AZİZ ruhu şad ve mekânı cennet olsun, ben Turgut Özal’ı çok severdim.
Ciddi zaaflarını bilir ve bunları da kıyasıya eleştirirdim ama yine de çok severdim. Nitekim öyle sulu zırtlak biri olmamama rağmen öldüğünde hüngür hüngür ağladım. Dolayısıyla Şevket Süreyya’nın kronolojisini biraz daha uzatarak Özal’ı Atatürk, İnönü ve Menderes’le birlikte Cumhuriyet tarihimizdeki “dördüncü adam” addederim. Farklılıklarına rağmen bunların her biri “Türk modernleşmesi”nin öncüsü oldular. Veya sürecin arızaya uğramamasında katkıda bulundular ki, hepsi nur içinde yatsın!. * * * BUNA karşılık, Allah uzun ömür ihsan eylesin, ikisi hayatta; ikisi göçtü, Cenab-ı Hak taksiratlarını affetsin, Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş’ten oluşan ekibi hiç sevmezdim. En baştan beri, günahım kadar hazetmedim. Sağ kalanlarından da hala hazetmiyorum Dolayısıyla, bu defa Çin kronolojisine atfen onları “dörtlü” diye adlandıracağım. Zira söz konusu siyaset ricali 1970’ler Türkiye’sindeki kaosun yegâne sorumlularıdır. Hatta her askeri darbede yaptığı gibi şapkasını alıp tüymek yerine, 28 Şubat’a “hınk” diyerek son koltuğa yapışmayı yeğleyen eski AP önderini daha ertesinden de sorumlu tutarım. Ancaak... * * * ANCAĞI şu ki, o hiç hoşlanmadığım “dörtlü” mensuplarını siyasi hayattan men eden ceberut 12 Eylül Anayasası’nın değiştirilmesi ve onların tekrar politikaya dönmesi için referandum gündeme geldiği an, ben bir saniye ve bir salise bile tereddüte düşmedim. Gözümü kapamadan ve zerre hesaba kitap yapmadan derhal “evet” diye haykırdım. Çok sevdiğim Özal’ın “no, no” kampanyasına karşı zehir zemberek yazılar yazdım. Kendisini demokrasi ilkelerini çiğnemekle suçlayan binbir makale kaleme aldım. 6 Eylül 1987 günü geldiğinde de sandığın içine kocca bir “evet” pusulası attım. Tersini düşünmem, uygulamam veya önermem ancak kendime ihanete olurdu! * * * EVET evet, hem kendime, hem de inandığım bütün ahlâki değerlere ihanet olurdu! Zira evrensel demokrasiyi sahiplendiğini söyleyen bir insan, kendi paşa gönlü öznel olarak şu veya bu politikacıdan hazetmiyor diye, onlara tamamen gayr-ı meşru şekilde ve üstelik kanlı bir askeri cunta tarafından dayatılmış yasaklamayı nasıl onaylayabilir? Böyle bir kemiksizlik hangi ilkeye, hangi dürüstlüğe, hangi namusa, hangi etiğe sığar? Velev ki o “dörtlü”den hoşlanmıyor ve Özal’ı “dördüncü adam” addedecek kadar seviyor olayım. Burada aynı “dörtlü” haklı, ANAP lideri ise haksız konumdadır! Dolayısıyla tabii ki ilkinden yana tutum almak ve Voltaire’nin, “fikirlerinizin tümüne karşıyım, ama onları hür biçimde ifade edebilmeniz için ölmeye hazırım” deyişini düstur bellemek gerekir ki, lâfta “demokrat”la (!), özde demokratı ayıran özellik de işte buradadır. * * * İMDİİ, tam yirmiüç yıl öncesine uzanan yukarıdaki emsali kasten örnek verdim. Çünkü şimdi hiç evelemeden gevelemeden ve de asla her hangi bir “mahçubiyet” (!) duygusuna kapılmadan; aksine, göğsümü gere gere ve dobra dobra burada şunu açıklıyorum: 12 Eylül’de gerçekleşecek anayasa referandumunda ben yine e-v-e-t diyeceğim! “Yandaş” iftirası, “liboş” küfrü, “Bremen mızıkacısı” acizliği vız gelir tırıs geçer. Zira nasıl ki 1987 oylamasında demokrasi ahlâkına ve kültürüne sadık kalmak için o çok sevdiğim Özal’a karşı o hiç sevmediğim “dörtlü”yü tavizsiz desteklemiştim, işte aynı ilkesel ve etik sadakati korumak için bugün de tıpkısını yapmakla yükümlüyüm. Ve aslına bakarsanız, demokratik değerleri lâfta değil özde sahiplenen herkesten de aynı tavır beklenir ki, bunun nedenlerine ve benim “evet”imin gerekçelerine yarın geleceğim.