ÖVÜNMELİYİZ, otuz yıl sonra 12 Eylül darbesini tartışmayı nihayet güncelleştirdik.
O halde açık konuşalım. Nesnel, soğuk ve mesafeli tahliller yapmaya çalışalım. Artı, balyoz yemiş mağdurlar açısından ne denli haklı ve meşru olursa olsun, mümkün mertebe “intikamcı” veya “rövanşçı” hissiyattan arınmak becerisini gösterelim. Çünkü yukarıdaki darbe çok ciddi bir toplum mühendisliği projesine tekabül ediyordu. Ve etkileri hala sürdüğüne göre de onu aşmak ancak sebepleri ve sonuçları iyicene irdelemek, sonra onlardan yeni toplumsal ders ve sentezler çıkartmakla mümkün olabilir.
BİR kere her şeyden önce, 12 Eylül 1980’nin alternatifi 11 Eylül 1980 değildi! Başka bir deyişle, müdahale sabahının arifesine dek parlamenter demokrasinin mevcut olduğunu varsayarak, “öncesi tabii ki daha iyiydi” diye kestirmeden atamayız. Böyle bir hüküm açık açık yalan söylemek ve göz göre göre gerçeği çarpıtmak olur. Çünkü hayır, 11 Eylül 1980’ün akşamı 12 Eylül 1980’in şafağından daha iyi değildi! Tam tersine, daha berbattı, daha korkunçtu ve daha dehşetti!
EVET öyleydi ve o günleri yaşamamış genç kuşaklar için tekrar açıklamak gerekiyor: Ortalama takvim olarak 1975 ? 1980 yılları arasını alırsak, söz konusu dönemde Türkiye bütün Cumhuriyet tarihinin en karanlık, en kâbuslu ve en kanlı badiresinden geçti. Bu ülkede her an sayısız cinayet işleniyordu. Kan hakikaten gövdeyi götürüyordu. Evinden işine, okuluna, bakkalına gitmek kelleyi koltuğa almak anlamına geliyordu. Bu ülkede değil şehirler, değil semtler, değil mahalleler, sokaklar dahi farklı siyasi fraksiyonların “kurtarılmış bölgesi” (!) addediliyordu. Siyasi maskeli eşkıya kol geziyordu. Ve nihayet bu ülkede, organik olarak bölünmüş polis dâhil, devlet mekanizmasının kurumları hiçbir şekilde işlemiyordu. Yani özetlersek, 11 Eylül 1980 akşamı bu ülkede, insanların temel özgürlüğünü oluşturan “yaşamak hakkı” geçerliliğini yitirmişti.
DOLAYISIYLA, dönemin angaje militan ve siyasetçileri hariç kim ki 12 Eylül 1980 sabahı ferahladığını, hiç olmazsa oh çektiğini itiraf etmiyor, kusura bakmasınlar ama onlar ya yalan söylüyorlar ya da hafıza kaybına uğradıkları için o 11 Eylül 1980 akşamını unutuyorlar. Şaka değil, “yaşamak hakkı”nın tesadüfe kaldığı ve hukuk devletinin son bulduğu bir ülkede, kim olursa olsun, isterse eli en sopalı ve zorbalığı en gaddar zaptiye olsun, asayişi nispeten sağlayacağı umulan her otorite ezici çoğunluk tarafından “kurtarıcı” olarak baş tacı edilir. Bu da sonsuz “nor-mal-dir”! Sonsuz doğaldır! Sonsuz insanidir! Yukarıdaki tavrından ötürü de o toplumun eleştirilecek ve küçümsenecek yanı yoktur!
YOKTUR, zira böylesine bir tutum aynı toplumun illâ otoritarizme, totalitarizme, militarizme, itaatkârlığa yatkın olduğu anlamına gelmez. Aşağılayıcı yorumu doğru kılmaz. Çünkü aslında “a-nor-mal” olan yegâne şey devletin, rejimin ve sistemin “yaşamak hakkı”nı artık garanti edemiyor olmasıdır. Bundan daha anormal bir “anormallik” yoktur! Dolayısıyla da buradan itibaren ve tıpkı 12 Eylül 1980’de yaşandığı gibi, demokrasi teorisi açısından tabii ki “a-nor-mal” olan askeri darbe hayat pratiğinde “nor-mal”e dönüşür. Ezici çoğunluk ehven-i şerden yana tercih yapmakla hiç olmasa o hayatını kurtarır.
PEKİİ, 12 Eylül’ü “sonuç” ve onun öncesindeki kaosu da “sebep” addediyorsak, bir de bilhassa ve esas olarak bu sebebin nedenlerini ve sorumlularını aramız gerekir. Salı günkü yazımda işte o nedenleri ve sorumluları aramaya devam edeceğim.