Paylaş
2002’deki ilk filmin ardından 2007’de gelen 28 Hafta Sonra izleyicileri ve eleştirmenleri ikiye böldü ancak benim de şahsen pek sevdiğim bu film seriye eklenen başarılı bir halka oldu.
Boyle & Garland ikilisi bu efsane serinin üzerinden 23 yıl geçtikten sonra bir üçüncü filmle çıkageldiler ve bize bu zombie’ler ve ölümle dolu dünyada hem değişen hem de aynı kalan çok şey olduğunu gösterdiler…
Bir kez daha İngiltere’deyiz, hatta İngiltere’nin karaya sular yükselince ulaşılması güç olan, uzak bir adasındayız.
Zaten “rage virus” yani insanları birer zombie’ye (enfekte) dönüştüren öfke virüsü yüzünden dünyadan kopmuş ve içindeki canavarlarla birlikte kaderine terk edilmiş bu bir zamanların en büyük kolonyal gücünün içinde ayrıca bir izolasyona hapsolmuş durumdayız.
28 yıl sonra artık ada devletini tamamen ortadan kaldırmış olan virüs hâlâ yaşıyor ve İngiltere’yi teknolojinin, medeniyetin artık esamesinin okunmadığı, eski usul kabileler halinde yaşanan ve her şeyin bir hayatta kalma mücadelesine dönüştüğü bir çeşit “vahşi batı”ya çevirmiş.
Karşımızda bir zombie filminin içine yedirilmiş bir büyüme hikâyesi, bir erkek çocuğun babasından / otoriteden kopuşu, aile ve sevgi bağlarının en vahşi koşullarda bile bizi nasıl hayatta tuttuğu ya da öldürebildiğine dair dokunaklı bir film var.
Açılış sekansının vuruculuğunun ardından bu ada toplumuna konuk olup toplumu yeniden kurmaya çalışan, kiminin çiftçi, kiminin avcı, kiminin toplayıcı olduğu bir düzenle karşılaşıyoruz.
Kahramanımız Spike 12 yaşında ve artık anakaraya çıkarak zombie avlamaya başlaması, erkekliğini kanıtlayıp topluma faydalı bir birey haline gelmesi lazım.
Bunu başarabilmek için babası Jamie’yle birlikte enfektelerin cirit attığı anakaraya gidip orada bir gece geçirecekler, Spike becerebildiği kadar enfekte öldürecek ve büyük bir eşiği aşacak…
Baba oğul bunu yaparken Spike’ın hasta annesini geride bırakıyorlar. Hastalığının ne olduğunu bilmediğimiz ancak halinden ve gördüğü sanrılardan nörolojik bir sorunu olduğunu tahmin ettiğimiz Isla oğlunun bu önemli günü için bile yataktan çıkamayacak halde.
Spike ve Jamie’nin anakaraya yolculuğunda ilk filmden bugüne evrim geçiren ve değişen zombie’leri yani enfekteleri tanıyoruz. Kimi yerlerde sürünen ve ayağa kalkamayacak kadar perişan halde.
Bir anda karşımıza çıkan ve bu sekansın soluksuz izlenmesine yol açan yeni tür Alfa enfekteler ise hem çok daha iriler, hem daha hızlılar hem de zekiler.
Soluk soluğa bir kovalamacanın ardından adaya güç bela dönen baba oğul bu noktadan sonra bir kırılma yaşıyor ve Spike yetişkinliğe ilk adımını enfekte öldürerek değil babasına başkaldırıp içinde bulunduğu toplumdan koparak atıyor.
Baba oğul çıktıkları macerada Spike, uzaklarda gördüğü ateşin bir zamanlar doktor olan ancak artık delirdiği düşünüldüğü için uzak durulup korkulan Dr. Kelson tarafından yakıldığını öğreniyor.
Ve artık doktor diye bir şey bilmeyen topluluğunda annesine bakacak ya da onu iyileştirecek kimseler kalmadığı için tehlikeli bir yolculuğa çıkmaya karar veriyor.
Hasta annesini yanına alan Spike Dr. Kelson’ı bulmak ve annesinin derdine çare aramak için asıl büyük yolculuğuna çıkıyor. Bu tehlikeli yol ikiliyi enfektelerle karşılaştırdığı gibi bir de İsveçli NATO askeri Erik’le tanıştırıyor.
Spike’ın bu askerin elindeki cep telefonundan bile bihaber olması, İngiltere kendi kaderine terk edilmişken dünyanın geri kalanının keyfine bakması, bir zamanlar büyük savaşlar ve acılarla dünyaya medeniyet götüren bu demokrasi beşiğinin şimdi her şeyden mahrum kalmış olması da oldukça çarpıcı.
Spike, zorlu bir yolculuğun ardından annesi Isla’yı Dr. Kelson’a ulaştırıyor ve filmin bu “tuhaf” adamın etrafında şekillenen kısmı da en güzel ve duygu yüklü bölümü haline geliyor.
Filmin insanın var olma mücadelesine dair derin bakışını bize en çok bu üçlü arasında yaşananlar aktarıyor. Yaşadığı izole toplumda hayatın acı gerçeklerinden kâh yalanlarla kâh boş övgülerle koparılan Spike Dr. Kelson’la yaşadığı yüzleşmeyle birlikte bir çocuğun bir yetişkine dönüşürken alabileceği en zor dersi alıyor ve dönüşümünü tamamlıyor.
Dr. Kelson’un sadece bir Latince dersinden ibaret olmayan “Memento Mori” yani “Faniliğini hatırla” ve “Memento Amori” yani “Sevgiyi (sevmeyi) hatırla” sözleri sonrası Spike’nın kurukafalardan oluşan bir çeşit tapınağa tırmanışı (bu sahneyi görünce filmin afişine artık bambaşka bir gözle bakacak olmamız) küçük kahramanımızın hayatında yeni bir sayfa açıyor.
İzleyenleri şoke eden ancak seriye yeni eklenecek ve Nia DaCosta tarafından yönetilecek bir sonraki film “28 Years Later: The Bone Temple” için bir girizgâh olan final sekansı pek beğenilmedi ve filmin dokusuna uygun bulunmadı ancak kendi adıma bu bölümü de sevdiğimi ve salondan gülerek ayrıldığımı belirtmeliyim.
Alex Garland’ın bilindik bir izlekten yola çıkan derinlikli senaryosunu muhteşem bir görsel dünya kurarak hayata geçiren Danny Boyle’un geniş açılı planları, özellikle ilk bölümdeki anakarayla ada arasındaki kaçış anları, Iphone’larla çekildiği söylenen döngüsel sahneler çok başarılı.
Ses tasarımı, renk paleti, filme özel bestelenen müzikler ve filmi izleyenleri derinden etkileyen Rudyard Kipling’in “Boots” şiirinin 1915’te aktör Taylor Holmes tarafından seslendirilmiş haline eklenen gerçek savaş görüntüleri gerçekten çok etkileyici.
Aaron Taylor-Johnson onu görmeye alıştığımız haliyle karşımıza çıkarken filmin yıldızı Spike rolündeki genç oyuncu Alfie Williams ve annesi Isla’yı canlandıran, incelikli oyunculuğuyla adeta döktüren Jodie Comer oluyor.
Usta aktör Ralph Fiennes de ekran süresi az olsa da kilit konumundaki karakterine hayat verirken çok başarılı ve deli doktor Kelson’da harikalar yaratıyor.
Paylaş