Son durumu Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı Başkanı ve Enfeksiyon Hastalıkları Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan ile konuştum. Mehmet Hoca’ya önce “Sadece hasta sayısını açıklamanın ne zararı vardı?” sorusunu yönelttim. Yanıtı şöyle oldu:
“İlki, dünya ile bir karşılaştırma yapamıyorduk. Tüm ülkeler vaka sayısını açıklarken, hasta sayımızla dünyada yerimiz nedir, salgında hangi aşamada olduğumuzun tespitini ortaya koyamıyorduk. İkincisi ise tüm dünyada alınacak tedbirler vaka sayısına göre belirleniyor. Bu nedenle tedbirlerimizi de doğru belirleyememek riski ile karşı karşıyaydık.”
SALGININ EN YOĞUN SEYRETTİĞİ ÜLKELERDEN BİRİYİZ
Şimdi şeffaf bir şekilde vaka sayısını öğrendiğimize göre, mesele artık salgında hangi aşamada olduğumuz ve alınması gereken tedbirlerde. Bu iki önemli başlığı da Mehmet Hoca ile konuştuk:
“Açıklanan vaka sayısı doğrultusunda nüfusa göre dünyada dördüncü, Avrupa’da birinci ülkeyiz. Yani salgının en yoğun seyrettiği ülkelerden biriyiz. Hesaplama ile tespit edilemeyenleri de dahil ederek milyonun üzerinde kişinin şu anda virüs bulaştırma riski taşıdığını söyleyebiliriz. Günlük vaka sayısının açıklanması tedbirlere uyulması açısından bile etkili olacaktır.”
Mehmet Hoca içinde bulunduğumuz tabloyu bu sözlerle anlattı. “Salgında başa çıkılması zor bir dönemdeyiz” diyen Mehmet Hoca’ya göre mevcut tedbirlere yenilerinin ilave edilmesi de şart:
“Eğer bir kapama yapılmayacaksa, mutlaka vakit kaybetmeden ilave tedbirlerin alınması gerekiyor. Üstelik bu tedbirler artık tüm Türkiye’yi kapsayacak şekilde alınmalı. Kademeli ve esnek mesai tüm Türkiye’ye yayılmalı. Özel sektörün de buna uyması sağlanmalı. Zorunlu haller dışında şehirlerarası seyahat sınırlandırılmalı. Toplu taşıma araçlarında kişi sayısı azaltılmalı. Kişilerin toplanmalarına da sınır konulmalı. Örneğin ‘Kapalı alanlarda şu sayıda kişi, açık alanlarda ise şu sayıda kişi bir araya gelebilir’ denilmeli. Açıkçası şu anda kapalı alanlarda üç-beş kişiden fazla sayıda insanın bir araya gelmesi sakıncalı. Kalabalıklaşmaya yol açan her alanda önlem alınması gerekiyor.”
TEDBİR ALINMAZ VE UYULMAZSA KAPATMA ZORUNLU OLUR
AK Parti’nin “reform ve yeni dönem” söylemi üzerine yapılan tartışmalar açısından konuya baktığımızda, bu söylemde bir önceki cümlede saydığımız etkenlerin bir kısmı ya da tümü etkili olmuş olabilir. Ancak nedenlerle birlikte sonuca, yani iktidarın yeniden reform sürecine döneceğini açıklamasına ve bu açıklamaların doğal olarak nasıl ve ne şekilde hayata geçeceğine ilişkin sürecin takibine odaklanılmasının önemli olduğunu vurgulamak isterim. Açıklamalardan yola çıkarak, reform sürecinin hükümet politikası haline getirildiği hedefini söyleyip yeni dönemde üç başlığın ön plana çıkacağına dikkati çekebiliriz:
Hukuk reformu.
Ekonomik restorasyon.
Dış politikada AB ve ABD eksenine verilecek önem.
Türkiye açısından, bu üç başlıkta yeni dönem vurgusunu gerekli kılan ihtiyaç ve zorunluluklara yukarıda saydığımız nedenlere ek olarak, AB ve ABD’den gelen yaptırım tehditlerini eklemekte fayda var. Hukuk ve ekonomi alanında yapılacak reformlar her şeyden önce Türkiye’nin kendisi ve kendi insanı için gereklidir. Ancak bu iki başlıkta atılacak adımlar ister istemez Türkiye’nin ekonomisine de dış politikasına da zaten olumlu katkılar yapacaktır. Üçüncü başlığı, yani dış politikayı da incelemekte fayda var.
ABD VE TÜRKİYE AÇISINDAN SÜREÇ
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD’nin yeni yönetimi ile ilgili yaptığı açıklamada, “Amerika ile uzun ve yakın müttefiklik ilişkilerimizi, bölgesel ve küresel tüm meselelerin çözümünde kullanma niyetindeyiz” ifadesi önemli mesajlar taşımaktadır. Türkiye, kimileri tarafından her ne kadar “Trump’çı” gibi gösterilmeye çalışılsa da Cumhurbaşkanı Erdoğan aslolanın devletlerarası ilişkiler olduğuna atıfta bulunmuş, iki ülke arasındaki müttefiklik ilişkisinin devamı ve bu süreçte sorunlu tüm alanlarda müttefiklik çerçevesinde görüşmeye, karşılıklı adım atılmasına da açık olduklarının mesajını vermiştir. Diğer yandan, başkanlık koltuğuna oturacak isim Biden her ne kadar seçim sürecinde iktidar aleyhtarı açıklamaları ile tartışılmış olsa da Obama dönemindeki başkan yardımcılığından Türkiye’yi de Erdoğan’ı da tanıyan bir isim. Biden’ın yakın çalışma ekibine ilişkin isimler ABD basınında yer alıyor. Belli ki Obama döneminden birçok isim Biden’ın yakın çalışma ekibinde olacak. Yani ilk ziyaretini Türkiye’ye yapan Obama’nın başkanlık sürecinde iki ülkenin ve iki liderin inişli çıkışlı ilişkisine tanık olan isimlerden bahsediyoruz. Üstelik ABD açısından önceliğin her zaman kendi çıkarlarında olduğunu, kendi çıkarları için de mutlaka başka ülkelerde iktidardaki isimlerle çalışmanın bir yöntemini bulduklarını, bazı başlıklarda başkanlar değişse de devlet politikasının aslolan olduğunu hatırlatalım. Kısacası, ABD’nin yeni yönetimi de soğukkanlı hareket ederek kendi çıkarları doğrultusunda bir ilişki oturtmaya çalışacaktır. Ancak yine de zorlu başlıklar var:
S-400’ler ve olası yaptırımlar.
Siyaseten yapılan tartışmaları bir kenara bırakarak, Türkiye’nin geleceği için yeni reform dalgasını değersizleştirmemek, aksine desteklemek hatta atılması gereken adımların ilgili kurum, sivil toplum örgütleri, üniversiteler tarafından mutlaka iktidar ve kamuoyuyla paylaşılması gerekiyor. Güncel bazı gelişmelere de dikkat çekmek isterim. Hazine ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan, Merkez Bankası konusunda bağımsızlık vurgusu yaparak, “Merkez Bankası Kanunu açık. Elbette bağımsızdır. Bu konuda daha fazla söyleyecek bir şeyim yok diye düşünüyorum. Düzenleyici ve denetleyici kurumların kanunları da gayet açık. Kurul başkanlarına ‘Kanun neyi söylüyorsa, neyi emrediyorsa onu yapacaksın’ dedim” ifadesini kullanmıştı. Bu sözlerin hemen ardından da Merkez Bankası faiz kararı geldi. Kamuoyuna ve piyasalara bir kararlılık gösterildi. Bundan sonraki süreçte de hem ekonomi yönetiminin, hem de ekonomi yönetimiyle birlikte Adalet Bakanlığı’nın atacağı adımlar takip edilecektir. Bu dönemde özellikle hukuk ve demokrasi alanlarında, hem Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem de Adalet Bakanı Abdulhamit Gül tarafından dikkat çeken açıklamalar yapıldı. Bu çerçevede, AK Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan’ın Alaattin Çakıcı ile ilgili, “Savcılık gerekli soruşturmayı başlattı. İlgililerden edindiğim bilgi budur. Hakaret, tehdit, kötü söz kimden gelirse, kime karşı yapılırsa, bu yanlıştır, doğru değildir” açıklaması da bu konuda adım atılması da aslında doğaldır, olması gerekendir. Kim olursa olsun, gücü ne olursa olsun, gücünü nereden alırsa alsın, bir siyasi partinin genel başkanının tehdit edilmesine, üstelik organize suç örgütü lideri tarafından tehdit edilmesine devlet sessiz kalamaz. Kısacası “demokrasi, hukuk, reform” sözcüklerinin havada kalmaması hayata geçirilmesi hayatidir.
BÜYÜK DALGA KAPIDA
“ÇOK büyük dalga, tsunami, ilk dalgadan kötü. Alınan tedbirler yetersiz, tam kapama gerekir!” Bu son birkaç gündür duyduğumuz uyarılar, feryatlar. Peki hükümet neden daha radikal tedbirler almadı? Radikal tedbirler masada mı? Bundan sonraki süreçte ne olacak? COVID-19 salgınıyla ilgili bu soruların yanıtlarına bakacağız. Öncelikle virüs artık daha hızlı bulaşıyor. Ancak istenilen olmadı ve gücünden ya da verdiği zararlardan bir şey kaybetmedi. Bu hepimiz için kötü haber. Diğer yandan her ülkede alınan tedbirler, ekonomik alanda sorunlara neden oluyor. Devletler kendi güçleri oranında tedbirleri hayata geçirmeye çalışıyor. Yani ekonomi, tedbirleri etkiliyor. Peki hastalıkta büyük bir dalga mı geliyor? sorusunu Bilim Kurulu üyesi Doç. Dr. Afşin Emre Kayıpmaz’a sordum:
“Hastalıkta büyük bir dalganın geldiğinin belirtileri, dünya çapında ortaya çıkmaya başladı. Ülkeler de sağlık kapasiteleri üzerindeki yükü azaltmak için kapatma ve kısıtlama kararları aldı. Dünyadaki hiçbir ülkenin sağlık kapasitesi sınırsız değildir. COVID-19 hastalarının tedavisinin de yoğun bakımlarda günlerce sürebildiği düşünüldüğünde, bu yükün ne kadar ağır olduğu tahmin edilebilir. Her seferinde tedbirleri ve alınan kararları yetersiz bulup eleştirmek yerine, tedbirlere nasıl daha iyi uyum gösterebileceğimizi ön plana almamız lazım. Kısıtlama kararları başlamadan önce insanların ‘son bir kez’ düşüncesiyle hâlâ daha kapalı ortamlarda, fiziki mesafeyi unutarak sosyalleşmesi en çok sağlık çalışanları olarak bizleri üzüyor. Son 8 aydır acil servislerimizde yalnızca COVID-19 hastaları yok. Kalp krizleri, trafik kazaları, yüksekten düşmeler, inmeler, solunum sıkıntıları, çocuk travmaları gibi birçok hastamızın da tedavisi acil servislerimizde devam ediyor.”
TAM KAPATMA SİSTEM ÜZERİNDE BASKIYI HAFİFLETECEKTİR
Bugün alınan tedbirlere tam anlamıyla uymak, bireysel korunmaya da dikkat etmek gerekiyor. Afşin Hoca bunun başarılamaması durumunda farklı seçeneklerin masada olacağını söyledi:
“Şu anda alınan tedbirlere bireysel tedbirlerle yeteri katkıyı sunabilirsek, yaşamımızı ek bir kapatma olmaksızın kışın da sürdürebiliriz. Elbette 14 veya 21 günlük tam kapatma sağlık sistemi üstündeki baskıyı hafifletecektir. Ancak bunun da uygulanmasında sağlık dışındaki birçok alanda çeşitli sorunlar karşımıza çıkmaktadır. Virüsün bulaşma hızı ilk zamanlara göre daha da arttı. Hastalığın öldürücü gücünde ise ne yazık ki henüz bir azalma yok. Ağır hasta sayımızdaki artış da bunun en büyük işaretidir.”
Dün de gazetemizde Osman Müftüoğlu’nun “Tsunami kapıda mı?” yazısı yer aldı. Dünyada salgın artıyor, ülkeler yeniden tedbirleri hayata geçiriyor. Çok saygı duyduğum Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan’ı aradım. Yine çok önemli uyarılarda bulundu. Sizlerle tespitlerini ve uyarılarını paylaşacağım.
TEK MERKEZ YOK, ARTIK SALGIN HER YERDE
Salgının ilk döneminde ülke ülke ya da il il değerlendirmeler yapıyorduk. Artık bu dönem geride kaldı. Mehmet Hoca’nın bu konudaki görüşleri şöyle:
Tüm dünyada ve Türkiye’de ağır bir vaka artışı var. Durum geçtiğimiz mart, nisan aylarından yüksek.
İlk dönemdeki kısıtlamalar ve hastalığın ciddiye alınması nedeniyle salgını kontrol altına almak kolaydı. Bugün hem tedbirler yeterli değil, hem de yeteri kadar ciddiye alınmıyor.
O dönem örneğin ABD’de New York salgının merkeziydi, Türkiye’de İstanbul. Bugün tüm ülkelerde her yer merkez. Her ülkede kasabalara, köylere yayıldı.
Sonuç alınacak önlemler il ya da ilçe bazında değil tüm ülke genelinde alınmalı.
BEKLENEN MUTASYON HÂLÂ OLMADI
Türkiye’nin operasyonları ve kararlılığına rağmen terör örgütü PKK, Suriye’nin kuzeyi ve Irak’ın kuzeyinde, Kürtlerin tek hamisi ve temsilcisi olduğu iddia ve yalanını sürdürmeye çalışıyor. Bunun için de ABD’den de destek alarak, bir süredir KDP’ye siyasi ve askeri baskı uyguluyor. Bu gelişmede, Suriye’deki Kürt Ulusal Konseyi görüşmelerinden KDP’nin çekilmesinin de etkili olduğu belirtiliyor.
Bu çerçevede KDP’nin Hakurk ve Sincar gibi taşra hâkimiyetini kırmaya yönelik faaliyetlere ağırlık veren PKK, daha sonra Erbil merkezde suikastlar ve işadamlarını haraca bağlama girişimlerini arttırdı.
PKK üst yönetiminin, Türkiye’nin başarılı operasyonları nedeniyle yaşadığı başarısızlığı perdelemek amacıyla KDP’yi suçlayıcı kara propagandaya hız verdiği değerlendirmesi de yapılıyor.
Sonuç itibarıyla bir süredir KDP, PKK ile bazı alanlarda özel önlem alarak mücadele ediyor. Ankara bu mücadeleden memnun. Erbil’e de “terör örgütü PKK’nın hedefinin ABD’yi de arkasına alarak KDP’yi etkisizleştirmek olduğu” anlatılıyor. Yetkililer, Türkiye’nin PKK ile mücadelesinin ise bağımsız bir şekilde kararlılıkla sürdürüleceğinin altını çiziyor.
ÇELİK’İN ARDINDAN POYRAZ’IN YANITI
Son dönemde Ümit Özdağ’ın iddiaları siyaset gündeminde tartışma yaratıyor. İddialarından biri de İYİ Partili bazı yetkililerle, AK Partili bazı yetkililerin ortak bir anayasa taslağı üzerinde çalıştığı idi. Özdağ iki partiden isim de verdi. AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik ile İYİ Parti Genel Sekreteri Uğur Poyraz’ın görüştüklerini ileri sürdü. Çok sert bir açıklama yapan Ömer Çelik, “Ümit Özdağ isimli şahıs ahlaksız bir yalan söylemiş” dedi. Konuyla ilgili İYİ Parti Genel Sekreteri Uğur Poyraz’ı aradım. Özdağ’ın yalan söylediğini belirten Poyraz, “Sayın Özdağ’ın bir süredir yapmış olduğu açıklamalar sahip olduğu kariyer ve tecrübesi ile örtüşmemektedir. Kendisinden hiç beklenmeyecek bu sıra dışı tutum ve davranışlarını kararlı bir şekilde sergilemesi, kişisel bir sorunu olduğunu gösteriyor. Yaptığı açıklamalarla ilgili partimize değil ama kendisine verdiği zararı üzülerek seyrediyorum” dedi. Ne AK Parti ile ne de Ömer Çelik ile herhangi bir görüşmelerinin olmadığının altını çizen Poyraz, kısa zaman içinde iyileştirilmiş, güçlendirilmiş parlamenter demokrasiye ilişkin bir lansman yapacaklarını da açıkladı.
Seçim kampanyasında Türkiye’yi, Rusya ve Kuzey Kore ile birlikte otokrat yönetimler arasında sayması, iktidarı, muhalefeti destekleyerek değiştireceğini söylemesi çok tepki gördü. Amerika’nın “İktidarda kim varsa onunla çalışmanın yollarını buluruz” prensibinden hareketle kısa vadede seçim söylemlerinin geride kalacağını söyleyebiliriz. Ancak ilişkiler ne günlük güneşlik olacaktır ne de sürekli fırtınalı. Amerika ile Türkiye arasında sorun da çok, müttefiklik gerektiren alan zorunluluğu da. O yüzden duygusal yaklaşımlar, aceleci politikalar yerine soğukkanlı, akıllı adımlar görülecektir.
Bugünü öngörebilmek için hem geçmişe hem de Biden’ın açıklamalarından yola çıkarak dış politikasına dair beklentilere bakacağız.
TERLİK GİYDİ, ERDOĞAN İÇİN ‘ESKİ DOSTUM’ DEDİ
Joe Biden 2009-2017 yılları arasındaki sekiz yıllık başkan yardımcılığı boyunca Türkiye’yi dört kez ziyaret etti, Obama ile Erdoğan görüşmeyince bir dönem Erdoğan ile sık sık telefonda görüştü. Kısa kısa hatırlayacak olursak:
Biden’ın ilk ziyareti 2011 yılındaydı. Erdoğan ameliyat olmuştu, bu nedenle de görüşme Erdoğan’ın Kısıklı’daki evinde yapılmıştı. İki ismin terlikli fotoğrafları gündem olmuştu.
Türk-Amerikan ilişkilerinde en dikkat çeken yıllardan biri 2014’tü. Hem Suriye’deki gelişmeler hem de Gezi Parkı olayları dahil Türkiye içindeki gelişmeler, iki ülke ilişkilerini etkiledi. Erdoğan ile Obama arasında soğuk rüzgârlar esip, telefonda bile görüşmez olunca, iki ülke ilişkileri Biden-Erdoğan telefon görüşmelerinde ele alındı.
Aynı yıl
Daha kaç acı, kaç ölüm, kaç çaresizlik, kaç isyan gerekiyor? Erzurum, Erzincan, Dinar, Van, Gölcük, Düzce, şimdi de İzmir... Acı, gözyaşı, enkaz, çaresizlik, isyan, haykırış, ölümler hep aynı. Sadece isimler değişiyor. Peki yarın neresi olacak? Yarın hangi ilden çığlıklar yükselecek? Yarın hangi ilde enkazdan çıkacak ölü bedenler sayılacak? Yarın tüm Türkiye hangi il için dua edecek? Kaç gün sürecek gözyaşlarımız? Kaç gün sürecek televizyon programları? Kaç günde unutacağız? Kaç günde yine aynı düzene döneceğiz? Kaç günde gündemimiz sadece kısır siyasi tartışmalar olacak? Sonra... Sonra, yeniden bir şehirde bir apartmanda bir çocuğun masa saati tam “o” anda duracak. Sonra yine ölü bedenler sayılacak, yine yapılması gerekenler anlatılacak, yine, yine...Yetmedi mi? Artık buna bir son vermek gerekmiyor mu? Neden “gerekenler yapılmıyor” ve neden “yine aynı” sarmalına mahkûm ediliyoruz?
ELİF’İN ELİ
Japonya’da deprem de bina da genelde öldürmüyor. Türkiye tam da bunu öğrendi: Deprem değil, bina öldürür. Öğrendi öğrenmesine ama bilginin gereğini bir türlü yerine getirmiyor. Katil bina 14.51’de duran bir çocuğun masa saatiyle kazındı akıllarımıza. El ele ölen ailelerle çıktı karşımıza. Çantadan çıkan borçlarla yandı yüreğimiz. Umuda tutunan minicik bir elin kurtarıcısının parmağını tutması ile bir yanımız gülümsedi, bir yanımız ağladı. O minicik el, bugün artık başta sorumluluk makamlarında oturanlar olmak üzere hepimizin parmaklarını tutuyor. O minicik el sorumluluk makamındakilere, “Bir an önce bir başka şehirde bir başka çocuk ölmesin, enkaz altında kalmasın diye gereken adımları atın” diyor. O minicik el, bizlere “Sorumluluk makamlarında oturanları denetleyin, soru sorun, hatırlatın, niye yapmadıklarının hesabını sorun” diyor. O minicik el hepimizin parmağını, hepimizin yüreğini tutuyor. O minicik eli kimse unutmasın.
22 YILDA DEĞİŞMEYEN SORULAR
1999 yılında sabaha karşı Ankara bile sallanmıştı. Ankara’dan ötesi yok oldu deniyordu. O büyük sallantıdan hemen sonra yataktan fırlayarak önce ofise, sonra da deprem bölgesine doğru yola çıktım. Ankara’nın ötesinde sabahın ilk saatlerinde adeta bomba atılmış gibi duran enkaz yığınlarının altından gelen çığlıklar, ölüm, acı, korku vardı. Sonra sadece üç ay sonra Düzce depremi yaşandı. O dönem iller bazında riskli ve hasarlı binalar, zeminler, tehlikeli bölgeler incelendi. O dönem depremin yaralarını sarmak için vergiler konuldu. 22 yıl geçti, 22 yılda başka depremler de yaşandı. Üstelik Türkiye bu geçen 22 yılda her deprem olduğunda büyük İstanbul depremini hatırladı, bir gün olacağını, bir gün o kâbusun yaşanacağını konuştu. Peki niye hâlâ büyük İstanbul depremine, İzmir’e ya da 18 ilde yaşanabilecek olası bir depreme hazır değiliz?
Çürük raporu olan binalarla ilgili neden bir şey yapılmadı? Örneğin Bayraklı’da yerle bir olan Doğanlar ve Rıza Bey apartmanlarına belediye çürük raporu vermiş. “Bataklığa apartman dikildi” demiş. Neden bir şey yapılmadı? Bunun sorumlusu kim ya da kimler?
Ülke genelinde 6.7 milyon riskli konut olduğu söyleniyor. Bu konutlar için ne zaman harekete geçilecek?
Bugünümüz, geleceğimiz, bizi biz yapan ay-yıldızımız, uğruna göğsümüzü siper edeceğimiz, başımızın üzerinde taşıyacağımız Atatürk ve silah arkadaşlarının en güzel emaneti: Cumhuriyetimiz... 97 yaşını gururla, onurla, minnetle, gözlerimiz dolarak kutladık. Biliyor musunuz, Cumhuriyet Bayramı, Atatürk’ün vefatından önce kutladığı son bayramdı. 1938 yılının 29 Ekim’inden önce Atatürk’ün durumu ağırlaşmıştı. Yine de “Yapacak önemli işlerim var” diyerek Ankara’ya gitmek istemiş ancak doktorları izin vermemişti. Atatürk’ün 12 yıl hizmetini gören Cemal (Çelebi) Granda’nın anlatımına göre 1938 yılının Cumhuriyet Bayramı, Atatürk’ün hastalığı nedeniyle yas havası estirmemek için şenliklerle kutlanmasına karar verildi. Geçit töreni yapıldı, fener alayı düzenlendi, gösteriler yapıldı, havai fişekler atıldı. Cumhuriyetin 15. yılıydı. Granda o 29 Ekim’i şöyle anlatıyor:
“Biz Cumhuriyet Bayramı’nın on beşinci yıl şenliklerine candan katılmadık. İçimiz kan ağlıyordu. Hep Büyük Ata’yı düşünüyorduk. Kim bilir o, şenlikleri göremediği için ne kadar üzülmüştür. Sevgili milletinin arasına katılamadığı için kendi kendini yemiştir. Cumhuriyet Bayramı’nın ertesi günü Atatürk’ün ateşinin birdenbire yükseldiğini duyduk. Derken bir haber daha geldi: Atatürk komaya girdi. İlk koma 48 saat sürdü.”
Son bayramı Türk gençliğine emanet ettiği Cumhuriyet’in bayramıydı. O’nun, silah arkadaşlarının, milletin kurduğu Cumhuriyet’i müdafaa ve muhafaza etmenin önemini biliyoruz, anlıyoruz. Atatürk’ün dediği gibi, Cumhuriyet fikri hür, vicdanı hür muhafızlar ister. Bunu da unutmamamız dileğiyle... 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’mız kutlu olsun.
FRANSA’NIN MACRON’U
Hırsı boyundan büyük, İslam düşmanı, diplomaside nezaketten ve sağduyudan yoksun bir politikacı Macron. Bazı tespitleri alt alta sıralayacak olursak:
Türkiye ve Fransa özellikle son dönemde Doğu Akdeniz’den Ortadoğu’ya birçok kritik alanda karşı taraflarda yer alıyor.
Macron şimdiden iki yıl sonraki seçimlerin telaşına düşmüş durumda.
Fransız toplumunda İslamofobi ve yabancı düşmanlığı arttı.