Gülse Birsel

Ne bu şiddet bu celal?

7 Kasım 2018
ŞU şahane ülkede ne kadar kızgın, ne kadar şiddete meyilli insanlar haline geldik farkında mısınız?

İki ünlünün yaşadığı olaydan yola çıkıp yazmıyorum bu yazıyı. (O konudaki fikrimi zaten tahmin edebilirsiniz, şimdilik sadece reklamları konusunda tereddütsüz karar veren markayı hararetle tebrik etmekle yetineyim.) Ama farkındaysanız sokakta, evde, sosyal medyada, ekranda artık şiddet hep başrol!

Kendi sektörümden başlayayım mı? Çok ileri gitmeyin, 10-15 yıl önce ‘Kurtlar Vadisi’nde ne çok insan ölüyor sohbeti dönerdi. Şimdi dizilerin yüzde doksanında hikâyelerin çoğu tehdit, yaralama, dövme, vurma, öldürme üzerine. Dizilerdeki haftalık ölü sayısının toplamını hesaplamak imkânsız gibi. Kadına şiddet ise zaten en sık kullanılan temalardan. İlginçtir, bir komedi dizisinde “salak” gibi masum bir kelime birkaç defa kullanıldığında biri ‘bip’leniyor. “Kıç” kelimesi yasak örneğin. Votka, şampanya demek; bir düğün sahnesinde bile içki bardağı göstermek yasak. Ama dizi hikâyelerinde kadın dövmeye, adam bıçaklamaya, silah sıkmaya, insan öldürmeye getirilen bir yasak, sınır, kural yok!

Senaristler de ruh hastası değil tabii. Toplumda ne varsa, ne konuşuluyor ve yaşanıyorsa onu yazıyorlar ister istemez.

Sosyal medya bile ilk günlerine göre ne kadar agresif farkında mısınız? En sakin, en ılımlı fikrin altında kavga edenlerin üslubu, birbirlerine ettikleri hakaret, küfür ve tehditler tüyler ürpertici değil mi?

Kadına şiddet memlekette temel problemlerimizden biri haline geldi. Ne oldu da bu kadar yaygınlaştı?

Çocukların gördüğü eziyet zaten üzerinde soğukkanlılıkla yazılamayacak kadar acı.

Hayvanlardan bahsedeyim mi?

Hadi bunlar hep manyak, hep deli, hep sapık. Hadi bunların hepsi konuşuluyor, yasalar çıkarılmaya uğraşılıyor vesaire.

Yazının Devamını Oku

Niye el âlemin plastik atık deposuyuz?

31 Ekim 2018
GEÇTİĞİMİZ hafta dizide Gizem’in “Ben büyük balık küçük balığı yer sanıyordum, meğer büyük balık küçük pet şişe yiyormuş” repliği sosyal medyada çok konuşuldu. Meğer herkes nehir ve denizlerimizdeki kirlilikten, balıklarımızın atık plastik yiyen, cıva dolu, yer yer mazot kokan bir gıdaya dönüşmekte olduğundan bahsediyormuş. Bu güncel ve büyük bir sıkıntımızmış.

Aynı hafta dehşet içinde öğrendim ki kendi çöpümüz yetmiyormuş gibi, İngiltere’nin de plastik atık deposu haline gelmişiz!

The Guardian’ın haberine göre 2018’in ilk 3 ayında İngiltere bize 27 bin ton plastik atık yollamış! Bir önceki yılın iki katından fazla ediyor bu! Malezya ve Vietnam bile İngiltere’den gelen atıklara sınır koymuş, Polonya da benzer bir kota düşünüyor. Bizse içinde bulunduğumuz ekim ayı itibariyle Polonya’ya gönderilen atıkları bile aşıp İngiltere’nin ikinci en büyük plastik çöplüğü haline gelmişiz! Bravo bize!

Tabii plastiği gönderen, bunlara Türkiye’de ne oluyor, uygun şartlarla geridönüşümleri yapılıyor mu filan kontrol etmiyor. Bizim yetkililerden kontrol eden var mı? E onu kimse bilemez, zira neremiz doğru ki! Mesela 2015 OECD verilerine göre Türkiye atıklarının sadece yüzde birini geridönüştürüyor!

Esasında bizim içeride kullandığımız plastiğin yüzde sekseni toplayıcılar tarafından biriktirilip satılıyor. Bunların da bir kısmı geridönüşümle naylon torba gibi plastik ürünlerine dönüştürülüyor. Ama “ithal plastik atık” bütün bu dengeleri bozuyor ve aslında toplayıcılara talebi de düşürerek kendi plastiklerimizin sokaklarda, doğada, denizde kalmasının yolunu açıyor.

Bütün Akdeniz’de en atık dolu kıyılar Türkiye kıyıları maalesef. Mersin, Adana ve Antalya ülkenin diğer şehirlerine göre daha büyük plastik çöp üretiyor.

Yani, bir İngiltere’den gelenler eksikti!

Bu paraya ihtiyacımız var mı gerçekten?

İSTANBUL HAVALİMANI’NIN DAYANILMAZ BİLİNMEZLİĞİ!

Yazının Devamını Oku

Emeklilikte yaşa takılanlardan biri benim!

17 Ekim 2018
MALUMUNUZ “emeklilikte yaşa takılanlar” diye bir konu var. Hatta kısaca “EYT” deniyor, zira sık sık sosyal medyada dertlerini dile getiriyorlar. Milyonlarca kişi, aslında şu an prim günü ve hizmet gün sayısını yerine getirmiş, sadece emeklilik yaşının gelmesini bekliyor.

Bu konu beni de ilgilendiriyor, zira onlardan biriyim!

1996 yılının Ekim ayında dergi editörlüğünde sigortalı olarak çalışmaya başlamışım. (Ondan önce muhabirlik yaptım, yıllarca sigortasız çalıştırmışlar, ne yapalım, kader...)

Yani 1996’dan bu yana (gazetede çalışmadığım bir-iki seneyi çıkarttığımızda bile) yıllarım, primlerim fazla fazla. Fakat evet, ben de yaşa takılıyorum. SGK’nın söylediğine göre 53 yaşını beklemem lazım.

Tabii bu işin sıkıntısı ve dile getirilen haksızlık şu: Ben 1996’da işe girmeseydim, 3 sene boş oturup 1999’da çalışmaya başlasaydım, muhtemelen şu an tıkır da tıkır emekli maaşı alıyordum!

Ki esasında saçma olan da bu uygulama. Ben bu halimle, bu yaşımda niye devletten emekli maaşı alayım kardeşim? En azından özel sektör, memurluk ve masabaşı işler için en verimli yıllar, en tecrübeli, üstelik enerjimizden de kaybetmediğimiz dönemler.

Aslına bakarsanız masabaşı işler için ben 53’ü bile biraz genç bulurum. Sanki kadın için en az 55-57, erkek için 57-60 filan mantıklı geliyor. Ha, bakın, bedenle çalışılan meslekleri ayrı tutmak lazım. Orada yıpranma, verimli yaş aralığı bambaşka. Yani elbette burada işçiyle memuru birbirinden ayırmak lazım. Hatta şu an devlet katkısıyla çok avantajlı hale gelmiş bireysel emekliliklerde bile bunu yapmak, beden çalışması gerektiren mesleklere belki devlet katkısının yükselmesi lazım.

Ayrıca EYT grubu bazen de şunu savunuyor: “Çalıştığımız süre içinde hiç günde 8 saat çalışmadık ki, düzgün bir öğle tatili almadık ki... İzinlerse hep yalan dolan oldu!”

O zaman sıkıntı emeklilik yaşında değil, çalışma şartlarının denetlenmesinde! Ki özellikle işçilerin bu ülkede berbat şartlarda yaşadığı, bazı sektörlerde kelle koltukta çalıştığı da malum.

Yazının Devamını Oku

Balkon tarımına geçelim mi?

10 Ekim 2018
ŞU ekonomik sıkıntı döneminde benim fikrim orijinal olsun isterdim, ama değil.

Bu iş mesela Paris’te tee 5 yıl önce başladı ve zirve yapmak üzere. “Kentsel tarım” projesi altında organik gıda ve yeşilliği çoğaltmak için artık büyük binaların çatıları kullanılıyor. Amerika, Kanada, Japonya ve Hollanda’da da büyük şehirlerde bu iş çok yaygın.

Mesela Paris’teki posta idaresinin, metro ve tren hizmeti veren şirketin, alışveriş merkezi Galeries Lafayette’in, hatta bazı alt gelir grubu sosyal konut projelerinin çatıları sebze bahçesi oldu, sera haline getirildi, şu anda çatır çatır mahsul veriyor!

New York’daki Barclay Hotel, çatısında arıların yaptığı balları kahvaltıda servis ediyor mesela. Kamyonetinin arkasını toprakla doldurup bostan haline getiren bile var. İş oralara varmış. 

Bizse tarihi Yedikule Bostanları’nı bile darmaduman etmek üzereyken aklımız başımıza geldi de koruyup kentsel tarım parkı olmasına karar verdik! Ki zaten 1500 yıldır öyleydi!

Bu “kentsel tarım” denen şeyi bazen devletler destekliyor. Şehir içinde bir arazi tahsis edilip işsiz vatandaşlara eğitim verildikten sonra üretime başlanıyor. Hem işsizliğe faydası var, hem gıda fiyatı ucuzluyor, hem ürünün kilometrelerce taşınıp büyük kentlere gelmesinin yarattığı enerji tüketiminden kurtuluyorsunuz, hem de “aracı silsilesi” işinden.

En son 70 kuruşa alınan domatesin 5 liraya satıldığı ortaya çıktı ya...

Tüketicinin de üreticinin de en büyük sıkıntısı arada o domatesi elden ele verenler esasında.

Çiftçi ürünü verdikten sonra biz manavdan alana kadar, aradaki al-satçı 10 kişi saçma sapan paralar kazanıyor.

Yazının Devamını Oku

Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, kafanızın peşinden gidin!

12 Eylül 2018
ETLERDE şarbon var korkusunu atlatmaya çalışırken, bu konunun meraklıları ve vejetaryenler yediğimiz etlerin nasıl elde edildiğini, hayvanların nasıl yaşadığını, sütlerin nasıl sağıldığını deşifre ettiler.

Gerçekten birkaç video daha seyretsem kebaba tövbe edebilirdim! Zaten etlerimizin antibiyotik dolu olduğunu biliyorduk da...

Tavukların gezenini geçtik, ayakta durabileni bile çok azmış. E onların yumurtalarından ne hayır gelecek?

Hamurişi zaten uzun süredir büyük töhmet altında! Ekmeği suçluluk duygusuyla ve buğdayının özgeçmişini sorarak yiyoruz. Siyez buğdayı mı? Peki, ekşi maya mı? Ekmek birkaç sayfada hayat hikâyesini özetleyebilir mi?!

Balıklardan da bir mülakat istememe çok az kaldığını hissediyorum. Çiftlik balıkları makbul değil, kim bilir neyle besleniyorlarmış. Somonlar hep yalan dolanmış. İstanbul deniz balıkları ise mazot ve cıva doluymuş. Küçük balık yiyin, en sağlıklı o dediler, 4 gündür her akşam sardalya yiyorum ve eğer sardalyada bir arıza varsa bittim!

Sebze ve meyvelerin tarım ilaçlarından, üzerlerindeki cilalardan filan bahsetmeme gerek yok sanırım? Eee? Yabani semizotu, ceviz ve organik kefirle geçiremem ki ben hayatımı...

Spor işi iyice karıştı zaten. Pilates mi yapacağız, ağırlık mı çalışalım, crossfit işine mi girelim... Ben bu konu tam olarak çözülene kadar sadece yürümek ve yüzmekle yetineceğim!

New York Times’da üç-beş ay önce çok eğlenceli bir yazı çıktı. Sağlıklı, uzun yaşam ve doğru diyet savunucularının kaç yaşlarına kadar yaşadıklarına dair örnekler var.

Biraz detaylandırarak anlatacağım.

Yazının Devamını Oku

Zamlar komedi yazarını nasıl etkiledi

5 Eylül 2018
Çok şükür vahim bir durumum yok. 19 yaşından beri çok çalışan, televizyon gibi iyi kazandıran bir sektöre yıllardır bir sürü iş yapmış, yapan biriyim. Ama zam konusu çok güncel ve sokakta konuşuluyorsa bu köşede de muhabbeti yapılmalıdır.

Kendi bütçeme dair son gelişmeleri paylaşmak isterim ki, “Dar gelirlinin halini varın siz düşünün” mesajını verebileyim.

Kâğıt zammı yazarı yordu! Meğer kâğıt fabrikalarını filan hep kapatmışız, dışarıdan alıyormuşuz. Hikâyeleri harita metot defterlerine büyük harflerle yazan, dekor mekor çizen, sürekli not alan insanım. Defterin tanesi 15 lira olmuş. Ayda 3 tane bitiyor. Bir de senaryoları bir-iki kere basıp düzeltme alışkanlığım var. 200 sayfa A4 kâğıt düşün her hafta. Paketi 23 olmuş! Yazıcı kartuşu zaten kalbime bir hançer gibi saplandı. 140 TL ve ayda 2-3 gidiyor! Not aldığım keçeli kalemlerin tanesi 10 TL. Ondan da ayda 5-6 tükeniyor. Sadece aylık kırtasiye masrafım 450 TL civarı oldu! Öğrenci velilerine bol şans ve kolaylıklar diliyorum!

Benzin beni yaktı! ÖTV ile karşılanıyor falan filan deniyor da, son ayların zamlarını topla, ne etti? Bir de ev Nişantaşı’nda set Ümraniye’de, o kötü oldu.

Özellikle yazarken günde 5-6 litre su içiyorum. Su, masa başında benim sigaram çayım gibi. Yüzde 40 zam gelmiş. Pet şişenin kapağı ithal miymiş, bir şeyler bir şeyler...

Yazının Devamını Oku

Endişenin fiyatı nedir?

22 Ağustos 2018
DUYGUSAL bir ekonomistim ben!

İktisat mezunu olduğum için ister istemez ekonomist sanatçı kişiliğimle bilerek ve isteyerek duygusalım zira.

Bu sebeple ekonomiyle ilgili naçizane tespit ve yorumlarım sadece teknik analizlere dayanmıyor. Gözlemlerim ve hissettiklerimi dışarıda bırakmadan, belki değişken olarak onlara fazla önem atfederek bakıyorum ekonomik algoritmalara.

Örnek ve taze bir algoritma: TL’nin değeri aniden düşer. Ülkenin sistemi yeni değişmiştir ve hızlı karar verip uygulayan bir lider vardır. Bir kişinin bile “Sermaye kontrolleri gelecek” demesi yeter; söylenti hızla yayılır. Liderin hızlı karar alıp uygulamasına güvenen, başka bir deyişle uzun analizler yapıp “vakit kaybettirici” fikir alışverişleri yapması ihtimaline güvenmeyen vatandaşlar panikler! Nakitsiz kalmaktan, yok efendim mevduatlara el konulmasından, döviz birikimlerinin düşük kurdan Türk Lirası’na çevrilmesinden korkup büyük hareketlere girişirler. Paraları dövize çevirmek, yastıkaltı yapmak, yurtdışına yatırmak gibi ihtimaller düşünülmeye, bazıları tarafından uygulanmaya başlar. Kimse birbirine güvenmez; herkes diğerlerinin, “oradan veya buradan imtiyazlıların”, haberleri önceden alıp yurtdışına para istiflediğinden korkar. “Zaten öteki taraf kesin önlemini almıştır, bırak allasen”dir. E ama bu gidişle bankalarda para kalmayacak ve bankalar batacaktır. Bunu da bir kişinin söylemesi yeter; söylenti yayılır, endişe tavan yapar. Kriz çözülebilecek seviyedeyken endişe yüzünden iyice büyüyüp derinleşir.

Tersine bir taze algoritma: Kriz hem piyasaya ve ekonomiye güvensizlik, hem ani ve radikal kararlar beklentisi ve endişe yüzünden derinleşmişken maliye bakanı çıkar. Bankaların sağlamlığını, mevduatlara el filan konulmayacağını, dövizlerin güvende olduğunu, sermaye kontrolü ihtimalinin sıfır olduğunu altını çize çize söyler. Endişe biter, en azından azalır. Dolar düşmeye başlar. Kriz sonlanmaz ama duraklar, hatta geriler.

Ben de biliyorum son yıllarda ekonomide sıkıntılar, büyük hatalar olduğunu. Ben de biliyorum ekonomistlerin aylardır gelmekte olan büyük krize karşı uyarı yaptığını. Cari açıklar, ithal girdiler, üretim eksiği... Biliyoruz efendim, okuduk ettik.

Ama son haftalarda yaşadıklarımızın bir sebebi de güvensizliktir. Endişedir. “Her an her şey olabilir” duygusudur.

Son yüzyılın en başına buyruk ve ne yapacağı öngörülemeyen ülke liderlerine denk geldik. Putin’i tolere etmeye çalışırkan ABD’nin başına Trump geçti! Ortadoğu zaten malum.

Bari kendi memleketimizde endişeyi yok edelim.

Yazının Devamını Oku

Bir markam bile yok, anlıyor musun, hadi gülümse!

15 Ağustos 2018
DOLAR yükseldi, şu an itibariyle biraz sakinleşip 6.5’e oturdu. Yazının yayınlanacağı an, yani 16 saat sonraya ne olur bilmem.

Ama bu yükselmeyle haftada bir veya üç günde bir TL üzerinden fiyatlarını güncelleyen uluslararası markalarda izdiham oldu!

Zira Türk Lirası değer kaybedince hepsi yüzde otuz-kırk indirim yapmış gibi bir vaziyet yaşandı elinde dövizi olan turistin gözünden. Buradan marka saymak reklama girer mi bilmiyorum ama Chanel’di, Bulgari’ydi, Louis Vuitton’du, hepsinin önü Ortadoğulu turist kuyruğu. Sanırsın ayakkabı-çanta-mücevher vs satmıyorlar, fakir mültecilere yemek ve çadır dağıtıyorlar. Kapıda öyle bir azimli bekleyiş, öyle bir kararlı izdiham.

Muhtemelen bu uluslararası markalar Türkiye’deki stoklarını büyük ölçüde eritmiştir. Sanırım bugün-yarın fiyatlar dolar-Euro bazında güncellenir, turiste ‘ister istemez şok indirim’ biter.

Her yerden yağan marka dükkânların önündeki kuyruk fotoğraflarını görünce “Bu kime yaradı acaba” diye düşündüm. O markaların Türkiye temsilcileri bu hafta iyi ciro yapmıştır, ama ithalatçının maliyeti sonuçta tamamen dövizle. Bundan sonra ne kazanacak, nasıl yürütecek, kim alacak o fiyatlara meçhul. Zira 8 bin lira olan çanta çıkacak 12 bin liraya. Peki ya Chanel Türk markası olsaydı? Louis Vuitton, “Lale Vatman”ın kurduğu bir çanta markası olsaydı? Ki bakınız, bu markaların sahteleri Türkiye’de tanesi “üç lira beş lira” maliyetle üretiliyor ve Coco Chanel mezarından kalkıp gelip kontrol etse kalite farkı göremez!

Bu aralar yerli malı kullanma zamanı. Tabii mercimek bile ithalken nasıl becereceğim, bilemem. Ama dikkat etmeye çalışacağım.

Ancak artık inşaatı filan biraz kendi haline bırakıp her sektörde uluslararası marka yaratma işine girmek zorundayız!

Evet, “Böyle yapalım” filan değil, artık “zorundayız”!

 

Yazının Devamını Oku