20 Mart 2005
<B>EMİNE Demirbüken </B>ile ilk karşılaşmam dört, beş yıl önce.<B>Konrad Adenauer </B>Vakfı’nın Avrupa Birliği’yle ilgili bir toplantısında tanışmış, Berlin’in ünlü caz kulüplerinden birinde hoş vakit geçirmiştik. Emine Demirbüken’in soyadına şimdi Wegner eklendi.
İki yaşında, mavi gözlü dünya şekeri bir kızı var.
Kızı bir yana, dünya bir yana...
Genç kadının, o dünyada sağlam adımlarla ilerlediği politik kariyeri, belediyede göçmenlerle ilgili danışmanlık işi var.
Turizmci kocasına destek olmak da.
Emine Demirbüken-Wegner, Almanya’da ana muhalefetteki Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi CDU’nun Yönetim Kurulu üyesi.
YENİ MERKEL Mİ?
Bild Gazetesi, Yönetim Kurulu üyeliğine seçildiğinde ‘CDU’ya yeni Angela Merkel mi’ diye başlık atmış.
Belli ki, henüz ilkokul ikinci sınıfta iken Almanya’ya göç etmiş olan Kilisli genç kadına geleceğin önemli politikacısı gözüyle bakılıyor.
Geçen hafta yolum yine Berlin’e düşünce Emine Demirbüken ile buluştuk.
Adresi kendisi belirliyor.
Tegel Havalimanı’na yakın, Berliner Strasse 3 numaradaki Cafe Röttgen.
Pazar sabahı, güneşsiz bir günde birkaç gazeteci arkadaşla birlikte Cafe Röttgen’de CDU’lu politikacı ile birlikteyiz.
Emine Demirbüken-Wegner neredeyse 35 yıldır Almanya’da olduğu halde mükemmel bir Türkçe konuşuyor.
Kendisini ifade yeteneği, beden dili bir politikacıda olması gerektiği gibi.
Önce Türk kökenli bir politikacı gözüyle Almanya’yı değerlendirmesini istiyoruz.
Evet, Almanya bugün ne durumda?
‘Schröder iktidara geldiğinde 2,5 milyon işsiz vardı. Şimdi işsiz sayısı 5.2 milyon. Fakirlik hızla yayılıyor. Eğitim de, AB standartlarının altında...’
CDU’lu politikacının çizdiği tablo böyle.
Acaba muhalefette bir politikacı olarak çok mu katı?
NEDEN HIRİSTİYAN DEMOKRATLAR
Kafamızdaki sorulardan bir tanesi şu:
‘Neden sosyal demokrat parti yerine CDU’da olmayı seçmiş?’
Türkleri daima Sosyal Demokratlara daha yakın bilmez miydik?
‘Bu çok düşünerek verdiğim bir karardı’ diyor Emine Demirbüken...
1995 yılında CDU’ya kaydını yaptırmaya karar verdiğinde her şeyi kafasında ölçüp tartmış.
‘CDU benim gözümde daha dürüst bir parti. Karşı çıkacağı bir şey varsa başından karşı çıkıyor. Oysa sosyal demokratlar öyle değil. Bildikleri en iyi taktik oyalamak.’
Buna en iyi örnek Türkiye’nin AB üyeliği.
Biliyoruz ki, CDU tamamıyla karşı...
Sosyal Demokrat Parti yani SPD istiyor mu, istemiyor mu belli değil...
Schröder istiyor gibi görünüyor ama partisinden pekálá çatlak sesler çıkabiliyor.
Emine Demirbüken’e göre, SPD’nin ikili oynadığı alanlardan biri de göçmenlik yasası.
Seçimlere geldiğinde ‘çifte vatandaşlığa evet’ diyen o, ‘çifte vatandaşlık’ yasasını iptal eden yine o.
‘CDU, bu yasayı iptal etseydi biz politikacıları ipe götürürlerdi’ diyor.
Peki Sosyal Demokratlara bu hoşgörü neden o zaman?
‘Çünkü burada sosyal demokrasi köklü. Halkın kafasında SPD eşittir sosyal adalet. Halk bunun değiştiğine inanmak istemiyor.’
Emine Demirbüken’e bir başka soru CDU’nun Türkiye karşıtı lideri Angela Merkel ile ilgili?
Türk kökenli bir politikacı olarak AB üyeliğimize bu kadar karşı çıkan Merkel’i ikna etmeyi başarabilecek mi?
Demirbüken kararlı...
Berlin CDU merkezinde bir grup arkadaşıyla birlikte Merkel’in ‘Türkiye’ye hayır’ diye açtığı imza kampanyasını geri püskürtmeyi başarmışlar.
İmza kampanyasına karşı başlattıkları atakta Hamburg merkezi de yanlarında yer almış.
Şimdi sırada CDU’nun geçenlerde ortaya attığı, üyeliği Ermeni meselesine bağlama şartı var.
Ona karşı da harekete geçilecek.
Emine Demirbüken-Wegner, bana kalırsa tam olması gerektiği yerde.
Türkiye için Türkiye’ye karşı bir partinin içinde mücadele veriyor.
İyi ki Berlin’de o var.
Yazının Devamını Oku 
18 Mart 2005
<B>HARVARD </B>Üniversitesi’nde <B>‘Genetik ve Kompleks Hastalıkları’ </B>Kürsü Başkanı genç Türk bilim adamı Profesör <B>Gökhan Hotamışlıgil </B>Türkiye’yi de <B>‘biyoteknolojik’ </B>devrimin göbeğine çekecek olan bir projeye imza attı. Hotamışlıgil’in bir grup Türk ile birlikte Boston’da kurduğu Syndexa adındaki şirket tıpta çığır açacak ilaçlar üretecek.
Bu projenin en büyük destekçilerinden biri de Microsoft Endüstri Çözümleri Genel Müdürü Süreyya Ciliv.
Hatırlarsınız, Hotamışlıgil şişmanlık ve şeker hastalıklarına neden olan önemli mekanizmaları bulan bilim adamı.
Doktorasını Harvard Üniversitesi’nde biyolojik kimya ve moleküler genetik alanında yapmış.
Yaklaşık 20 yıldır, obezite, şeker hastalığı ve kalp hastalıklarıyla ilgili çalışmaları kendisine patentler kazandırmış.
Nature ve Science dergilerinde yayınlanmış tıp literatürü için önemli makalelerin sahibi.
Projenin en büyük destekçisi Ciliv halen Microsoft’ta, Bill Gates’ten sonraki altı üst yöneticiden biri.
Ciliv, 1988 yılında ABD’de kurduğu bilişim şirketi Novasoft’u Amerikalılara satmayı başarmış.
Yani ABD’de şirket deneyimi var.
Üç yıl Microsoft Türkiye’nin Genel Müdürlüğü’nü yaptıktan sonra Bill Gates’in dikkatini çekmiş olacak ki Seattle’daki merkeze atanmış.
Hotamışlıgil, ‘biyolojik aktivitenin bilimi’ diye tanımlayabileceğimiz, gen bilim, DNA gibi şeyleri kapsayan ‘biyoteknoloji’ alanında bir isim.
Ciliv bilişim dünyasının uzmanı.
Birbirlerini yaklaşık 20 yıldır tanıyorlar.
Ve ABD’de başka Türklerin de katılımıyla güçlerini birleştirme kararı alıyorlar.
Nasıl mı?
TIPTA DEVRİM
Gökhan Hotamışlıgil bu geçtiğimiz kasım ayında metabolizmaya bağlı hastalıkların mekanizmasını çözmede önemli bir adım atıyor.
Öyle bir adım ki, ilaçla hastalığın önünü kesmek mümkün olabilecek.
Tıp dünyasında yepyeni bir konsept.
Devrim niteliğinde.
Gökhan Hotamışlıgil bu buluşunun da patentini alıyor.
Bu patenti ve elbet Hotamışlıgil’in sahibi olduğu diğer patentleri değerlendirmek için Boston’da Syndexa adında bir biyoteknoloji şirketi kuruluyor.
Syndexa ilk aşamada şişmanlığı ve ona bağlı şeker vesaire gibi hastalıkları tedavi edecek yeni bir ilaç serisi üretecek.
Dünyada bir ilk.
Üstelik buna Türklerin kurmuş olduğu bir şirket damgasını vuracak.
Kuşkunuz olmasın, önümüzdeki beş-on yıl içersinde Syndexa milyar dolarlık bir şirket haline gelecek.
TÜRKİYE HAYALLERİ
Önceki akşam İstanbul’a bir konferans için gelmiş olan Gökhan Hotamışlıgil ve Süreyya Ciliv ile biraraya geliyoruz.
Ciliv ‘Hindistan’da 50 yıl önce Nehru, gelecek bilim ve bilim dostlarına aittir demişti’ diye hatırlatıyor.
Ne kadar yoksul da olsa Hindistan, Nehru’nun peşinden gitmiş.
Bilişimde ‘patlama’ yapmış.
Hem Hotamışlıgil’in, hem Ciliv’in Türkiye’ye ilişkin hayalleri büyük...
‘Sanayi devrimini ıskaladık, bilişim ve biyoteknolojik devrimi yakalamak zorundayız’ diyor her ikisi.
Hem dediklerine göre biyoteknolojik devrim, internet devriminden de büyük olacak.
İşte tam da bu yüzden Syndexa şirketinin bir ayağını Türkiye’de hayal ediyorlar.
Genç Türk bilim adamları Syndexa’nın AR-GE çalışmalarına katılabilecek.
‘Düşünün’ diyor Ciliv ‘Belki günün birinde Rusya’dan, Avrupa’dan gelen bilim adamları Syndexa’nın Antalya’da kurmuş olduğumuz merkezinde buluşacak... Silicon Vadisi gibi bir şey ortaya çıkacak’...
Peki günün birinde Bill Gates gibi dünyanın en zengin adamı böyle bir şirkete yatırım yapabilir mi?
Sorum elbette Süreyya Ciliv’e.
‘Gates sağlıkla çok ilgileniyor. Sağlıkla ilgili bugüne kadar 25 milyar dolarlık yardımda bulunmuş... Günün birinde Syndexa ile ilgilenmesi kaçınılmaz’...
Biyoteknolojiye en fazla aklı yatan devlet adamı Castro
BİYOTEKNOLOJİYE en fazla yatırım yapan ülke ABD.
Bu alanda Avrupa ile aralarında bir uçurum var.
Singapur da 500 milyar dolarlık yatırım yapmış.
Hindistan, Çin, İsrail ve Küba bu alanda epey yol almış.
Hotamışlıgil ‘Nasıl olmuşsa bir bilim adamı Castro’nun aklını çelmiş’ diyor.
Castro, yıllar önce biyoteknolojiyi sosyalist devrimin lokomotifi ilan etmiş.
Türk bilim adamına göre, Küba proteinlere dayalı ilaç endüstrisinde oldukça önemli bir yerde.
Kübalı araştırmacıların 100’den fazla patenti var.
Küba biyoteknoloji alanında batılı devletlerden farklı bir model izlese de Castro bu alanda milyarlarca dolarlık yatırım yapmaktan asla kaçınmıyor.
Yazının Devamını Oku 
15 Mart 2005
<B>BERLİN</B> Turizm Fuarı, 1 trilyon dolarlık pazarın buluşma noktası.<br><br>Dünya turizm trendlerinin belirlendiği bir platform. Fuar alanına girişte en fazla göze çarpan Türkiye’yi tanıtan dev panolar.
Almanya, 2004 yılında Türkiye’ye 4 milyona yakın kişi göndermiş...
Önümüzdeki yıl bu rakamın 4.5 milyona ulaşabileceği hesaplanıyor.
Geçen yıl Türkiye’yi 17.5 milyon kişinin ziyaret ettiği göz önüne alınırsa Alman turistin önemli bir yer tuttuğu ortaya çıkıyor.
Almanya cephesi iyi de peki turizm genelde nasıl?
Önümüzdeki yıl beklenti 20 milyon turist.
Karşılaştırma yapmanız için bazı rakamlar veriyorum.
Fransa’yı 2004 yılında ziyaret eden kişi sayısı 75 milyon. İspanya 51.8 milyon, ABD ise 41.2 milyon ağılamış.
Son yıllarda hızlı yol aldığımız doğru ama potansiyelimiz göz önüne alındığında gelen turist sayısını pek abartmayalım.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Doç. Dr. Ali Alp turizmi en iyi bilen kişilerden biri.
Dünya Turizm Örgütü İcra Komitesi’nde.
Turizm sektöründe, doğru dürüst bir örgütlenme olmadığını söylüyor.
Kırsal turizmin gelişmesi için belediyelerin teşvik edilmesi gerektiğini belirterek, ‘Yöre insanının bilinçlenmesi, yüzlerce Safranbolu’nun yaratılması gerek’ diyor.
TÜROB Başkanı Ahmet Barut da sektörde ‘dağınıklık’ olduğu görüşünde.
Neden?
Sebebi oldukça basit:
Turizmciliğe soyunanların çoğu bu işi bir yan iş olarak yapıyor.
Meselá tekstilci bir otel satın alıp, turizmciliğe soyunabiliyor.
Sektördeki dağınıklık doğru dürüst bir lobicilik yapılmasını da önlüyor.
Ahmet Barut’un verdiği örnek çarpıcı.
İçkiye yüzde 118’lik ÖTV vergisi en fazla turizmcileri etkiliyor.
Çünkü tüketilen alkollü içeceklerin yüzde 71’i lokanta, otel, barlarda satılıyor.
Ancak etkili bir lobicilik yapamadığı için turizmci sesini Ankara’ya duyuramıyor.
Yine etkili bir lobilicik yapamadığı için ne turizm stratejisi, ne göreve getirilecek bakan üzerinde söz sahibi olabiliyor.
Peki yeni Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, dinamik ancak sorunlu bir sektörü toparlayabilir mi?
Atilla Koç ile Berlin yolculuğu sırasında uçakta tanışma fırsatı buluyoruz.
Uzun yıllar valilik yapmış olan Atilla Koç’un dosyaları elinde.
Bakanlığa atandıktan iki saat sonra Başbakan Erdoğan ile görüştüğünü ve Başbakan’ın kendisine Zeugma, Ahdamar Kilisesi, Ahlat ile ilgilenmesini rica ettiğini söylüyor.
Koç, haftada bir gününü Anadolu’da geçirip, kültürel miraslarla ilgili çalışmalar yapacak.
Bu gelişme sevindirici.
Berlin’deki basın toplantısında yabancı yatırımcıyı davet eden, Alman gazetecileri bir haftalığına Türkiye’ye İzmir, Kapadokya, Ankara turuna çağıran yeni bakan Koç’un iyi niyetinden, çalışkanlığından zerre kadar kuşkum yok...
Ancak basın toplantısında Antalya’ya ek 30 bin yatağın doldurulmasıyla ilgili bir sorun yaşanıp yaşanmayacağını, yeni yapılanmanın çevreye zararını soran gazeteciye ‘turizmci’ değil ‘politikacı’ gibi cevap veren Koç’un bu sektörde işi hayli zor.
Almanlar çevre için 1 Euro vermeye razı
PEKİ Alman turist ne bekliyor? Ne umuyor?
Almanya Turizm Araştırmaları Müdürü Armin Vielhaber bize ipuçlarını veriyor.
Yaptıkları bir araştırmayı Alman kamuoyuna açıklamadan bizimle paylaşıyor.
Almanya’da 65 milyon kişi seyahat ediyor.
Seyahat pazarının yüzde 6.4’ü Türkiye’nin.
İspanya’nın payı iki kat fazla yani yüzde 13.6.
Türk turizmcilerden İspanya’nın turizmde inişe geçtiğini duymuştuk.
Armin Vielhaber, düşüşten sonra şimdi ‘istikrarlı’ bir çizgide olduğunu söylüyor.
Dikkate alınması gereken bir uyarı.
Başka bir uyarı Almanların tatil eğilimleriyle ilgili.
Yüzde 44’ü ‘her şey dahil’ sistemine ilgi duyuyormuş.
Yüzde 31’i ise ‘şehir turizmini’ yani kültür turizmini tercih ediyor.
‘Yani’ diyor Armin Vielhaber, ‘Almanların yüzde 31’i şehirlerle ilgili. Bu özellikle İstanbul için büyük bir fırsat. İsabetli bir kampanya ile İstanbul turizmine müthiş bir ivme kazandırılabilir’ diyor.
Keşke mesaj yerine ulaşsa...
Zira bildiğiniz gibi İstanbul turizminin bir sahibi yok.
‘Yılda 10 milyon turist’ sözlerini belki üç, belki dört bakanın ağzından bizzat duydum.
İstanbul yerinde sayıyor.
Her neyse, Armin Vielhaber’a dönersek, ‘her şey dahil’ sisteminde de rekabetin büyük olduğunu söylüyor.
Özellikle Karayipler inanılmaz ucuz fiyatlar öneriyormuş.
Bir de çevre meselesi var.
Almanlar çevreye hassas.
Türkiye’ye gelenler arasında 640 bin turist çevreden şikayetçi olmuş.
Yüzde 75’i çevrenin korunmasının önemli olduğunu söylüyor.
Yaklaşık yüzde 30’u Türkiye’de tatil yaptığı sürece çevrenin korunması için günde 1 Euro vermeye razı. Özetle çevre ve hızlı yapılaşmaya dikkat.
Formula 1’i, Şampiyonlar Ligi’ni bile tanıtamadık
BERLİN Turizm Fuarı’nda birkaç fırsat kaçırdık.
Festivaller bölümünde İstanbul Festivali’yle ilgili en küçük bir broşür, kitapçık yoktu...
Oysa Salzburg’da 2006 yılında yapılacak Mozart Festivali’nin broşürünü dahi gördük. Formula 1 Yarışması için bir kişi görevliydi... Yeterli olup olmadığına siz karar verin.
Mayıs ayında yapıcak Şampiyonlar Ligi’yle ilgili sadece bir afiş gördük. Tur operatörleri gelip soruyormuş ancak Futbol Federasyonu fuar için hazırlık yapmadığından elleri boş dönüyorlarmış.
Turizmin kültürüyle, sanatıyla, sporuyla bir bütün olduğunu bilmem günün birinde fark edebilecek miyiz?
Yazının Devamını Oku 
13 Mart 2005
<B>ŞEHİRLERE </B>bir nebze ‘<B>muziplik’</B> yakışır mı? Yakışmaz mı?Bence yakışır...Hem yakışır, hem şehirlerin pek güzel reklamı olur. Bulgar asıllı Amerikalı sanatçı Christo, muzipliklerinde şehirlere suç ortaklığı yapan bir sanatçı.
Paris’te Pont-Neuf köprüsünü, Berlin’de Bundestag binasını giydirmiş.
Üzerilerine özel olarak dokunmuş bir giysi geçirmiş resmen.
‘Muziplikleri’ karısı Jeanne-Claude ile birlikte tasarlayıp gerçekleştiren Christo en son New York’ta Central Park’ta ‘Kapılar’ projesini gerçekleştirmiş.
Central Park’ı dd 7 bin 500 adet safran rengi perdeyle çepeçevre kuşatmış.
Geçenlerde New York’tan dönen bir arkadaşıma sordum, Central Park’ta olup bitenleri gördü mü, diye.
Görmüş.
Karlı bir günde, rüzgarda dalgalanan perdeler arasında dolaşmak hoşmuş.
Uzaktan bakınca, aralarında 3,5 metrelik bir mesafe olan perdeler aynen bir ırmak gibi görünüyormuş.
16 gün boyunca New Yorklulara bambaşka bir Central Park göstermeyi başaran Christo projenin tüm giderlerini kendi karşılamış.
Sponsor filan yok.
Sadece New York Belediye Başkanı Michael Bloomberg ile bir kontrat imzalanmış.
Baktım da, Christo’nun 16 günlük bu projesi nedeniyle New York günlerden beri gazetelerin baş köşelerinde.
Gerçi New York’un fazla bir tanıtıma ihtiyacı yok ama yine de gündemde olmanın hiçbir zararı yok.
İSTANBUL’A YAKIŞIR
İstanbul da böyle bir projeyle dikkatleri üzerine çekseydi fena mı olurdu diyeceğim ve sözü uzun yıllardan beri şehrimizde yaşayan İngiliz ressam Ned Pamphilon’a getireceğim.
Ned Pamphilon, buraya gelen pek çok yabancı gibi İstanbul’a ilk görüşte aşık olanlardan.
Gelir gelmez buraya vurulmuş ve burada kalmış.
Bir gün Boğaziçi Köprüsü’nün altında tekneyle geçerken gördüğü ‘grilik’ canını sıkmış ve ‘Bu köprünün altını gökkuşağı renklerine boyamak gerek’ diye düşünmüş.
6-7 yıldan beri hayali bir ‘Gökkuşağı Köprüsü’...
Hafta başında Marmara Pera’da yeni sergisinin açılışında Ned Pamphilon ile tanıştım.
Dediğine göre, masrafı karşılayacak sponsoru yani Alman BASF firmasını bulmuş.
Mesele izinlerde.
İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Bayındırlık ve İskan Bakanı Zeki Ergezen gibi bakanlar ‘Gökkuşağı Köprüsü’ne sıcak bakmışlar.
Ne ki, Boğaziçi Köprüsü’nün bağlı olduğu Karayolları 17. Bölge Müdürlüğü projeye karşı çıkmış.
EŞCİNSEL KORKUSU
Fısıltı gazetesine bakılırsa, ‘gökkuşağı’nın eşcinsellerin bir nevi sembolü olduğu gerekçesi de yatıyormuş bu karşı çıkmada.
Efsaneyi hepiniz bilirsiniz...
‘Gökkuşağı’nın altından geçenler cinsiyet değiştirirmiş.
Kadın erkek, erkek de kadın olurmuş..
Gökyüzündeki kuşağa ulaşıp altından geçmek zor ama ‘Gökkuşağı Köprüsü’ öyle değil.
Köprünün altından geçerken cinsiyet değişikliğine uğrama tehlikesi daima mevcut.
Şaka bir yana boğazın üzerinde gökkuşağı renklerini bir gözünüzün önüne getirin...
Yağmurdan sonra bulutların arasından güneşi müjdeleyen gökkuşağının renkleri yakışmaz mı denizin üzerine?
Kendi payıma ‘Gökkuşağı Köprüsü’ne ‘Evet’ diyorum.
Polisler kadınları dövdüğünde...
Avrupa sopasını kaldırdığında...
Güneşi özlediğimde gözlerimi sadece ona dikmek için ‘Gökkuşağı Köprüsü’ne ‘Evet’ diyorum.
AÇIKLAMA
Mazarine Chirac’ın değil Mitterrand’ın kızı
FRANSA Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ile aramı bozmak isteyenler var galiba... Geçen hafta bu köşede yayınlanmış olan Mitterrand ile kızı Mazarine’in oldukça samimi pozlarına editörlerimiz yanlışlıkla ‘Chirac ve kızı Mazarine’ diye not düşmüşler. Vaktinde, Mitterrand ile frekansları tutmayan Chirac kendisini bir de Mazarine’in babası olarak görseydi nasıl köpürürdü kim bilir...
Yazının Devamını Oku 
11 Mart 2005
<B>OK </B>yaydan çıktı<B>.<br><br></B>Avrupa Parlamontosu bir süreden beri Türkiye’deki kadın haklarını yakın takipte. Türk asıllı Hollandalı parlamenter Emine Bozkurt Türkiye’de kadın haklarıyla ilgili bir rapor hazırlıyor.
Önümüzdeki hafta yani 16 Mart günü Bozkurt’un raporu parlamentoda tartışılacak.
Parlamentodaki oturuma Kadın Haklarından Sorumlu bakan Güldal Akşit de davetli.
Ne var ki, rapor ele alınmadan önce Beyazıt Meydanı’ndaki dayak olayı patlak veriyor.
Avrupa Parlamentosu dün beklendiği gibi dayağı kınadı.
Fransız parlamenterler, ülkeyi ziyaret eden TBMM AB Uyum Komisyonu Başkanı Yaşar Yakış’a dayağı sormuşlar.
Barcelona’da 3 bin kadın ‘Şiddete karşı Türk kadınıyla el ele’ gösterisi düzenlemiş
Dedim ya ‘ok yaydan çıktı’ bir kere.
Kadın dayağı, tatsız bir şekilde Avrupa’nın gündemine oturdu.
İşte bu yüzden KAGİDER’in (Kadın Girişimciler Derneği) 8 Mart günü Ankara’da görüştükleri Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e yaptıkları öneriyi dikkate almanın tam zamanı.
Peki KAGİDER’in önerisi ne?
‘Avrupa Birliği ile müzakereleri sürdürecek heyette yüzde 50 oranında kadına yer verilmesi.’
Yani erkek müzakerecilerle kadın müzakerecilerin eşit sayıda olması.
KAGİDER Yönetim Kurulu Başkanı Başkanı Meltem Kurtsan, söz konusu önerinin başta Dışişleri Bakanı Abdullah Gül olmak üzere, 8 Mart günü görüştükleri diğer bakanlar Ali Babacan, Ali Coşkun, Güldal Akşit ve TMBB Başkanı Bülent Arınç’a götürdüklerini söylüyor.
Kurtsan, Gül’e ‘AB ile müzakereleri başarıyla yürütecek birçok kadın olduğunu biliyoruz. Heyette kadın olması süreci olumlu etkileyecektir’ diyor.
Hatta başmüzakereci adayları arasında kadınların olması halinde tercihin kadından yana yapılması gerektiğini de ilave ediyor.
Dışişleri Bakanı Gül’ün tepkisi ne oluyor?
‘Meseleye kadın-erkek müzakereci diye bakmadık. Daha çok müzakerecinin vasıfları üzerinde duruyoruz’ diyor.
KAGİDER’in Dışişleri Bakanı ve diğer bakanlarla yaptığı görüşmeler sırasında ‘kadın dayağı’ bu kadar alevlenmemişti henüz.
Sanırım şimdi KAGİDER’in yüzde 50 kadın müzakereci önerisini ciddiyetle ele almanın tam sırası.
Hükümetin kadın müzakereci kararı ‘kadın dayağına’ yükselen tepkileri büyük ölçüde yatıştıracak.
Danimarka Türkiye’nin üyeliğini destekliyor ama
TÜSİAD dün Danimarka’dan gelen bir heyeti ağırladı.
TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı’nın da katıldığı öğle yemeğinde, TÜSİAD’ın muadili Danimarka Sanayicileri (İD) ve Danimarka Sanayi İşçileri Organizasyonu’ndan yetkililerle sohbet imkanı bulduk.
Bir kere Danimarka özel sektörü üyeliğimizi destekliyor.
İD, aynen Fransız MEDEF gibi üyelik için elinden geleni yapıyormuş.
İD Genel Sekreteri Hans Skov Christensen’e göre, Danimarka şirketlerinde, Çin ve diğer Asya ülkelerine gitmek yerine Türk şirketleriyle ortak yatırım eğilimi var.
Ancak Danimarka özel sektörü Türkiye’deki ekonomik ve siyasi reformları sıkı takipte.
Christensen bira ve şaraba gelen son vergi eleştiriyor.
Haliyle vergiden Danimarka kökenli Carslberg birası da etkilenmiş
Christensen, ‘Vergi artışı beklenmiyordu. Sürpriz oldu. Avrupa’da ekonomiler böyle sürprizlere alışkın değil... Ekonomide beklenmedik bir şey olmaz. Olursa aşama aşama olur ki sektör önlemini alabilsin’ diyor.
TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı da, iç ve dış yatırım ortamının iyileştirilmesi için daha somut adımların atılması gerektiği görüşünde.
Danimarka önümüzdeki eylülde Avrupa Anayasası için referanduma gidecek.
Türkiye’nin üyeliği için referandum konusu asla gündemde değil.
Ancak İD Genel Sekreteri Christensen uyarıyor.
‘Danimarka’daki Avrupa Anayasası referandumu öncesi Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan bazı muhafazakar çevreler üyeliğinizin sorgulanmasını isteyebilir’ diyor.
Anlayacağınız, Avrupa ülkelerindeki anayasa referandumları da ayrı bir sırat köprüsü.
E-dönüşüm karnesinde dört basamak atladık
DÜNYA Ekonomik Forumu bilişim ve iletişim teknolojilerinde rekabet raporu yayınlamış.
Dünyadaki 104 ekonomiyi kapsayan raporda Türkiye 52’nci sırada.
Bir önceki raporda 56’ncı sırada iken dört basamak atlayıp 52’nci olmuşuz.
Raporda birinci sırada Singapur var.
Ondan sonraki üç ülke İskandinav ülkeleri: İzlanda, Finlandiya ve Danimarka.
Geçen yıl birinci sırada olan ABD 5’inci sıraya düşmüş.
Bilişim Vakfı Başkanı Faruk Eczacıbaşı’ya göre, ABD’nin beşinci sıraya düşmesi bir anlamda ‘sıçrama yapma’ düzeyini aşmış olmasından kaynaklanıyor.
ABD bilişim ve iletişim teknolojilerinde işi daha ağırdan alıyor.
Peki Faruk Eczacıbaşı Türkiye’nin durumunu nasıl değerlendiriyor?
‘AKP Hükümeti’nin e-dönüşümde almış olduğu bazı önlemler dört basamaklık sıçramayı sağlamış olabilir’ diyor Eczacıbaşı.
AKP Hükümeti’nin e-dönüşüm ile ilgili iddialı açıklamalarını hatırlıyoruz.
Acaba sıçramanın daha anlamlı olması gerekmez miydi?
Gerekirdi elbet...
Anlamlı sıçrama olmamasının nedeni henüz bir ‘bilgi toplumu stratejisi’ belirlenmemiş olması.
Eczacıbaşı DPT’nin ‘bilgi toplumu stratjesi’ için ihale açtığını, tekliflerin mart sonu, nisan başı sonuçlanacağını söylüyor.
Strateji belirlendikten sonra daha büyük bir sıçrama bekleyebiliriz.
İyi de biraz geç kalmadık mı?
Yazının Devamını Oku 
8 Mart 2005
<B>ASYA Kalkınma Bankası</B>, Asya ve Pasifik’te kalkınmaya katkıda bulunmak için 1966 yılında kurulmuş. 1999 yılından beri ‘yoksulluk azaltma stratejisini’ benimsemiş.
Zira ilgili olduğu bölgede günlük geliri 1 doların altında olan 900 milyon kişi var.
Banka kurulduğu yıldan bu yana 110.4 milyar dolar tutarında kredi vermiş.
Krediler 39 ülkede 1880 proje için kullanılmış.
Son dört yıl zarfında kredilerden en fazla Hindistan, Çin, Pakistan, Bangladeş ve Sri Lanka yararlanmış.
Peki Türkiye ile Asya Kalkınma Bankası arasındaki ilişki nedir?
Türkiye bankanın 63 hissedarından biri.
1991 yılında ‘bölge dışı üye’ statüsüyle ‘Asya Kalkınma Bankası’nın hissedarları arasına katılmış.
Neden katıldığının ilginç bir hikayesi var, onu da anlatacağım.
Asya Kalkınma Bankası’nın şubat ayında atanan yeni başkanı Haruhiko Kuroda, bankanın mayıs ayında İstanbul’da yapacağı yıllık toplantısının hazırlıkları için hafta sonunda buradaydı.
DEİK’in cumartesi gecesi verdiği yemekte tanışma fırsatını bulduğum Kuroda, Japonya’nın en ünlü ekonomistleri arasında.
Japon Maliye Bakanlığı’nın çeşitli kademelerinde görev yapmış olan Kuroda, ‘Asya Krizi’nden etkilenen ülkelere 30 milyar dolarlık ‘Miyazawa’ planını tasarlayan ve hayata geçiren kişi.
Yani ‘Asya krizi’nin çabuk atlatılmasında önemli rolü var.
Ayrıca yeni bir krizin önlenmesi için ‘Chiang Mai İnisiyatifinin’ öncülüğünü yapmış.
Kuroda, birkaç kez geldiği Türkiye’yi iyi tanıyor ve ekonomisini iyi biliyor.
Bunda, Türkiye’nin eski Tokyo Büyükelçisi Yaman Başkut ile dostuğunun payı vardır mutlaka.
Haruhiko Kuroda’ya ‘Asya’dan bakınca Türkiye ekonomisi nasıl görünüyor’ diye soruyoruz.
‘Türk ekonomisi doğru yolda... İniş, çıkışlar olsa da makro dengelerin daha da sağlıklı olacağına inanıyorum’ cevabını alıyoruz...
Kuroda özellikle Türk özel sektörü üzerinde duruyor.
‘Rusya ve Orta Asya ülkelerinde son derece faal olan Türk şirketleri Asya’ya yönelmeli. Zira Hindistan ve Çin’in dışındaki ekonomiler de hızla gelişiyor. Pakistan, Vietnam gibi. Buralarda Türk şirketleri için büyük fırsatlar var’ diyor.
TÜSİAD, Sarkozy’ye mektup yazmış
GEÇEN cuma günü, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan Fransa’da iktidardaki UMP Partisi lideri Nicholas Sarkozy’yi ikna etse etse ancak TÜSİAD edebilir diye yazmıştım.
Gerekçem şuydu:
TÜSİAD’ın Fransa’daki muadili MEDEF ile çok iyi ilişkiler içerisinde.
Başkanını değiştirmeye hazırlanan MEDEF’in başına Nicholas Sarkozy’nin ağabeyi Guillaume Sarkozy’nin geçmesi ihtimali var.
Dolayısıyla ağabey üzerinden Türkiye karşıtı kardeş ile diyalog kurmak mümkün.
Ancak TÜSİAD’ın Nicholas Sarkozy’ye bir mektup gönderdiğini öğrenmiş bulunuyorum.
TÜSİAD, geçtiğimiz aralık ayında gönderdiği mektupta, Sarkozy’nin ‘Türkiye Avrupalı olsaydı bu bilinirdi’ sözlerine ve genelde Türkiye aleyhtarlığına şiddetle itiraz ediyor.
Sarkozy ile de bir araya gelme talebinde bulunuyor.
UMP lideri, cevaben 23 Şubat tarihli mektubunda, önümüzdeki aylar işlerinin yoğunluğu nedeniyle TÜSİAD ile ‘görüşemeyeceğini’ belirtiyor.
TÜSİAD’ı UMP’nın uluslararası ilişkilerinden sorumlu, eski dışişleri bakanlarından Herve de Charette’e havale ediyor.
MEDEF’in başına kardeşi geçtiği takdirde yine de bir diyalog yolu bulunabilir umudundayım.
8 Mart, kota ve namus cinayetleri
8 Mart Kadınlar Günü’nde Türkiye’deki kadınların durumu ne?
Cumartesi günü, KA-DER’in kuruluşunun 8. yıldönümündeyiz.
‘Kota’ için kampanya kararı alınmış.
KA-DER Türkiye’de yasalarda değişiklik yaparak gelecek seçimlerde en az yüzde 30’luk kadın kotasıyla gidilmesini talep ediyor.
Ama baktım dün Meclis’te KA-DER’in broşürleri masalardan toplanmış...
Pazar gecesi Beyazıt Meydanı’nda polis tarafından saçlarından sürüklenen, tekmelenen kadınlar BBC Televizyonu’nda...
BBC fırsatı kaçırmıyor. ‘AB üyesi olmaya aday Türkiye’den manzaralar’ diyor.
Dün öğlen ‘namus cinayetleri’yle ilgili bir çalışma başlatmış olan BM Nüfus Fonu ve BM Kalkınma Programı yetkilileriyle birlikteyiz.
Çalışmanın ilk aşaması tamamlanmış.
BM yetkilileri, kamuoyunun, medyanın ‘namus cinayetleri’ karşısındaki tepkisizliğini anlamakta zorluk çekiyorlar.
‘Neden bu konuda bir kampanya yok’ diye soruyorlar.
Bilmem neden yok?
Neden bu kadar tepkisiziz?
Bu yıl 8 Mart Kadın Günü’nde içimde hiçbir sevinç yok nedense...
Özal’ın kararıyla bir günde bankaya hissedar olduk
DEİK’in yemeğinde masa komşum STFA’nın eski CEO’su Sait Gönen.
Şimdi Türk-Pakistan İş Konseyi’nin Başkanı olan Gönen, Türkiye’nin Asya Kalkınma Bankası’na hissedar olmasına STFA’nın yol açtığını anlatıyor.
Birkaç yıl önce Pakistan’a yaptığım ziyaret sırasında ofislerini ziyaret ettiğim STFA bu ülkede karayolu, liman gibi önemli projelere imza atmış bir firma...
STFA, 1990’lı yılların başında Bangladeş’te 10 kilometrelik Jamuna Köprüsü için açılmış olan 700 milyon dolarlık ihaleye girmek istiyor.
STFA sadece bu projeye hazırlanmak için 1 milyon dolar harcıyor.
İhaleye girmek için Asya Kalkınma Bankası üyesi olmak gerektiği ortaya çıkıyor.
Ancak bir sorun var.
Bankaya göre, Türkiye bir Avrupa ülkesi.
Bu nedenle ancak ‘bölge dışı üye’ statüsüyle hissedar olması gerek.
Gönen, meseleyi dönemin başbakanı Turgut Özal’a açıyor.
Özal, Türkiye’nin bu işten kazançlı olup olmayacağını tartıyor ve bir günde karar verip Bangladeş’teki elçiliğe gerekli formalitelerin yapılması talimatını veriyor.
Türkiye 1991 yılından 2004 yılı sonuna kadar Asya Kalkınma Bankası’nın toplam sermayesine 186.36 milyon dolarlık katkı yapmış.
Türkiye statüsü nedeniyle bankadan kredi almıyor ancak Türk şirketleri banka kredisiyle finanse edilen iş imkanlarından yararlanıyor.
Bu şirketler arasında STFA, Doğuş, Alarko gibi şirketler var.
Bankanın hangi projeleri finanse ettiğini www.adb.org sitesinden takip etmek mümkün.
Türkiye’nin bankanın sermayesine katkısı olduğuna göre, Türk şirketleri bu olanaktan yararlanmalı.
Bu arada STFA’nın o büyük ihaleyi alıp almadığını merak ettim.
İhalede 2. olup, birinciliği Hyundai şirketine kaptırmışlar.
Yazının Devamını Oku 
6 Mart 2005
Eski Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand, kamuoyunun önünde, resmi gezilerde karısı Danielle ile beraberdi. Özel yaşamını ise tamamıyla Anne Pingeot ve kızı Mazarine’e ayırmıştı. Hafta sonları sayfiyedeki küçük evlerinde, hafta içi Paris’te... Akşam yemekleri, kahvaltılar hep birlikte yapılıyordu. Sonra anne bisikletle müzedeki işine, baba arabayla Elysee Sarayı’na...
MAZARINE Pingeot, 1996 yılında ölen eski Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand’nın evlilik dışı kızı.
Mitterrand’nın cenaze töreni sırasında, onu ve annesi Anne Pingeot’yu ailenin diğer fertleriyle birlikte görmüştük.
Danielle Mitterrand, oğulları Jean-Christophe ve Gilbert’in yanındaydılar.
Siyahlar içerisinde... Vakur duruşlarıyla...
Bugün 30 yaşında olan Mazarine Pingeot felsefe okumuş, edebiyatla uğraşıyor.
Son kitabı geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan ‘Mühürlü Ağız’.
Herkesin önünde ‘baba’ diye hitap edemediği, ancak evlerinin mahremiyetinde samimileşebildiği Mitterrand ile birlikte geçirdiği 22 yılını anlatıyor.
Eski Fransa cumhurbaşkanının sürdürdüğü ‘ikili hayat’ı belki ilk kez gözler önüne seriyor.
Mazarine, François Mitterrand 62 yaşında iken dünyaya gelmiş.
Annesi sanat tarihçisi, küratör.
Çocukluğunun ilk dönemlerinde François Mitterrand, Pingeot ailesinin evinde gelip kalıyor.
Aile kızlarını baştan çıkartmış olan bu evli adama karşı kızgın olsa da saygılı.
ANNENİN GÖZYAŞLARI
Mitterrand iktidara geldiğinde Mazarine altı yaşında.
10 Mayıs 1981.
Sosyalistlerin zafer gününü televizyondan seyrediyor.
Sokaklarda insanlar mutluluk içerisinde zaferi kutlarken, annesi televizyonun başında sessizce ağlıyor.
Neden?
Çocuk aklıyla annesinin sevdiği adamla o anı paylaşamama üzüntüsü yaşadığını nereden bilsin?
1981-1995 yılları arasında iktidarda olan Mitterrand kamuoyunun önünde, resmi gezilerde karısı Danielle ile.
Özel yaşamını tamamıyla Anne Pingeot ve kızı Mazarine’e ayırmış.
Hafta sonları sayfiyedeki küçük evlerinde, hafta içi Paris’te...
İşi olmadığı zaman cumhurbaşkanı, akşamları evine geliyor.
Akşam yemekleri, kahvaltılar hep birlikte yapılıyor.
‘Annem bizden önce kalkıp, portakal suyunu sıkar, rafadan yumurtalarımızı hazırlardı.’
Sonra anne bisikletle müzedeki işine, baba arabayla Elysee Sarayı’na...
Baba hem var hem yok...
Mazarine attan düşüp hastaneye kaldırıldığında yanında değil.
Lisedeyken sağ görüşlü öğrenciler babası hakkında ileri geri konuşurken ‘O benim babam’ diye savunamıyor.
Mazarine, kimi zaman Elysee Sarayı’nda yemeğe davetli.
HANGİSİ ABARTMIŞ
Saraya girerken çıkarken kimse görmesin diye arabanın içinde çömeliyor.
Gizlilik küçüklüğünden beri bildiği, üzerinde ‘200 ton ağırlığı’ olan bir şey.
İleride psikolojik tedavi görmesinin en büyük nedeni de bu belki.
Üç yaşında iken babasıyla yürürken sırttan çekilmiş bir fotoğrafları var.
Olağanüstü dokunaklı...
Mazarine, elini babasının eline bırakmış, kaygısız, minik adımlar atıyor.
‘Çifte yaşam’ın henüz farkında değil.
Mitterrand’ın oğullarından, silah kaçakçılığı iddiasıyla yargılanmış olan Jean-Christophe üç yıl önce yazdığı anılarında, babasını ‘soğuk’, ‘mesafeli’ ve ‘sevgisiz’ diye tarif etmişti.
‘Mühürlü Ağız’da tam aksine karşımızdaki sevecen, ilgili bir baba.
Gayriresmi ailesinin yanında mutlu bir baba.
Acaba hangisi gerçek Mitterrand?
Mazarine mi abartmış? Yoksa üvey ağabey Jean-Christophe mu?
Yazının Devamını Oku 
4 Mart 2005
<B>TÜRKİYE</B>’deki kadar çok kahvehaneyi başka bir ülkede gördüğümü hatırlamıyorum.<br><br>Bizim arşivde ülke çapında kaç kahvehane olduğuna ilişkin resmi bir bilgiye rastlamadım. Sanırım kahvehanelerin bazıları ruhsatsız olduğu için tam bir bilgi yok.
Türkiye’de 400 binin üzerinde kahvehane olduğu tahmin ediliyor.
95 kişiye bir kahvehane düşüyormuş.
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’e göre, 95 kişiye bir kahvehane düşerken, 65 bin kişiye bir kütüphane düşüyor.
2.5 milyon işsizin olduğu ülkede kahvehaneler kalabalık haliyle.
Kahvehaneye gidenlerin orada nasıl zaman geçirdiklerini az çok biliyoruz.
Peki ‘demokrasi’, ‘vatandaşlık bilinci’ deyince acaba akıllarına ne geliyor?
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Avrupa Birliği’nden 50 bin Euro’luk hibe bir yardımla bir proje geliştirmiş.
Projenin adı ‘Kahvehanelerde İnsan Hakları ve Demokrasi’.
ÇYDD Başkanı Profesör Türkan Saylan, projelerinde şimdiye kadar kızların ve kadınların ağırlıkta olduğunu, bu kez de erkekler üzerinde yoğunlaşmak istediklerini söylüyor.
Erkeklere ulaşmanın en kestirme yolu da kahvehaneler elbet.
İstanbul Valiliği İnsan Hakları İl Kurulu’nun desteğiyle Beşiktaş, Şişli, Beyoğlu, Kağıthane ve Büyükçekmece’de 250 kahvehaneye gidilmiş.
Buralarda 5 bin kişiyle görüşülmüş.
ÇYDD’nin hazırladığı ‘Yaşamımızda İnsan Hakları ve Demokrasi’ kitapçığı dağıtılmış.
Sarı kitapçığa şöyle bir göz attım.
Anayasa’daki belirli maddelere dayanarak her türlü vatandaşlık hakkı ve özgürlüklerle ilgili bilgi veriyor.
Geçen sabah ÇYDD’nin düzenlediği toplantıda kahvehanelere gidenlerin izlenimlerini dinleme fırsatını buldum.
İzlenimlerde en dikkat çekici noktalar şunlar:
Kahvehanelerde oturanların çoğu devlet kavramından çekiniyor.
Devlet vatandaşın hizmetinde olmalı meselesini hiç düşünmemiş.
Haklarını aramaya kalkarlarsa başvurularının sonuçsuz kalacağı kaygısı ağır basıyor.
Peki kahvehanelerde çalışmayı yapanlar nasıl karşılanmış?
Oyunlarına dalmış olanlar önceleri söylenenlere pek kulak vermemiş.
‘Demek burada her şey dört dörtlük. Kimsenin sorunu yok. Sağlık, eğitim, iş-aş her şey tamam’ diye çıkış yapınca herkes dikkat kesilmiş.
Dertler, sorunlar bir bir dökülmeye başlanmış. Önce ‘Sizin bu işten çıkarınız ne’ diye bakanlar, duyduklarından, öğrendiklerinden pek mutlu olmuşlar.
ÇYDD’nin ‘kahvehane’ projesinden muhtarlar da memnun kalmış.
Mesele şimdi geri kalan 399 bin 750 kahvehaneye ulaşmak.
‘1 liralık yatırımla 7 lira gelsin’ kampanyası
STK’lar olmasaydı halimiz ne olurdu diye düşünmekten kendimi alamayarak bugün ikinci bir STK’nın faaliyetine değinmek istiyorum.
Sözünü edeceğim STK, okul öncesi eğitim üzerinde çalışan AÇEV.
Eğitim programlarıyla şimdiye kadar 300 bin kişiye ulaşmış olan AÇEV, şimdi Türkiye’deki tüm çocukların okul öncesi eğitim görmesi için bir kampanya başlatıyor.
Kampanyanın adı ‘7 Çok Geç’.
Yani 7 yaşında okula başlayan çocuk kayıpta.
Zira 0-6 yaş arası çocuğun en hızlı geliştiği dönem.
Araştırmalara göre 0-6 yaş arası eğitime yapılan 1 liralık yatırım topluma 7 liralık kazanç olarak dönüyor.
AÇEV’in başlattığı kampanyayı bu kez ÇYYD, Vehbi Koç Vakfı,TEGV (Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı) ERG (Eğitim Reformu Vakfı), TEV (Türkiye Eğitim Vakfı, KEDV (Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı) destekliyor.
Kampanyanın hedefi anaokulun zorunlu hale getirilmesi.
Sarkozy’yi ikna etmek TÜSİAD’a düşebilir
FRANSA’da TÜSİAD’a eş değer kurum MEDEF.
TÜSİAD ile MEDEF arasındaki ilişkiler son derece iyi.
Hatırlayacaksınız.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz yaz Fransa ziyaretinde MEDEF’te bir konuşma yapmıştı.
MEDEF Başkanı Ernest-Antoine Seilliere de şimdiye kadar Türkiye’yle ilişkileri son derece sıcak tutmuş.
Türkiye’yi de birkaç kez ziyaret etmiş olan Seilliere, Fransa’da AB üyeliğimizin hararetli savunucularından.
Ernest-Antoine Seilliere önümüzdeki günlerde koltuğunu bırakıyor.
MEDEF’in başkanlığına aday gösterilen isimler arasında iki tanesi ön plana çıkıyor.
Biri, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan iktidardaki UMP Partisi Başkanı Nicholas Sarkozy’nin ağabeyi Guillaume Sarkozy.
Diğeri daima bizi desteklemiş olan Renault’nun CEO’su Louis Schweitzer.
Schweitzer dediğim gibi sıkı bir Türkiye dostu.
Onun başkanlığında MEDEF’in aynı politikayı güdeceğinden kuşku yok.
Ancak bana Guillaume Sarkozy’nın başkanlığı daha stratejik gibi geliyor.
Zira, MEDEF’in başına ağabey Sarkozy geçtiği takdirde, ilerde Fransa’nın güçlü adamı olacağı söylenen Nicholas Sarkozy’yi TÜSİAD aracılığıyla ikna etmek mümkün olabilir.
Nicholas Sarkozy, kendisinden birkaç yaş büyük Guillaume Sarkozy’nin hatırını kıracak değil ya...
Diyelim ağabey Sarkozy MEDEF’in başına geçemedi.
O takdirde Sarkozy’yi tarafımıza çekmek işi bizim Türk tekstilcilere düşüyor.
Zira Guillaume Sarkozy tekstilci ve sahibi olduğu fabrikada yılda 800 bin metre kumaş üretiliyor.
Öyle ya da böyle Sarkozy’lere ulaşmanın bir yolu olmalı.
Yazının Devamını Oku 