24 Temmuz 2010
ÖVÜNMELİYİZ, otuz yıl sonra 12 Eylül darbesini tartışmayı nihayet güncelleştirdik. O halde açık konuşalım. Nesnel, soğuk ve mesafeli tahliller yapmaya çalışalım.
Artı, balyoz yemiş mağdurlar açısından ne denli haklı ve meşru olursa olsun, mümkün mertebe “intikamcı” veya “rövanşçı” hissiyattan arınmak becerisini gösterelim.
Çünkü yukarıdaki darbe çok ciddi bir toplum mühendisliği projesine tekabül ediyordu.
Ve etkileri hala sürdüğüne göre de onu aşmak ancak sebepleri ve sonuçları iyicene irdelemek, sonra onlardan yeni toplumsal ders ve sentezler çıkartmakla mümkün olabilir.
BİR kere her şeyden önce, 12 Eylül 1980’nin alternatifi 11 Eylül 1980 değildi!
Başka bir deyişle, müdahale sabahının arifesine dek parlamenter demokrasinin mevcut olduğunu varsayarak, “öncesi tabii ki daha iyiydi” diye kestirmeden atamayız.
Böyle bir hüküm açık açık yalan söylemek ve göz göre göre gerçeği çarpıtmak olur.
Çünkü hayır, 11 Eylül 1980’ün akşamı 12 Eylül 1980’in şafağından daha iyi değildi!
Tam tersine, daha berbattı, daha korkunçtu ve daha dehşetti!
EVET öyleydi ve o günleri yaşamamış genç kuşaklar için tekrar açıklamak gerekiyor:
Ortalama takvim olarak 1975 ? 1980 yılları arasını alırsak, söz konusu dönemde Türkiye bütün Cumhuriyet tarihinin en karanlık, en kâbuslu ve en kanlı badiresinden geçti.
Bu ülkede her an sayısız cinayet işleniyordu. Kan hakikaten gövdeyi götürüyordu.
Evinden işine, okuluna, bakkalına gitmek kelleyi koltuğa almak anlamına geliyordu.
Bu ülkede değil şehirler, değil semtler, değil mahalleler, sokaklar dahi farklı siyasi fraksiyonların “kurtarılmış bölgesi” (!) addediliyordu. Siyasi maskeli eşkıya kol geziyordu.
Ve nihayet bu ülkede, organik olarak bölünmüş polis dâhil, devlet mekanizmasının kurumları hiçbir şekilde işlemiyordu.
Yani özetlersek, 11 Eylül 1980 akşamı bu ülkede, insanların temel özgürlüğünü oluşturan “yaşamak hakkı” geçerliliğini yitirmişti.
DOLAYISIYLA, dönemin angaje militan ve siyasetçileri hariç kim ki 12 Eylül 1980 sabahı ferahladığını, hiç olmazsa oh çektiğini itiraf etmiyor, kusura bakmasınlar ama onlar ya yalan söylüyorlar ya da hafıza kaybına uğradıkları için o 11 Eylül 1980 akşamını unutuyorlar.
Şaka değil, “yaşamak hakkı”nın tesadüfe kaldığı ve hukuk devletinin son bulduğu bir ülkede, kim olursa olsun, isterse eli en sopalı ve zorbalığı en gaddar zaptiye olsun, asayişi nispeten sağlayacağı umulan her otorite ezici çoğunluk tarafından “kurtarıcı” olarak baş tacı edilir.
Bu da sonsuz “nor-mal-dir”! Sonsuz doğaldır! Sonsuz insanidir!
Yukarıdaki tavrından ötürü de o toplumun eleştirilecek ve küçümsenecek yanı yoktur!
YOKTUR, zira böylesine bir tutum aynı toplumun illâ otoritarizme, totalitarizme, militarizme, itaatkârlığa yatkın olduğu anlamına gelmez. Aşağılayıcı yorumu doğru kılmaz.
Çünkü aslında “a-nor-mal” olan yegâne şey devletin, rejimin ve sistemin “yaşamak hakkı”nı artık garanti edemiyor olmasıdır. Bundan daha anormal bir “anormallik” yoktur!
Dolayısıyla da buradan itibaren ve tıpkı 12 Eylül 1980’de yaşandığı gibi, demokrasi teorisi açısından tabii ki “a-nor-mal” olan askeri darbe hayat pratiğinde “nor-mal”e dönüşür.
Ezici çoğunluk ehven-i şerden yana tercih yapmakla hiç olmasa o hayatını kurtarır.
PEKİİ, 12 Eylül’ü “sonuç” ve onun öncesindeki kaosu da “sebep” addediyorsak, bir de bilhassa ve esas olarak bu sebebin nedenlerini ve sorumlularını aramız gerekir.
Salı günkü yazımda işte o nedenleri ve sorumluları aramaya devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2010
MALÛM, Belçikalı dâhi desinatör George Rémy’nin, nâm-ı diğer Hergé’nin 1929 yılında yarattığı o emsalsiz çizgi-romandaki efsane kahramanın adı “Tenten”dir. İkinci şahsiyet “Kaptan Hadok” ise ayyaş bir deniz kurdu olarak tasvir edilir.
Fakat tek zaafı bu değildir. Her an burnundan soluduğu için bir de dehşet küfürbazdır.
Ama abartmayalım. Serüvenler “yediden yetmişe okunmak” için yayınlanmıştır.
Ahlak zaptiyesi bir Cizvit papazının yönettiği Katolik yayınevi Tophaneli argosuna he diyecek değil ya! Hergé de yedi deryayı dolaşmış Hadok’un ağzını fermuarla sansürlemiştir.
Kaptan’ın öfke ifadelerini o denizlerdeki limanlara özgü lisanlardan üretmiştir.
Pekii, hazretin en çok dil pelengi ettiği kızgınlık alametlerinden birisi de nedir?
Sıkı durun, Fransızca imlâyla “bachi-bouzouk”, Türkçe fonetikle de “başibuzuk”tur!
TABİİ anladınız. Kelime bizim “başıbozuk” sözcüğünün alafrangalaştırılmış şeklidir!
“Hadok Reis”in ağzında kâh lânet, kâh küfür, kâh da ünlem niyetine kullanılır.
Ve geç Osmanlı dönemine özgü ve halis Türkçe bu askeri terimin Joyce ve Voltaire lisanlarına girmesi, İngiliz ve Fransızlarla müttefik olduğumuz 1853 Kırım Harbi’ne uzanır.
Üsküdar’da Cuma gaydası çalan İskoçlara nazire “Kâtibim”i bestelediğimiz ve Yalta açığında gülle yiyen ata büyükbabamı Britanya filikasıyla kurtardığımız harbi kastediyorum.
Buradaki esas hayati noktayı, fonetik açıdan deforme edilmiş şekliyle bile olsa bu “başıbozuk” kelimesinin Batı dillerine bir olumsuz ifadesi olarak girmiş olması oluşturuyor.
NORMALDİR, zira Yeniçeriler zaten mafiş; artı Tımarlı sipahiler de giderek dejenere olmuş, eh Saray da nitelik zaafını kelle sayısının niceliğiyle kapatabileceğini sanmıştı.
Tuttu, itten kopuktan oluşan; kışlaya sırf akçe uğruna giren; talan ve haraç peşinde koşan; ama ne cengi bilen, ne de talime ve terbiyeye gelen ve bugün “lumpen proletarya” diye adlandıracağımız şehir ve köy tortularından sözümona “asker” (!) devşirmeye başladı.
Söz konusu ipsiz takımına da yerden göğe kadar haklı olarak “başıbozuk” denildi.
Ve işte yukarıdaki Kırım Harbi sırasında da Dersaadet, bu ipe sapa gelmez haşereyi hiç olmasa biraz dizginlemeleri için Fransız ve İngiliz zabitlerden yardım rica ve talep etti.
Ne fayda! Bırakın Martini tüfengle nişan vurmayı, herifçioğlulları tekmil vermeyi bile reddettiler. Tek tük cepheye gidenleri de düşmanı gördükleri an geriye tabanvay yağladılar.
Varsa talan; varsa hırsızlık, arsızlık ve canilik; varsa asilik; bu “başıbozuk” avene ne Rus stepinde, ne de onu izleyen 1878 savaşının Tuna ovasında bir nebzecik yararlık gösterdi.
Üstelik bir de kazan kaldırdılar ki, baş belâsı taife nihayet o tarihte baştan defedildi.
Yani “Tenten” çizgi-romanındaki “Kaptan Hadok”un “başi-buzuk” diye küplere binmesi, Frenklerin 19. yüzyıl Osmanlı ordusundaki tecrübeyi tanımış olmasına uzanıyor.
İŞTE diller arasındaki ilişki çoğu defa böyledir.
Etkileşimi kavimlerin, ulusların ve devletlerin tarihin her hangi bir döneminde ve her hangi bir “öteki”ne karşı yansıttıkları imajlar, semboller ve tarzlar belirler.
Yukarıdaki gibi, fonetik deformasyona uğrasalar bile bazı kelimeler, deyimler ve tanımlamalar şu veya bu oluşu adlandırmak için Türkçeden Fransızca ve İngilizceye geçerler.
Ne var ki o “öteki”nin algıladığı o imaj, o sembol ve o tarz bir müddet sonra geçerliliğini yitirirse, yine bir müddet sonra sözcük lügatten çıkar. Veya anlamı unutulur.
Aman aman, ta 1929 doğumlu “Tenten”de kullanılan ve artık unutulmuş olan şu “başi-buzuk” deyimini tekrar hatırlatacak başka imajlar, semboller ve tarzlar yaratmayalım da, öfkesi daima burnundan fışkıran “Kaptan Hadok”un telaffuz yanlışı kusur kalsın!
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2010
KONSER bitti. Bitti de, alkışı geçtim, salon ayaklandı. Şahlandı. Ve tabii ki bis geldi. Eh kapanış Honegger’den yenip yutulmaz “Pasifik 231” senfonisi yapılacak değil ya! Orkestraların podyumu neşeli ve nispeten bildik musikilerle terketmesi adettendir. Dolayısıyla Nvart Hanım tekrar kürsüye çıktı. Çaykovski tınılarını havalandırdı.
O da bitti. Fakat salon yine ayaklandı. Yine şahlandı. Yine arşa kalktı.
İkinci bis dayattı ki, bu defa Cem Bey döndü. Brahms’çı Macar notalarını uçurdu.
Fakat yine bitti. Ancak dinleyici tezahüratının biteceği yok!
Ayaklananların gideceği, şahlananların oturacağı, alkışlayanların da duracağı yok!
HALBUKİ artık gidin, oturun ve durun! Sakinleşin! Rica ederim, sükûnet bulun!
Yoksa sizler çocuklarımızın repertuarını sınırsız mı sanıyorsunuz?
Yoksa her birini daha şimdiden üstâd-ı azam kategorisinde mi addediyorsunuz?
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2010
CENGİZ Aktar sittin senelik arkadaşımdır ama artık onun yaşı da iyicene kemale erdi sayılır. Baksanıza, siyaset bilimciliği tu kaka edip kâhinliğe hevesleniyor.
Güzin Abla gibi her yıl biz İkizler burcu mensuplarını bir araya getirmeyi iş edindi.
Ne zaman ki “Castor” yıldızıyla onun “Polux” yoldaşı gökkubbedeki kavisinde rotaya oturuyor, haydaa, hepimize şurada veya burada buluşuyoruz diye tekmil buyuruyor.
İki elimiz kanda olsa, Tûba, Pelin, dolayısıyla iki Cengiz’ler; artı Sevil, Soli, Neşe, Süleyman ve ister istemez bendenizle refakatçisi falan, saptanan yere arz-ı endam eyliyoruz.
Ayriyeten bizim kozmografik haritayla alakası olmayan iki kişiyi de davet ediyoruz.
Geçen sene Rojin’le Bejan Matur, bu yıl da Delal Dink’le Rober Koptaş’ı ağırladık.
NEYSE, telefona üşenmiş ki, Haziran ortalarında Aktar hepimize ortak mail yolladı.
Tarih ve saat verdikten sonra “yemeği ‘Liberal Lokanta’da yiyoruz” notunu düşmüş. Pardon! Anlamadım! Böyle bir tabelayı ne duymuşluğum, ne de işitmişliğim var!
Hayrola diye ahizeye sarıldığımda ise ne cahilliğim, ne demodeliğim kaldı. Zılgıt attı.
Çünkü meğersem, zaten müdavimi olduğumuz ve hem lezzet, hem zerafet bab’ında kentin en mükemmel taam masalarından olan “Karaköy Lokantası”, gerek “in” ve kalantor tabaka; gerekse de özgürlükçülere kin kusan statüko zevatı tarafından bu isimle vaftiz edilmiş.
Bizler mekân tuttuğumuz için midir, yoksa başka bir neden midir, orasını bilemiyorum
MABEDİN yaratıcısı, yöneticisi ve maestrosu Aylin ve Oral Kurt çifti yine pek bir boşboğazca kullanılmış şu “liberal” (! ) sıfatını ticari açıdan nasıl karşılıyorlardır, fikrim yok! Ancak ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz ve mezesi, aşçısı, garsonu hastır “Karaköy Lokantası”nın şayiasına bakılmaz, yakıştırma işte ancak cürmü kadar yer yakar. Geçelim...
Üstelik doğrusu, ben kendi hesabıma gayet de mutlu oldum. Bir nebze gocunmadım. Tam tersine, demek biz o “liberaller” (!) ağız tadı olan, gusto adabı kollayan, estetik kıstaslarda da çıtayı çok yukarıda tutan insanlarmışız ki, yeşil çinili, füme ahtapotlu, kalamar ızgaralı ve halis zeytinyağlı lokantayı baş tacı edecek kadar zevk, izan ve gırtlak sahibiymişiz.
Esas övünç tabii ki Kurt çiftine aittir ama eh kıyısından köşesinden bize de pay çıkar.
EVET, yukarıdaki o füme ahtapot veya Yunan adalarında dahi yiyemeyeceğiniz nefasetteki o kalamar ızgara; artı, burada tarif edemeyeceğim lezzetteki mezeler ve balıklar bir yana, lokanta bu mideviliğin ötesinde bir de görsel anıt olarak taçlanıyor.
Çocukluğumdan beri önünden geçtiğim ve hatta babamın birkaç defa öğle yemeğine de götürdüğü eskinin “kıranta esnaf” lokantası yeni sahipleriyle birlikte Galata’nın ruhuna sadık kalan, fakat bu sadakati daha da üst perdede “estetize eden” bir abideye dönüştü.
“Liberal” veya değil kimin umurunda, o lokanta artık bir ku-rum-dur!
OYSA hayır, burada o “kitsch” zevksizliklerin yeni zengin restoranlarındaki gibi gudubet avizeler, altunî tabaklar, Teksasvârî koltuklar, arabeskli çatallar aramayın!
Burada göz adabına tecavüz yasaktır! Burada yaz kaldırımındaki masaların yegâne dekorunu, Lizbon dönüşü Tophane gemicilerinin rıhtıma taşıdığı liman estetikleri oluştur.
Yine hayır, burada aynı hırtlık mekânlarında rastlanan ve it ite, it kuyruğuna buyurdu misali kominin komisinin dahi hazırol durduğu uşak servisi ve derebey komutu beklemeyin.
Burada sipariş alınır, getirilir, ama ondan sonra masa mahremiyetiniz iğfal edilmez.
Ve Aylin Hanım da, Oral Bey de kolalı örtüyü bizzat değiştirmekten gocunmaz.
“Karaköy Lokantası”nın nâmı “liberal lokanta”ya (!) çıkmışmış... İftihar edilir!
Zaten Cengiz’i uyardım, gelecek yılki İkizler Burcu yemeği için şimdiden yer ayırtsın.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2010
SİYASET bir pragmatizm sanatıdır. Aslında bakarsanız da gerçekçiliğin ta kendisidir. Önce ilke ve hedef belirlenir. Birincisi stratejik, ikincisi ise yarı stratejik, yarı taktiktir.
Sonra o saptanmış olan hedefe ulaşılmaya, daha doğrusu politika arenasında hüküm süren güç dengelerinden dolayı söz konusu hedefe en çok yaklaşan noktaya varılmaya çalışılır
Bu pratik uygulama esnek, şekilde elâstik ve zamanda değişken tarzlar gerektirir.
Ancak, ilkelerden asla ve asla taviz verilmez.
Verildiği takdirde ise artık pragmatizmden değil oportünizmden söz etmek gerekir.
İMDİİ, dünkü yazımda dobra dobra ifade ettiğim gibi, 12 Eylül’de gerçekleşecek Anayasa değişikliği referandumunda ben göğsümü gere gere e-v-e-t oyu kullanacağım.
Bu, yukarıdaki “pragmatik siyaset” teorisini benimsemiş olmamdan kaynaklanıyor.
Zira stratejik ilkem zaten belli: Evrensel ve laik demokrasi değerleriyle özdeşleşiyor.
Dolayısıyla, değişikliği onaylamakla onlardan bir dirhem taviz vermiş olmuyorum.
Çünkü isterse ağızlarıyla kuş tutsunlar, hiç kimse şu Anayasa Mahkemesi tarafından kısmen iğdiş edilmiş haliyle bile sandığa sunulacak taslağın, bugünkü “apoletli anayasa”dan daha az çoğulcu, daha az sivil, daha az adil ve daha az seküler olduğuna bana ispatlayamaz.
Yüksek yargıdaki üye sayısını değiştiren maddeler dâhil, tüm eksik ve zaaflarına rağmen TBMM’den geçmiş olan bu taslak hal-i hazırda kullandığımızdan kat be kat ileridir!
ÜSTELİK yine dünkü yazımda bu defa 1987 referandumundan örneklediğini gibi, iki ay sonra gerçekleşecek halkoylaması ne iktidar, ne de muhalefet için bir plebisittir. Olamaz.
Elmalarla armutları karıştırmayalım, reforma “evet” AKP’ye “evet” anlamına gelmez.
“Hayır” da muhalefete “evet” demek anlamına gelmez. İki taraf için de gelmemelidir.
Zaten o iki taraf bunun böyle olmadığını hiç durmadan vurgulamalıdır ki, hem vicdani tercih yapılabilsin, hem de sonuç kaybeden veya kazanan bir parti algılamasına yol açmasın.
Pekii, “stratejik ilke”de durum böyle de “taktik hedef”te durum nedir?
AYNIDIR! Tıpkısının aynısıdır!
Ama tabii ki doğru, “esas hedef” o meşum 12 Eylül Anayasası’nın çöpe atılmasıdır.
Ve yine doğru, benim gönlümde yatan aslan bir kurucu meclis vasıtasıyla statükoyu dönüştürecek, en azından onu “çağdaşlaştıracak” (!) yeni bir anayasa yapılmasıdır.
Artı, iktidarın işi nispeten aceleye getirmesi; sırf Yüksek Yargı’ya yönelikmiş gibi bir izlenim yaratması; bir dizi hayati noktanın da taslağa girmemesi büyük zaaf oluşturmaktadır.
Bütün bunlara amenna!
KABUL de yukarıdaki pragmatik siyaset açısından, yani aslında gerçekçi pertavsızdan bakıldığı takdirde ortada tek bir soru ve tek bir cevap var! Üçüncü bir alternatif mevcut değil!
Ya burnu büyüklük taslayıp ve binbir dereden su getirip azamiyetçi taleplerde ısrar edeceğiz; dolayısıyla da kadı kızındaki kusurlardan ötürü 12 Eylül’de “hayır” diyeceğiz.
İşin özü, çıkmaz ayın son çarşambasına kadar “apoletli anayasa”yı sineğe çekeceğiz.
Veya aksine, “esas hedef” mutlaka saklı kalmak kaydıyla, misafir umduğunu değil bulduğunu yer hesabı, açlığımızı gidermek için masaya konan “asgâri” tayını kaşıklayacağız.
Buradan aldığımız enerjiyle de daha çok “azami” isteyeceğiz. Ve, kazanılan mevziden hareketle o “apoletli anayasa”nın rütbesini artık nispeten yakın bir gelecekte sökeceğiz.
Başka bir orta yol yokl! Varolduğu iddiasıyla “hayır” diyenler ise aslında hem kasten ipe tuz seriyorlar; hem de sırf “taktif hedef” olarak değil, “stratejik ilke” olarak da evrensel demokrasiyi odak merkezine koymadıkları için, pragmatik siyaset gerçekliğini reddediyorlar.
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2010
AZİZ ruhu şad ve mekânı cennet olsun, ben Turgut Özal’ı çok severdim. Ciddi zaaflarını bilir ve bunları da kıyasıya eleştirirdim ama yine de çok severdim.
Nitekim öyle sulu zırtlak biri olmamama rağmen öldüğünde hüngür hüngür ağladım.
Dolayısıyla Şevket Süreyya’nın kronolojisini biraz daha uzatarak Özal’ı Atatürk, İnönü ve Menderes’le birlikte Cumhuriyet tarihimizdeki “dördüncü adam” addederim.
Farklılıklarına rağmen bunların her biri “Türk modernleşmesi”nin öncüsü oldular.
Veya sürecin arızaya uğramamasında katkıda bulundular ki, hepsi nur içinde yatsın!.
* * *
BUNA karşılık, Allah uzun ömür ihsan eylesin, ikisi hayatta; ikisi göçtü, Cenab-ı Hak taksiratlarını affetsin, Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş’ten oluşan ekibi hiç sevmezdim.
En baştan beri, günahım kadar hazetmedim. Sağ kalanlarından da hala hazetmiyorum
Dolayısıyla, bu defa Çin kronolojisine atfen onları “dörtlü” diye adlandıracağım.
Zira söz konusu siyaset ricali 1970’ler Türkiye’sindeki kaosun yegâne sorumlularıdır.
Hatta her askeri darbede yaptığı gibi şapkasını alıp tüymek yerine, 28 Şubat’a “hınk” diyerek son koltuğa yapışmayı yeğleyen eski AP önderini daha ertesinden de sorumlu tutarım.
Ancaak...
* * *
ANCAĞI şu ki, o hiç hoşlanmadığım “dörtlü” mensuplarını siyasi hayattan men eden ceberut 12 Eylül Anayasası’nın değiştirilmesi ve onların tekrar politikaya dönmesi için referandum gündeme geldiği an, ben bir saniye ve bir salise bile tereddüte düşmedim.
Gözümü kapamadan ve zerre hesaba kitap yapmadan derhal “evet” diye haykırdım.
Çok sevdiğim Özal’ın “no, no” kampanyasına karşı zehir zemberek yazılar yazdım.
Kendisini demokrasi ilkelerini çiğnemekle suçlayan binbir makale kaleme aldım.
6 Eylül 1987 günü geldiğinde de sandığın içine kocca bir “evet” pusulası attım.
Tersini düşünmem, uygulamam veya önermem ancak kendime ihanete olurdu!
* * *
EVET evet, hem kendime, hem de inandığım bütün ahlâki değerlere ihanet olurdu!
Zira evrensel demokrasiyi sahiplendiğini söyleyen bir insan, kendi paşa gönlü öznel olarak şu veya bu politikacıdan hazetmiyor diye, onlara tamamen gayr-ı meşru şekilde ve üstelik kanlı bir askeri cunta tarafından dayatılmış yasaklamayı nasıl onaylayabilir?
Böyle bir kemiksizlik hangi ilkeye, hangi dürüstlüğe, hangi namusa, hangi etiğe sığar?
Velev ki o “dörtlü”den hoşlanmıyor ve Özal’ı “dördüncü adam” addedecek kadar seviyor olayım. Burada aynı “dörtlü” haklı, ANAP lideri ise haksız konumdadır!
Dolayısıyla tabii ki ilkinden yana tutum almak ve Voltaire’nin, “fikirlerinizin tümüne karşıyım, ama onları hür biçimde ifade edebilmeniz için ölmeye hazırım” deyişini düstur bellemek gerekir ki, lâfta “demokrat”la (!), özde demokratı ayıran özellik de işte buradadır.
* * *
İMDİİ, tam yirmiüç yıl öncesine uzanan yukarıdaki emsali kasten örnek verdim.
Çünkü şimdi hiç evelemeden gevelemeden ve de asla her hangi bir “mahçubiyet” (!) duygusuna kapılmadan; aksine, göğsümü gere gere ve dobra dobra burada şunu açıklıyorum:
12 Eylül’de gerçekleşecek anayasa referandumunda ben yine e-v-e-t diyeceğim!
“Yandaş” iftirası, “liboş” küfrü, “Bremen mızıkacısı” acizliği vız gelir tırıs geçer.
Zira nasıl ki 1987 oylamasında demokrasi ahlâkına ve kültürüne sadık kalmak için o çok sevdiğim Özal’a karşı o hiç sevmediğim “dörtlü”yü tavizsiz desteklemiştim, işte aynı ilkesel ve etik sadakati korumak için bugün de tıpkısını yapmakla yükümlüyüm.
Ve aslına bakarsanız, demokratik değerleri lâfta değil özde sahiplenen herkesten de aynı tavır beklenir ki, bunun nedenlerine ve benim “evet”imin gerekçelerine yarın geleceğim.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2010
YUKARIDAKİ soruyu geçen çarşamba sorduktan sonra üç ayrı yazıda aramaya çalıştığım ve bugün noktalayacağım cevap tasarılarını kısa bir sentez şeklinde özetleyeyim: * * *
BATI, mutlaka Avrupa’dır. Yeni Dünya’daki Batı ise ancak Yaşlı Kıta’nın uzantısıdır.
Siyasi felsefi açıdan ise İrlanda Denizi’yle Ren Nehri arasında kalan kesimdir.
Zaten Britanya Adaları’nı eklediğimiz takdirde de söz konusu coğrafya aşağı yukarı Karlman’ın Ortaçağ İmparatorluğu’na tekabül eder. Şimdiki AB’nin ilk sathı da burasıdır.
Çünkü bu bölge rasyonel düşüncenin ve demokrasi kültürünün kurumlaştığı alandır.
Nitekim hanidir ve hanidir “Batı” dediğimizde de anladığımız şey budur.
Yani filozof Husserl’in ifadesiyle söylersek o Batı, Kadim Yunan’dan miras eleştirel mantıkçılığı ve demokratik uygulamacılığı özümsemek azmidir ki, haritayla sınırlanamaz.
* * *
İŞTE aynı Batı tarihin belirli bir döneminden itibaren maddi üstünlük kazandı.
Böyle bir gelişme de o güne dek kendisini “merkez” addeden ve Batı olmayan diğer uygarlıkları krize sürükledi. Çin de, Osmanlı da, Japon da, Hint de ortak buhranlar yaşadılar.
Dolayısıyla bunların her biri, artık fiilen “merkez”e dönüşmüş olan Avrupa’nın tahakkümü kırmak veya cazibesini budamak için çıkış yolları aradılar.
Tamamen içine kapanmak refleksini bir kenara bırakırsak da tek gerçekçi metot olarak bizzat aynı Avrupa’yı örnek almak yahut onu taklit etmek yöntemi dayattı.
Ancak “talepkar” ya da “kopyacı” taraf o Batı olmayan uygarlıklar olduğu içindir ki, buradan itibaren ve ister istemez, onlar açısından bir “eşitsizlik ilişkisi” devreye girdi.
Ve bu eşitsizliğin yarattığı yeni kriz ve travmalar bir yana, söz konusu uygarlıkların çoğu Batı’nın biçim ve tekniği benimsemek tercihiyle yetindiler
Fakat doyurucu bir sonuca varamadılar ki, zaten de işler buradan itibaren çatallaştı!
* * *
BURADAN itibaren çatallaştı, çünkü Batı’nın “üstünlüğü”ndeki şekil, tarz, teknik, vs., sebep-sonuç ilişkisinde yalnız ve yalnız birer sonuçtur!
Zira tekrar Edmund Husserl’in tanımına dönersek Batı’nın “öz”ü tüm ruhi geri planı ve zihni birikimiyle birlikte eleştirel mantıkçılığa ve demokratik uygulamacılığa odaklıdır.
Meselâ Amerika’nın teorik keşfini Kolomb kalyonlarının Barbaros kadırgalarına oranla denize daha dayanıklı olması mümkün kılmadı. Tanım Amerigo Vespucci’nin farklı bir kıtanın varlığını anlayacak kadar coğrafi merak ve bilgiye sahip olmasıyla kabul gördü.
Ama aynı merak ve bilgiye uzak durdukları içindir ki yukarıdaki tarihten haniyse üç asır sonra, yine teorik olarak bilseler bile 3. Mustafa da, Mandalzade Hüsamettin Paşa da Baltık’taki Rus donanmasının Cebelitarık’tan geçip Çeşme’ye varabileceği ihtimalini ıskaladı.
Dolayısıyla, Batı’yı “Batı” yapan
“öz” ne şapkadır, ne mucitliktir, ne de şudur budur!
* * *
HAYIR hayır, insanlık tarihinin
belirli bir döneminden beri o Batı’yı diğer uygarlıklar nezdinde üstün kılan şey yukarıdaki “biçim”ler ve “sonuç”lar değildir!
Nitekim de Batı olmayan aynı uygarlıklar bunları pekala taklit edebilirler. Zaten ettiler
Fakat “öz”ü ve “sebep”i, yani “Batı düşüncesi” denilen fikir sistematiğini hakkıyla kavramadıkları; artı, söz konusu sistematikle bütünleşen demokrasiyi de içselleştirmedikleri ölçüde, maddi zenginliğe kavuşanları dâhil hiçbiri manevi mesafeyi kapatamadı. Kapatamıyor
Zira aynı “Batı düşüncesi”ni üstün kılan esas noktayı, eleştirelliğin ve şüpheciliğin bizzat aynı düşüncenin reddine dahi imkân tanıyan bir fikriyat ve yöntem sunması oluşturuyor
Ve, tarihteki diğer hiçbir düşünce kendisine karşı böylesine sorgulayıcı davranmadı.
Zaten sanıyorum ki “Batı nedir”in cevabı da bu sorunun ta kendisinde yatıyor!
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2010
AZ biraz reşit çağa gelir gelmez Mao’nun yaptığı ilk iş ne olmuştu biliyor musunuz?
At kuyruğu saçlarını kesmek ve Çin “kalem efendileri”ne özgü entariyi yırtmak!
Evet evet, komünist iktidarı kurduktan sonra “Doğu Kızıldır” marşını empoze eden ve kendisini “Batı’nın esas düşmanı” olarak sunan şu meşhur Mao Zedung’u kastediyorum.
Ne tezat değil mi? Fikirleri netleşir netleşmez daha sonraki “uzun yürüyüş”ünün ilk adımını, ait olduğu “Doğu”nun simgelerini o nefret ettiği “Batı”nınkilerle değiştirerek atıyor.
Not edelim, zira “modernleşme” hamlelerindeki “öz - biçim” ilişkisine ışık tutuyor.
Yazının Devamını Oku