Bir kere daha, iki ülke ilişkileri ciddi bir krizin içindeyken uzun soluklu görüşmelere, bir aksilik olmazsa araştırma görüşmelerine başlanacak. Adına “istikşafi” görüşmeler deniyor. İlk görüşme 2002’de Ankara’da yapılmıştı. Son görüşme ise 2016 yılında... 14 yılda 60 görüşmenin ardından kesilen istikşafi görüşmelerin, dört yıl aradan sonra, Doğu Akdeniz krizi bir anlamda zirveye ulaşmışken yeniden başlayacağı duyuruldu.
UCU AÇIK DA OLSA GÖRÜŞMEK İYİDİR
Geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Yunanistan’ın Kathimerini gazetesine yazdığı makalede iki ülkenin önünde iki seçenek olduğunu hatırlatarak, bunların ya birbirlerinin adımlarını karşılıklı olarak kilitlemek ya da kazan-kazan formülü üzerinden ilerlemek olduğunu yazdı. Türkiye son dönemde “diyalog ve koşulsuz görüşme” çağrılarını hemen her platformda dile getirdi. Almanya ve AB de arabuluculuğa soyundu. Karşılıklı birbirlerini kilitlemek, daha da artan gerilim, sürekli bir çatışma riski ya da kaza olasılığı hatta savaş korkusu ile bölgenin diken üstünde yaşamasındansa, ucu açık, belki 160 tane daha yapılacak istikşafi görüşmelere yeniden başlanacağının açıklanması bile tansiyonu düşürdü. Çok doğru bir zamanda düzenlenen Uluslararası Doğu Akdeniz Konferansı’nın açılışını yapan İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un da bu konuda verdiği mesajlar dikkat çekti. Altun, “Yunanistan ile istikşafi görüşmeler başlatma fırsatını memnuniyet ile karşılıyoruz; diplomasi her daim doğru yoldur. Önümüzdeki dönemde Doğu Akdeniz’de gerilimi azaltmalı, adil ve kalıcı bir çözüm için oluşan ivmeyi birlikte korumalıyız” dedi.
ZORLU SÜREÇ
Zorlu bir süreci içerecek olan istikşafi görüşme platformu, her ne olursa olsun diyalog için önemli bir fırsat. 60 turda çözüme kavuşamayan sorunların kimse hemen çözülmesini beklemiyor. Ancak platform çatışmayı engelleyecek, gerilimi daha da düşürecektir. Konuşulacak başlıklara gelince... Sorunlara farklı bakan iki ülkenin konuşulacak başlıklarda bile sorun yaşayacağını biliyoruz. Yunanistan’ın bu konudaki koşulları haberlere yansıyor. Türkiye ise müzakerelerin ön koşulsuz olarak başlatılması ve bütün sorunların masaya getirilmesinden yana. Taraflar başlıkları ve görüşme yöntemini içeren bir çerçeve belge üzerinde çalışıyor. Çerçeve üzerine uzlaşma sağlanınca, görüşme takviminin de duyurulması bekleniyor. İstikşafi görüşmelerde ele alınacak olan dosyalar her iki ülkede de siyasi otoriteye sunulacak. Süreç uzun ve zorlu olsa da masaya oturmak en iyi çıkar yol.
MISIR GÖRÜŞMELERİ YUNANİSTAN’DA MERAK EDİLİYOR
İletişim Başkanlığı’nca düzenlenen Uluslararası Doğu Akdeniz Konferansı’nda Yunan bir gazetecinin sorduğu soru, Yunanistan kamuoyunda en çok merak edilen başlıklardan birini de gözler önüne serdi. Yunan meslektaşımız “Mısır ile münhasır ekonomik bölge çizmek Türkiye’nin stratejisi içinde yer alıyor mu?” sorusunu yöneltti. Yunanistan’ın, Mısır ile Türkiye’nin bir anlaşmaya varmasını istemeyeceği aşikâr. Konferans konuşmacılarından Dışişleri Bakanlığı Bakan Yardımcısı Yavuz Selim Kıran, “Biz Mısır ile görüşmeye hazırız. Deniz yetki alanlarının sınırlandırılması, münhasır ekonomik bölge anlaşması yapılmasına açığız. Bu Mısır’ın göstereceği iradeye bağlı” yanıtını verdi. Arka kapı diplomasisinin işlediğini biliyorduk, yani iki ülke istihbarat örgütlerinin görüştüklerini... Üstüne Dışişleri Bakanlığı’ndan verilen bu güçlü mesaj da gösteriyor ki Türkiye, Mısır ile diyalog talebinde ısrarcı. Yunanistan’ın bu konudaki merakı ve endişesi göz önünde bulundurulursa Türkiye’nin ısrarı doğru ve yerinde.
Zirveden Türkiye’nin tam üyelik görüşmelerinin kesilmesi gibi bir karar çıkar mı?
Ekonomik yaptırım kararı çıkar mı?
İlişkiler kötüleşir mi?
Yoksa diyalog kazanır mı?
Bu sorulara elimizdeki somut veriler ışığında yanıt aramaya çalışacağız.
AP’NİN GERGİNLİK YARATAN KARARI
Zirve öncesi en dikkat çeken kararı Avrupa Parlamentosu 694 vekilden 601’inin kabul oyuyla aldı. “Türkiye’nin Yunanistan ve Kıbrıs’a bağlı münhasır ekonomik bölgelerdeki eylemleri” kınanarak, Yunanistan ve Kıbrıs ile tam dayanışma vurgusu yapıldı. AP üyeleri, 24-25 Eylül’de toplanacak AB Konseyi’ne, Türkiye’ye yönelik “sektörel bazda, hedef gözeten, Türk halkı ya da Türkiye’de yaşayan sığınmacılar üzerinde ters etki yaratmayacak ek kısıtlayıcı önlemler geliştirmesi” çağrısında bulundu. CNN Türk’te Tarafsız Bölge programına katılan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, AB üyelerinin Türkiye ve Yunanistan arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa son aşamada Yunanistan’dan yana tavır koyacaklarını söylemişti. Parlamentonun kararı hem bu açıdan değerlendirilebilir, hem de zirve öncesinde Türkiye’ye yönelik bir siyasi hamle olarak görülebilir.
TÜRKİYE’NİN ÇAĞRISIYLA BAŞLAYAN DİYALOG SÜRECİ
- Yunanistan, Mısır’ı kullanıyor. Başka hiçbir konuda ortak paydaları bulunmadığı halde Türkiye karşıtlığı üzerinden Mısır’ı yanına çekiyor.
- Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır’a para aktarıyor, nakit akışı sağlıyor. Mısır’dan isteği ise Türkiye ile görüşmemesi. Yunanistan ile Türkiye karşıtlığında buluşması.
Bu durumun farkında olan Ankara, Mısır ile bir süre önce başlattığı arka kapı diplomasisini sürdürüyor. İki örgütün istihbarat örgütleri üst düzeyde görüşüyor. Peki Mısır’a teklif edilen anlaşma ne?
Kaynaklarım bu teklifi şöyle özetlediler:
“Teklif edilen anlaşma Mısır’a üç Kıbrıs adası büyüklüğünde bir alan yaratıyor. ‘Yani deniz yetki alanları konusunda bizimle anlaşırsan, üç Kıbrıs adası büyüklüğünde bir alanı ekonomine katarsın’ denildi. Açık şekilde Mısır’ın çıkarı Türkiye ile hareket etmektir mesajı verildi.”
Birleşik Arap Emirlikleri’nin parasıyla bu görüşmeleri ve anlaşmayı engellemeye çalışmasına rağmen Mısır ve Türkiye arasındaki arka diplomasisi işliyor.
AYASOFYA’NIN İBADETE AÇILMASI KİTAPLA ANLATILACAK
Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu üyesi Doç. Dr. Afşin Emre Kayıpmaz, “Ülkemizde de aktif vaka ve ağır hasta sayısı artamaya devam ediyor. Bizler de salgının uzun süre daha devam edeceğini düşünerek bireysel önlemleri en üst düzeyde uygulamalıyız” dedi. Peki DSÖ Avrupa Direktörü’nün ekim ve kasım ayları için yaptığı uyarı ne anlama geliyor? Bilim Kurulu üyesine bu soruyu da yönelttim. Kayıpmaz, “Sonbahar-kış ayları diğer solunum yolu enfeksiyonlarının da yükselişe geçtiği bir dönemdir. Ayrıca havaların soğuması insanları daha çok kapalı alanda vakit geçirmeye mecbur bırakır. Kapalı alanlar, eğer kurallara dikkat edilemezse, virüsün yayılımı açısından açık alanlara göre daha tehlikelidir. İyi tarafından bakacak olursak doğru maske kullanımı, fiziki mesafe ve hijyen bizi her sene çok yaygın gördüğümüz üst ve alt solunum yolu enfeksiyonlarından da önemli ölçüde koruyacaktır” yanıtını verdi.
ÜLKE GENELİNDE SIKI TEDBİRLER GÜNDEME GELEBİLİR
Durum iç açıcı değil. Peki bireysel tedbirler yerine neden daha radikal adımlar atılmıyor? Hükümet ya da Bilim Kurulu ne bekliyor? Bilim Kurulu üyesi Kayıpmaz, dünyada ve Avrupa’daki hükümet yöneticilerinin katı önlemlere sıcak bakmadığını belirtti, işin ekonomik ve sosyal boyutu olduğunu söyleyerek şöyle devam etti:
“Biz hekimler olarak işin sağlık boyutunu düşündüğümüz için karantina uygulamasını savunabiliriz.
Ama bütün hükümetler konuyu bütün açılardan ele alarak karar vermek durumunda kalıyor. Bununla birlikte biz bireysel önlemlerde isteksiz davranırsak, tıpkı geçen hafta alınan kararlar gibi ülke genelini kapsayacak daha sıkı tedbirlerin alınması da gündeme gelebilir.”
ANKARA İNİŞE GEÇECEK Mİ?
Salgının ilk döneminde vakaların yarıdan fazlası İstanbul’daydı. Şimdi batı, orta ve güneydoğu Anadolu’da vakalar yoğun. Peki Ankara’da vaka sayısı ne zaman ve nasıl azalır? Afşin Emre Kayıpmaz’ın bu soruya yanıtı şöyle oldu:
“Ne yazık ki aylardır söylediğimiz tedbirlere uyumdaki gevşeklik ve umursamazlık bizi şu anda içinde bulunduğumuz kırmızı haritayla karşı karşıya bıraktı. Maskesiz, mesafesiz, sınırsız sosyalleşmemiz umursamazca devam ettiği sürece, biz ne yaparsak yapalım, işimizin çok zor olduğu kesindir. İnsanlarımız da artık salgının yönetimine katkıda bulunmalıdır. İnsanlarımız sağlık çalışanlarımızla işbirliği içinde olduğu, tedbirlere harfiyen uyduğu sürece, il genelinde alınan tedbirlerin de etkisiyle önümüzdeki haftalarda düşüşe geçecektir diye umuyorum. Bununla birlikte umursamaz sosyalleşmemiz devam ederse, düşüşe geçmek için daha çok beklememiz gerekir.”
Bana göre en güzel mevsimdir sonbahar... Hele de eylül ayı. Tabii dünyanın başına bela olan virüs olmasaydı bambaşka bir tadı olacaktı... Yine de eylül ayının ilk günlerinde biz gazetecileri mutlu eden bir haber geldi. Hep söylerim, gazeteci olmak demek suç işleme özgürlüğünüz olduğu anlamına gelmez. Ancak mesleğin doğası gereği ifade özgürlüğünün en geniş şekilde kullanıldığı alandır gazetecilik. Bu nedenle gazeteciler Barış Pehlivan, Hülya Kılınç ve Murat Ağırel’e “Geçmiş olsun ve hoş geldiniz” diyorum. Uzun yıllardır tanıdığım Müyesser Yıldız başta olmak üzere gazetecilerin bu sonbaharda en kısa sürede özgürlüklerine kavuşmalarını dileyerek başlıyorum yazıma...
DOĞRUSU NE İSA’YA NE MUSA’YA
Tuhaf bir durum var bizim ülkemizde. Herkes kendi gazetecisini istiyor. Hangi taraf, hangi görüş, hangi parti olursa olsun “Gazeteci beni sevsin, beni övsün, karşı tarafı sürekli eleştirsin, mümkünse bağırsın, kavga etsin” istiyor. Bu son yıllarda izleyici ve okuyucuya da sirayet etti. Takım tutar gibi parti tutanlar, sosyal medyada trollük yapanlar, gazetecilerin kendi sesleri olmasında ısrar ediyor, karşı taraftakini ise linç ediyorlar. Diğer yandan daha evvel de dikkat çekmiştim, vekâlet yayınları ile bu iş daha da körükleniyor. Siyasilerin yerine siyasi parti görüşlerini ne yazık ki gazeteciler savunuyor. Peki bu işin doğrusu ne olmalı? Siyasi parti temsilcileri “Ben onunla çıkmam, tek çıkarım, bununla çıkmam” kaprislerini bırakıp, medeni tartışma programlarına katılmalılar. Gazeteciler haberleriyle, görüşleriyle, analizleriyle öne çıkmalı. Diğer yandan “Siyaset doğası gereği gazeteciyi sevmez, sevmemeli”. Üstelik doğası gereği gazeteci de “Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranır”... Yaranmak gibi de bir derdi olmaz, olmamalı. İyiye iyi, kötüye kötü der. Umarım tüm bunları hep beraber yeniden hayata geçiririz.
SALGIN İÇİN YENİ BİR PLAN GEREKMİYOR MU?
EKONOMİK çarkların dönmesi şart. Devletler muhtemelen ekonomik çarkların durması ya da bu kış da yavaşlaması durumunda salgından çok daha vahim sonuçlara neden olabileceğini hesap etmişlerdir. Ancak bir yandan da yeni vaka sayılarındaki artış da ölümlerdeki artış da sürüyor. Bazı tedbirler alındı. Toplu taşıma ve düğünler konusunda sınırlamalar geldi. Tüm çarklar dönerken, toplu taşıma araçlarının sayıları belli iken, tedbir özellikle büyük ve kalabalık şehirlerde nasıl hayata geçirilecek sorusunun yanıtı yok. Diğer yandan yaklaşmakta olan grip mevsimini de hesaba katarsak, acaba düğünler, kalabalık toplantılar, ödül törenleri için daha radikal tedbirler gerekmiyor mu? Ben bir uzman değilim ancak sanki 2020 salgınla mücadele planını duymaya ihtiyaç var. Bu rakamlar sadece sürekli “maske-hijyen-sosyal mesafe” uyarısı ile düşmeyecek gibi görünüyor. Kısacası çember daralıyor.
15 TEMMUZ’U UNUTMAMAK GEREK!
İLKKOKULDAN itibaren din derslerinde öğretilen bir cümle hep aklıma kazınmıştır: “Bizim dinimizin en güzel yanı Allah’a ulaşmak için bir aracının olmamasıdır”. Hepiniz bu cümle ile büyümediniz mi? Üstelik dinimizin en önemli ve güzel özelliklerinden biri değil midir? Peki sakalı ne kadar uzun olursa o kadar popüler olan, “akıl veren ama kendi her türlü ahlaksızlığı yapan”, iddiaya göre bir akımı silahlandıran, bazıları devlette örgütlenmeye çalışan, “manevilik diye ahkâm keserken tek dertleri para kazanmak olan”, ünlü Türk düşünürleri olarak görüşlerine başvurulan bu adamlar kim? Kimse kızmasın, darılmasın, gücenmesin. Bu ülkenin başına “maneviyat, kardeşlik, din-kitap” gibi kutsal kavramların arkasına saklanan kişi en büyük belayı açtı. Hâlâ o yıllarca “cemaat lideri” olarak adlandırılan terör örgütü liderinin devletteki örgütlenmesini temizlemekle uğraşılıyor. O yüzden 15 Temmuz’u devlet de millet de unutmasın!
Birinci oyun, ABD ile Rusya arasında. Adı, terör örgütünü kim sahiplenecek oyunu. ABD’nin amacı kendi güdümünde bir devletçik ya da özerk bir yapı kurdurmak. Rusya ise sözünden çıkmayan rejimi sıkıntıya sokmayacak bir kısmi özerk yapı formülüyle, hazır silahlı gücü Suriye ordusuna katmak formülünü hayata geçirmek derdinde. Peki Türkiye farkında mı? Olanın bitenin farkında. Konuştuğum kaynaklar “Sahadayız, gözlemliyoruz, önlem alıyoruz, uyarıyoruz” diyorlar. Suriye’nin kuzeyinde terör örgütü PKK/YPG/PYD için oynanan oyunun ayrıntılarına bakacağız.
ABD’NİN ‘PKK BAYRAĞI KULLANMAYIN’ TALİMATI
Türkiye, Milli Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve MİT ile terör örgütü PKK’ya yönelik operasyonlarını aralıksız sürdürüyor. Özellikle Kandil’i izole etme konseptiyle Irak’ın kuzeyinde de geçici üs bölgeleri oluşturularak hem terör örgütünün Türkiye’ye sızma girişimlerinin büyük ölçüde önüne geçildi, hem de Türkiye’den militan kazanması engellendi. Terör örgütü bu sırada Sincar’ı üs olarak kullanmaya başladı. Ancak Türkiye o bölgeye yönelik operasyonlarıyla bunu da baskıladı. PKK bu açıdan zorda. Fakat özellikle Amerikalılar terör örgütünün Suriye’de ekonomik ve siyasi açıdan güçlenmesi için her yolu deniyor. Petrol anlaşması, görüşmeler, Suriye Ulusal Kürt Konseyi ile barıştırmalar... Sadece bunlar mı? Değil, uluslararası kamuoyunda “PKK eşittir YPG” algısını yıkmak için de yine ABD sahnede. Ankara, Amerikalıların YPG’lilere verdiği iki “talimatı” biliyor.
Sınırda PKK bayrağı kullanmayın.
Sınırda Öcalan posteri kullanmayın.
Amaçları, Türkiye’nin “PKK eşittir YPG” açıklamalarına karşı uluslararası kamuoyunda farklı bir algı yaratmak. Bununla da bitmiyor. Diğer yanda ise Araplarla ve Kürt muhaliflerle de terör örgütünü barıştırmaya çalışıyor.
SAHANIN GERÇEKLERİ
Ankara bir yandan tüm gelişmeleri takip ediyor, diğer yandan uyarılarını hem ABD’ye hem de Rusya’ya yapıyor. Sahada aktif. Aşiretlerle görüşmelerini sürdürüyor. Tüm olasılıklara karşı da hazırlık yapılıyor. Yetkililer,
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, “Türkiye’de vaka sayısının en fazla olduğu il Ankara. Birinci dalganın ikinci pikini yaşıyoruz” açıklamasını dün, 3 Eylül günü, yani Hürriyet Ankara’nın ilk uyarısından tam bir ay sonra yaptı. Buradan birlikte çalışmaktan onur duyduğum Hürriyet Ankara’nın Deniz Gürel yönetimindeki tüm ekibini bu konudaki haberler, doktorlarla yaptıkları görüşmeler ve acil hayata geçirilmesi gereken önlemlere her seferinde yer verdikleri için kutluyorum. Ancak bir aydan beri uzmanların “Aman dikkat, geliyor” uyarılarına rağmen ortaya çıkan bu kıpkırmızı Ankara tablosundan, hayatını kaybedenlerden kimler sorumlu? Bunun tek bir yanıtı yok. Hepimiz sorumluyuz.
KALABALIK TOPLANTILAR NEREDEN ÇIKTI?
Maskeyi takmayan, sosyal mesafe ve hijyen kuralına uymayan, düğünler gibi kalabalık ortamlarda rahat davrananlar, ‘Bana bir şey olmaz’cılar, ‘Aslında virüs yok’cular, ‘Gencim ben’ diyenler sorumlu. Diğer yandan Ankara’da kamu binaları ve o binalardaki çalışma koşulları nedeniyle acaba esnek ve kademeli mesai, ağustos ayının başında, yani başkent alarm vermeye başladığında hayata geçirilemez miydi? Toplanmalara sayı kısıtlaması daha önce uygulamaya konulamaz mıydı? Toplu taşımadaki risk ve kalabalık oranı için bir çalışma yapılamaz mıydı? Diğer yandan her seferinde vatandaşa seslenen siyasetçiler, üyelerini uyaran sendikalar, dernekler, iş örgütleri, biraz onlara da bakmak gerekmiyor mu? Hani mecbur kalmadıkça kalabalık toplantılar düzenlenmeyecekti? Onların da bu süreçte mecbur kalmadıkça bu yüz yüze kalabalık toplantılardan bir süre vazgeçmesinde fayda yok mu?
Belli ki devletler ekonomik hayatın aksamaması için pandeminin ilk aylarındaki gibi komple yasaklara başvurmayacaklar. Ancak bu vaka sayılarıyla yaklaşmakta olan gribal enfeksiyon döneminin zor geçeceği anlaşılıyor. Sağlık Bakanı da bu olasılığa vurgu yaparak, “Mücadelenin boyutu değişecek” dedi. Gribal enfeksiyon dönemi başlamadan umarım siyasetçisinden vatandaşına, gencinden yaşlısına herkes üzerine düşeni yapar. Sağlık çalışanlarının insan olduğunu, yorulduklarını, boş vermişliğimiz nedeniyle şevklerinin kırılabileceğini unutmayalım.
Tarih boyunca zaman zaman yaşanan yakınlaşmalara, Ege’nin coşkusuyla karşılıklı yapılan olumlu açıklamalara rağmen aslında çözülemeyen ya da kimi zaman çözülmek istenmeyen sorunlar, sonuca ulaşamayan “istikşafi görüşmeler”, tarihten kalan korku ve düşmanlık hikâyesi Türk-Yunan ilişkileri. Aynı zamanda hem tarih, hem konjonktür, hem ekonomik ve jeopolitik gerçekler, hem ortak yaşanmışlıklar nedeniyle düşmanlığın ve korkunun içinde birbirinden vazgeçmenin ne kadar zor olduğunu gösteren bir hikâye. Gelinen noktada Ege’nin iki yakasında İsmail Cem ve Yorgo Papandreu’nun dansları artık çok uzakta kaldı. Bugün dünyayı korkutan Ege’nin iki yakasındaki yönetimlerden yükselen savaş tamtamları...
Aslına bakarsanız ne kavga yeni ne de Yunanistan’ın kavga üslubu. Ege Denizi ile buluşmadan önce sırtını İngilizlere dayayan Yunanlar, bugün de görüntüde başını Fransa’nın çektiği cepheye yasladı. Ankara’ya göre o cephenin arka planını ise Türkiye’nin hemen her coğrafyada ve her konuda karşısında yer alan Birleşik Arap Emirlikleri ile Suudi Arabistan oluşturuyor.
YUNAN TUZAĞI
Karşılıklı açıklamalar, NAVTEX ilanları ile gerilim tırmanıyor. Son olarak 5 yıl içinde 10 milyar Euro’luk silah alacağını açıklayan Yunanistan’ın amacı ne? Ankara’ya göre Yunanistan maksimalist bir politika izliyor. Amacı Türkiye’nin Yunanistan’a askeri bir karşılık vermesi, yani ateş açması. Neden mi? Bir Yunan uçağının Türkiye tarafından düşürüldüğünü ya da bir Yunan gemisinin batırıldığını düşünün... Ankara’ya göre böyle bir durumda Batı, Yunanistan’ın arkasında tek vücut olarak duracak, yani Türkiye’nin üzerine çullanacak. Kısacası Ankara’ya göre Yunanistan Türkiye’yi böyle bir tuzağa çekmeye çalışıyor. Türkiye böyle bir tuzağa düşmemesi gerektiğinin farkında. Ancak bu Türkiye’nin haklarından, hukukundan, kazanımlarından taviz vereceği anlamına da gelmiyor. Türkiye’nin politikası hakkını, hukukunu, sınırlarını, kazanımlarını sonuna kadar korumaya yönelik.
ALMAN-FRANSIZ REKABETİ Mİ?
Peki Türkiye karşıtı cephenin adeta sözcülüğünü yapan Fransa ile Türkiye-Yunanistan arasındaki gerginliği sona erdirmek için arabuluculuğa soyunan Almanya, gerçekte birlikte mi hareket ediyorlar yoksa rekabet mi ediyorlar? 2009 yılında Yunanistan’da patlak veren ekonomik krize kadar Almanya, Yunanistan’ın bir numaralı ticaret ortağıydı. İlişkileri her zaman çok iyiydi. Krizle birlikte Almanya, Yunanistan’a köklü tasarruf önlemlerine gitmesi karşılığında ciddi oranda mali yardımda bulundu. Her ne kadar Yunan halkını kemer sıkmaya zorlayan politikalar nedeniyle Almanya, Yunanların gözünde tasarruf müfettişi bir ülke olarak algılansa da Yunanistan’ın krizi atlatmasında büyük yardımı oldu. Almanya’nın Yunanistan’dan hâlâ alacağı var. Ancak bugünkü tabloda Yunanistan, Almanya yerine Fransa’yı tercih etmiş görünüyor. Hem bu nedenle, hem de Almanya’nın olası mülteci göçü ve terörle mücadele hassasiyeti nedeniyle Türk-Yunan sorunlarını dondurma konusunda daha yüksek sesle hareket edeceğini beklemek gerçekçi olmaz mı? Diğer yandan Kardak krizinin aşılmasında Ege’nin iki yakası arasında güçlü mesajlar vererek sabaha kadar telefon diplomasisi sürdüren ABD Başkanlığı’nın katkısı hatırlanmalıdır. Bu dönemin başkanı her ne kadar iki yakayı aramış olsa da belli ki savaş tamtamlarını susturacak kadar olaya müdahil olmamayı seçti. ABD Başkanlığı’nın iki NATO üyesi arasındaki kavgaya ne zaman ve ne şekilde ciddi bir biçimde müdahil olacağını ise önümüzdeki süreçte göreceğiz.