ortaya koymasıdır. En güzeli de, bu yaşlı kadın tepkisini ortaya koyarken hiç kimse onu engellememiş, Bir fiske bile vurmak bir yana, haşa kötü bir lakırdı bile etmemiştir.
İşte benim beklediğim, özlediğim Türkiye manzarası budur. Teşekkürler sayın Feride Coş. Bu arada, sayın valimiz de annesiyle ne kadar övünse, yeridir...
ADANA'da Zeynep Öğretmen, mobbinge (iş yerindeki duygusal taciz, psikolojik şiddet, dışlama, aşağılama, rahatsız etme…) uğrayınca, öğretmenlikten istifa etti.
Şu da oldu bu ülkede: Bir politikacı, şiir okuduğu için 4 ay hapis yattı.
Bu üzücü olay gelip geçti neyse ki. Ama hiç unutulmayıp, sürekli hatırlanan/hatırlatılan bu olayın üzerinden bugüne kadar geçen 18 yılda, ülkemizde şunlar da oldu:
-İstanbul'da bir çocuk ekmek almaya giderken vurulup öldü.
-Soma'da 303 işçi kömür çıkarmaya çalışırken göçük altında kalıp öldü.
-Sadece 2013'te 1235 işçi, iş kazalarında öldü.
-1997'den 2009'a kadar 9 gazeteci öldürüldü.
-Yırcalı'da 6 bin zeytin ağacı kesildi, engellemeye çalışan köylüler dövüldü.
SANIRIM birkaç yıl önce başladı bu uygulama: Neymiş, il müdürleri, validen izin almadan basına açıklama yapmıyormuş!
Misal: Milli Eğitim Müdürüne, “Bu yıl kaç tane okul tane okul, kaç derslik yapıldı, kaç öğretmen ve öğrenci eğitim görüyor” diye bir soru soracaksınız. İl müdürü yanıtlamıyor sorunuzu, “Gidin valiye başvurun, izin verirse söylerim” diyor.
Allah Allah… Yahu sanırsınız 4 bilinmeyenli denklem soruyorsunuz milli eğitim müdürüne. Altı üstü kaç okul var diyorsunuz!
Bir yandan merkezi olanı yerelleştirmenin yararlarını say dök, bir yandan yerelin elindeki merkezde toplamaya çalış. Sonuçta olan yetkinin paylaşılmamasıdır. Yerelde veya ulusalda, hiçbir farkı yok. Maksat soru sorulmasının önüne mümkün olduğunca engel koy, yıldır, vazgeçilmesini sağla.
İl müdürüne mi güvenmiyorsun, yoksa halkın haber alma hakkını mı engellemeye çalışıyorsun. Kime güvenmiyorsun hem, il müdürüne mi? Basit bir soruya bile yanıt veremeyecekse o zaman neden il müdürü yaptın?
Düşünün, su ve kanalizasyondan sorumlu müdüre, “Bu yıl kaç metrelik su/kanalizasyon borusu döşediniz” diye soracaksın, sana “Git başkana sor ne kadar boru döşediğimizi” diyecek!
Tövbe tövbe…
SEVGİLİ okurlar, sivil toplum kuruluşu (STK) denen kavramın öznesi, bildiğiniz oda, sendika, vakıf, dernek gibi kuruluşlardır. Avrupa’da, Aydınlanma Çağı’nda düşünürlerin ortaya attıkları bu kavram, bizde 1980’li yıllarda kullanılmaya başlandı ve biliyorsunuz artık dilimize pelesenk oldu.
Sivil toplum kuruluşları günümüzde, sivillerin (Vatandaşın) gönüllü olarak bir araya geldiği, dostluk ve dayanışma içinde belirli amaç ve hedefe yönelik çalışmalar yapan örgütlerdir. Sivil toplumu aslında ve/veya sadece, askeri (militer) olanın karşısında konumlanan bir örgütlenme modeli olarak düşünmemek gerekir. STK, devletten, iktidardan ‘bağımsız’dır, hatta daha ileri giderek devleti dönüştürecek, iktidarı yönlendirecek, değişime uğramasını sağlayacak güçtür.
Bu yüzden de, hiçbir zaman devlette, iktidarla göbek bağı olmaz. Zaten gelir kaynağı, tamamen gönüllülük esasına dayanan üyelerinden aldığı aidatlar ve kendisini destekleyen sivillerin yaptığı bağışlardır. Amaçlarına, hedeflerine ulaşmak için yaptığı çalışmalarda kimseden, hele hele iktidardan asla talimat almaz, önce toplumun, sonra üyelerinin çıkarı için çalışır, mücadele eder.
Çevremizdeki hayvanları koruma derneğinden, tüketici derneklerine, işadamı derneklerinden işçi sendikalarına kadar pek çok örgüt, kategorik olarak ve tabii en azından ‘kendilerine göre’ sivil toplum kuruluşu arasında sayılır. Ama sadece kendilerini ve üyesi oldukları kuruluşun çıkarlarını değil, toplumun çıkarlarını düşündükleri, makam, koltuk, paye peşinde koşmadıkları, devletle, iktidarla çıkar temelinde göbek bağları olmadıkları sürece.
Buraya kadar, gerçek anlamıyla ‘sivil olan bir toplum kuruluşu’ (STK) adı vermedim biliyorsunuz. Ama çok ısrar ederseniz benim aklıma hemen Greenpeace ile hayvan hakları savunucusu Panter Emel (!) geliyor. Ya sizin aklınıza hangi STK geliyor?
...
ÇUKUROVA Genç İşadamları Derneği (Çukurova GİAD) Başkanı Ömer Faruk Sakarya, Adana Büyükşehir Belediyesi’nin Seyhan Nehri üzerinde yaptıracağı 2 köprüden birinin ‘Sonsuzluk’ temasıyla inşa edilip, “Atatürk” adının verilmesini önerdiğinde, çok şaşırdım.
Şaşırmamın nedeni, köprü için önerilen isim değil, köprünün “Sonsuzluk” temasıyla yapılması fikri… Kusura bakmayın da, biz alışkın değiliz öyle temalı memalı köprüye. Bağlarsın demiri, dökersin betonu, olur sana köprü. Bugüne kadar öyle gördük. Kent estetiğiymiş, kent dokusuymuş, siluetmiş bilmeyiz biz.
Şaka bir yana sevgili okurlar, Çukurova GİAD’ın bu önerisi çok hoşuma gitti. Özellikle de, ‘Tema’ konusu. Yapılarda estetik bir anlayış talebinin bir tezahürü olarak gördüğüm bu öneriyi sonuna kadar destekliyorum ve hem kamu kurumlarının, hem de belediye ve müteahhitlerin yapılarda ‘estetik’, ‘tema’ gibi kaygılar da taşımasını temenni ediyorum.
Çünkü bir kenti diğerinden farklı kılan, sadece mutfağı ya da doğal güzellikleri değildir. Mimarideki özgünlükleri de, bir kenti diğerinden farklı kılar. İnsanların kentimizi sadece kebabıyla değil, estetik güzelliğiyle de anmasını çok arzu ediyorum. Bir kenti marka yapan, bu estetik düşüncedir çünkü. Sadece yapılarıyla da değil, kokusuyla bile bir kenti marka yapabilirsiniz aslında. Alın size Portakal Çiçeği Karnavalı. Aslında fikir çok basit, fakat yüklenen anlam ve organizasyonla, kentin tanıtılmasına ve sevilmesine epey bir katkı yapacağından eminim.
Bu yolda çalışan, çaba gösteren, üreten insanları selamlıyorum. Güzellikle kalın…
Kim evlatlık ister?
Zalimi şikâyet hakkı
ELEKTRİK Mühendisleri Odası Adana Şube Başkanı Mehmet Mak’ın, elektrik kesintileriyle ilgili geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamanın bir yerinde, “Dilekçe vermek için bile kapı kapı dolaştık, muhatap bulmakta güçlük çekiyoruz. Biz EMO olarak bir dilekçe için bu kadar uğraşıyorsak, vatandaşımızın hali daha da vahimdir” demesi gerçekten düşündürücü.
Dünyada ilk kez, 1791 Fransa Anayasası ile yazılı hale gelen dilekçe verme hakkı yazılı/yasal olarak bize, aradan 85 yıl geçtikten sonra 1876 yılında kabul edilen ‘Kanuni Esasi’ ile verilmiş sevgili okurlar. Bu tarihten önce de beylerin, padişahların kurduğu divanlarda halkın şikâyetlerinin dinlendiği bilinir.
İslami açıdan ise durum şöyle: İslam bilginleri halkın doğrudan yöneticiye ulaşarak dilek ve şikâyetlerini arz etmesinin zalimler açısından çok caydırıcı etkilerinin olacağı düşüncesi ile belirli zamanlarda yöneticilerin bu başvuruları dinlenmesini tavsiye etmişler. Yöneticiler de bu önerileri dikkate alarak mağdurları ve şikâyetçileri dinlemek için divan adı verilen özel toplantılar düzenlemişler.
Dilekçe deyip geçmeyelim sevgili okurlar. Dilekçe, hem demokrasinin temel araçlarından biridir, hem de devlet organlarının eylem ve işlemlerinin yerindeliğini saptamaya yaraması açısından bir kılavuz görevi görür. Yani devletin karşısında tek başına zayıf/güçsüz olan vatandaşın, bireysel olarak sesini duyurabilme yöntemlerinin en başında gelir.
Eğer bir ülkede halk, dilek ve şikâyetlerini en demokratik ve barışçıl yol alan dilekçe ile bile dile getirmekte zorlanıyorsa, o ülke zalimlere teslim olmuş demektir sevgili okurlar.