Paylaş
İşte 1975 – 1980 yılları arasında Türkiye siyaset sınıfının yapmış olduğu şey de budur!
YUKARIDA “sınıf” derken demokrasilerde mevcut olan politika erbabını kastettim.
İşte o erbap bazı dönemlerde, her hangi bir dış dayatmadan dolayı falan değil sırf iç organizmasındaki aktörlerin körlüğünden, partizanlığından, basiretsizliğinden, inatçılığından vs. ötürü kamayı kınından çeker ve hançeri karnına saplayarak hara-kiri yapar.
Üstelik Japon yazar Mişima’nın ünlü “seppuku”su gibi ritüel ve kaidelere de uymaz.
Bıçağı kendi böğrüne indirmeden önce bir de sağını solunu yara bere içinde bırakır
Tıpkı, 11 Eylül 1980 gecesine dek Türkiye siyaset sınıfının tümüyle yaptığı gibi!
Tıpkı, oluk oluk akan kana rağmen bir kifayetsizin “bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diye meydan okuması; diğer kifayetsizin ise “solculuk” (!) adına ülkeyi uçuruma, iflasa ve kaosa sürüklemesi zaten bir yana, aylarca ve aylarca cumhurbaşkanı bile seçemeyen Demirel’lerin, Ecevit’lerin, Erbakan’ların, Türkeş’lerin intihar yöntemi gibi!
ANCAK şu kesin, yukarıdaki tür intiharlarda ne ilk, ne de tek emsaliz!
Meselâ 1919 sonrasındaki Weimar Almanya’sı da aynı cins ölümle can vermişti.
Naziler tam gaz geliyor ama komünistler sosyal demokratları “baş düşman” sayıyor. Burnundan kıl aldırmayan Katolikler ve liberaller ise kadı kızında kusur buluyor. Orak çekiçle gamalı haç ise eşkıyalıkta yarışıyor. Malûm, cenazeyi 30 Ocak 1933 Berlin’inde defnettik.
Yahut iki savaş arasındaki Fransa’nın 3. Cumhuriyeti de bağrını aynı bıçakla deşmişti.
Bir, beş, on koalisyon, altı ay dayanan hükümet rekor kırdı sayılıyor. Hitler Ren’i de aşmış ama “savaş tahrikçisi” damgası yemekten korkan hangi iktidar askeri kredi isteyecek? Artı, Çekoslovakya Münih’te zaten aynı Hitler’e hibe edilmiş, fakat faşist sağ “Polonya’dan bize ne” diye kıyameti kopartıyor. İşte Paris’teki tabut da ilkinden yedi yıl sonra gömüldü.
Bunlara 1922 öncesinin İtalya ve 1936 öncesinin İspanya örneklerini de ekleyebilirim
Evet evet, 12 Eylül 1980 arifesi Türkiye’sindeki siyaset sınıfı tüm basiretsizliğiyle ve kolektif biçimde intihar ederken modern tarihte istisna oluşturmadı ki, eh bari teselli bulalım!
OYSA hayat topyekûn siyasettir. Ve o hayat o siyasetteki boşluğu asla kaldırmaz.
Başka bir deyişle, iktidar hiçbir zaman uzun süre “sallantıda” (!) kalmaz ve kalamaz.
Dolayısıyla intiharın kadavrası daha soğumadan devreye derhal başka aktörler girer.
Tabiatıyla da bu yeni aktörler demokrasilerdeki klasik politika erbabına dâhil olmayan sivil, askeri veya ruhban unsurlardan oluşurlar.
Armut piş ağzıma düş misali iktidar ve devlet mekanizması ele geçirenler, ülkenin sosyolojik yapısına ve zamanın konjonktürüne göre toplumdaki en örgütlü, en azimli, en güçlü ve en dinamik kurum temsilcileriyle özdeşleşirler.
Kâh 17 Kasım 1917 Rusya’sındaki veya 30 Ocak 1933 Almanya’sındaki gibi totaliter bir partide; kâh 10 Temmuz 1940 Fransa’sındaki gibi otoriter – korporatist bir elitte; kâh 16 Ocak 1979 İran’ındaki gibi teokratik bir hiyerarşide ve kâh da 12 Eylül 1980 Türkiye’sindeki gibi militarist bir orduda cismanileşirler ki, zaten esas yaygın eğilim bu sonuncusundadır.
BURADAKİ niyetim 12 Eylül başta, darbelerin iyi – kötü; haklı – haksız; meşru – gayr-ı meşru olduğuna dair siyasi - ahlâki bir hüküm vermek olmadığına; sadece o darbelerin sebep ve sorumlularını soğuk, nesnel ve mesafeli bir şekilde aramaya çalışmak olduğuna göre, yarın konuyu tekrar siyaset sınıfı açısından deşmek kaydıyla bugünkü yazımı şöyle bitireyim:
Yukarıdaki bütün örneklerde esas “s-u-ç-l-u” intiharı seçmiş olan o siyaset sınıfıdır!
Paylaş