BAŞLIĞA inanıp da Levon Tolstoy’in dev romanından bahsedeceğimi sanmayın.
Şüphesiz, kahramanlardan Piotr Bezukhof’un Borodino muharebesindeki bocalaması veya Prens Bolkonski’nin metafizik sorgulaması tabii ki yine aynı denklem içinde yer alıyor. Ama ben o harp - sulh ilişkisine güncel ve genel bir bağlamda bakmakla yetineceğim Önce güncel, zira sözümona barış dönemi yaşıyoruz ve savaş olmadığını düşünüyoruz.
OYSA hayır, tiyatrovâri olay gerçekleşmediği müddetçe gazete ve ekranların en kıytı köşelerine atılan haberleri biraz dikkatli izlemek yeter, hayat aslında savaşlarla çalkalanıyor. Kan gövdeyi götürüyor ki hangi birini sayayım? Afganistan’ı mı, Pakistan’ı mı, Çeçenistan’ı mı? Irak’ı mı, Kongo’yu mu, Filipin’i mi? Bunları o çok soğuk ve o çok mesafeli diplomatik ? askeri lisanla “düşük düzey” diye tanımlamak da gerçeği değiştirmiyor. Yine sayısız insan ölüyor ve yine sayısız sefil doğuyor. Hatta teker teker toplasanız, oran belki “klasik savaşlar”ın (!) zayiatlarını bile aşıyor. Tamam da, insanoğlu niçin her daim savaşıyor?
YUKARIDAKİ soruya her arbede, her muharebe, her didişme için ayrı cevap gerekir. Çünkü rasyonel mantık hepsini farklı gerekçelerle açıklamayı zorunlu kılıyor. Eh, Kafkas’taki Çeçenler ayrı, Afrika’daki Tutsiler ise apayrı şeyler için cenk ediyor. Ancak yine de, bütün zıtlaşmaları “savaşın felsefesi” diye adlandırılabilecek bir zihin parametresine oturtan düşünce akımları mevcuttur. Aslına bakarsanız da daima olmuştur. Hadi, İncil’in Adonay Tseavot’unu veya Roma’nın Mars’ını da unutalım ve tüm ilkel toplumları tayin eden cengâverlik tanrılarına, totemlerine yahut fetişlerine falan çıkmayalım. Fakat 19. asırdan itibaren, özellikle de Nietzsche’yle birlikte savaşı kutsayan ve onu bir “diriltici kamçı” olarak algılayan fikriyat belirli bir Batı düşüncesine geniş etki yapmıştır. Bir anlamda, dövüşmeyi ve didişmeyi insan fıtratıyla bütünleştiren bu anti-modernist ve anti-hümanist akım tekrardan modernite öncesinin “barbarlık” (!) değerlerine dönmüştür.
DÖNÜŞ öyledir ki “Garp’ın Ricatı” yazarı Spengler’in gidişatı tersine çevirmek için savaş vaaz etmesinden başlayın ve 1. Harb kahramanı Jünger’in “Ateş ve Kan” methiyesine uzanın, Almanya başta, Avrupa aşırı sağı savaşı “ilerletici motor” olarak teorize etmiştir. Meselâ, aynı Harp patladığında pasifist bir solcu kimliği sunan Mussolini daha sonra İtalya’nın katılımına öncü olurken, “savaş ulus bilincini pekiştirir” temasını işlemiştir. İttihatçı Enver ve şûrekası da İmparatorluğu daha farklı gerekçelerle kaosa itmemiştir. Özetlersek, Prusyalı general von Clausewitz’in “savaş siyasetin uzantısıdır” ilkesi bir anlamda “siyaset savaşın uzantısıdır” şeklindeki bir zıdda dönüştürülmüştür. Savaşın kalıcılığı ve bunun aksine de barışın geçiciliği bir dogma haline getirilmiştir.
TABİİ ki katılmıyorum. Tezler hakkında düşünüyorum ama hiç de ikna olmuyorum. Üstelik, örneğin 1918 ? 1939 arası Yaşlı Kıta devletlerarası bir savaş yaşamadığı için bu dönemin “beyaz adam” tarafından “sulh devri” (!) diye nitelendirilmesi beni ifrit ediyor. Sanki aynı yıllarda Japonya Çin’e, İtalya Habeşistan’a, Fransa Rif’e, Felemenk Cava’ ’ya veya İngiltere Hint’e saldırmamışmış; artı, İspanya da iç harple çalkalanmamış gibi, Batı benmerkezciliğinin kendi dışındaki arbedeleri “fasulyeden” saymasına ateş püskürüyorum Tamam da, bugün aynı yanılgıya ve aynı bencilliğe ben ve bizler de düşmüyor muyuz? İşte sözümona yeni bir “barış dönemi” yaşadığımızı sanıyoruz ve işte “Harp ve Sulh” romanındaki hayati ikilemin Napolyon seferiyle sınırlı kaldığı zehabına kapılıyoruz. Savaş ve barış, insanoğlunun fıtratında hangisinin ağır bastığını hâlâ bilemiyoruz!