Gila Benmayor

Wolfowitz’i etkileyen projeye 8.5 milyon Euro’luk AB desteği

8 Temmuz 2008
TÜRKİYE’de "sayısız" proje üretiliyor. "Sayısız" araştırma yapılıyor. Bunlarla ilgili "sayısız" kitap yazılıyor. Bu yapılanlar bir işe yarıyor mu derseniz işte bu noktada biraz karamsarım.

Çoğunlukla projeler, araştırmalar raflara kaldırılıyor.

Birkaç istisna var tabii ki.

TESEV’in (Türkiye Ekonomik Sosyal Etüdler Vakfı) 2.5 yıl önce başlatmış olduğu bir proje bu istisnalara dahil.

Proje, "kamu harcamalarının daha verimli" kullanılmasıyla ilgili.

Daha önce bu sütunda projeden söz etmiştim.

TESEV Yönetim Kurulu Üyesi Yılmaz Argüden ile TESEV İyi Yönetişim Programı Direktörü Fikret Toksöz 2.5 yıllık çalışmanın meyvelerini vermesinden ötürü mutlu.

Önce TESEV projesinin ne olduğunu hatırlatayım.

Dünya Bankası tarafından sağlanan 1.5 milyon dolarlık fonla 6 pilot ilde - Ankara, Çanakkale, Diyarbakır, Sivas, Kars ve Yalova- kamu harcamaları araştırıldı.

Kamu harcamaları gerçek ihtiyaca göre mi yapılıyor?

Nerelere harcanıyor?

Harcamalardan kimler yararlanıyor?

Yoksullar kamu kaynaklarından yeterince yararlanıyor mu?

Araştırmanın bir bölümünde bu gibi sorulara cevap aranmış.

Diğer bölümünde ise "gelişmişlik haritaları" çıkarılmış.

Bunlar üst üste konunca illerin hem ne durumda oldukları, hem de çarpıcı gerçekler ortaya çıkmış.

10 MİLYON YTL’LİK CEZAEVİ

Fikret Toksöz, Kars
örneğini veriyor.

Bu ilimizde 10 milyon YTL’lik bir kapalı cezaevi inşa edilmiş ama asla kullanılmamış.

Yine Kars’ta yapılan bir bölge hastanesi hiç kapılarını açmamış.

Toksöz "Bu iki binada çürümeye terk edilmiş" diyor.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Boş okullar, kullanılmayan doğumevleri, yapımı tamamlanmamış havalimanları

Neticede havaya saçılmış trilyonlarca lira.

"Oysa" diyor Yılmaz Argüden, "Sadece eldeki bilgiler, istatistikler doğru kullanılırsa yatırımları verimli bir hale dönüştürmek mümkün."

WOLFOWITZ’İ ETKİLEMİŞ

Dünya Bankası’nın sağladığı fonla gerçekleştirilen TESEV projesi tam bir yıl önce görevinden istifa etmek zorunda kalan Dünya Bankası eski Başkanı Wolfowitz’in dikkatini çekmiş.

Projenin çok önemli olduğunu ve mutlaka uygulanması gerektiğini söylemiş.

Hatta gelişmekte olan ülkelere örnek teşkil edebileceğini söylemiş.

Ancak Dünya Bankası projeyi tüm illerde uygulamak için gerekli parayı verememiş.

Bu aşamada, Dünya Bankası’nın uyarmasıyla Avrupa Birliği devreye girmiş.

Zira proje AB ilkeleri doğrultusunda, yerel yönetimlerde "şeffaflık, katılım ve hesap verebilirliğe" olanak sağlayacak.

Avrupa Birliği projenin ilk aşamasında 4 milyon Euro, ikinci aşamasında ise 4,5 milyon Euro verecek.

Toplam 8.5 milyon Euro.

YEREL SEÇİMLERDE ETKİLİ OLACAK

Eylülde başlaması planlanan projenin bir de UNDP ayağı var.

Çeşitli aşamalarında projeye destek olacak.

En önemlisi İçişleri Bakanlığı da projeyi benimsiyor.

TESEV’in 6 pilot ildeki çalışmalarını konu alan "İyi Yönetişim El Kitabı" valilikler, belediyeler, üniversiteler, STK’lar dahil 3 bin 500 adrese postalanmış.

Fikret Toksöz, "Bu uygulama önümüzdeki yerel seçimler değil bir sonrakinde çok etkili olacak. İnanıyorum" diyor.

"Şeffaflık, katılım ve hesap verme" belediyeden başlayıp tüm kurumlara yayıldığı takdirde Türkiye’nin kaderi değişebilir.

UNESCO, Sulukule uygulamasından memnun değil

DÜN Fikret Toksöz ile sohbette UNESCO kararına da değiniyoruz.

1992-2002 yılları arasında Marmara ve Boğazlar Belediyeler Birliği’nin Genel Sekreterliği’ni yürütmüş olan Toksöz, İstanbul’un Dünya Mirası Listesi’yle ilgili süreci iyi biliyor.

İstanbul, UNESCO’nun önceki gün Kanada’dan ilan ettiği 1 yıllık ek sürede eksikliklerini tamamlayabilir mi?

Pek kolay olmasa gerek.

Zira, UNESCO’nun talep ettiği sadece tarihi yarımadanın yönetim planı değil.

Haliç, Adalar, Boğaz ve Beyoğlu’nun da yönetim planı talebi var.

Ayrıca ulaşım planıyla, turizm planı da talep ediyor.

Unesco Dünya Miras Komitesi halen devam eden Kanada’daki toplantısında Süleymaniye’de eski ahşap binaların yıkılması eleştiriliyor.

Aynı şekilde Sulukule’deki uygulamalara da dikkat çekiyor. UNESCO, "Somut Olmayan Mirasın Korunması" Anlaşmasına imza atmış olan Türkiye’nin Sulukule’deki uygulamasından memnun değil. Soyut olmayan miras oradaki Romanların yaşam tarzı.

Fatih Belediyesi’nin "kentsel dönüşüm" uygulamasıyla Romanlar yerlerinden ediliyorlar.

Yaşam biçimlerini değiştirmeye zorlanıyorlar. Sulukule ve Süleymaniye, İstanbul’un Dünya Miras Listesi’nden kalıp kalmaması konusunda Demokles’in Kılıcı gibi.
Yazının Devamını Oku

Altı yıl dört ay ve dokuz gün sonra ÖZGÜR

6 Temmuz 2008
Ingrid Betancourt nihayet serbest. 2002 yılının şubat ayında kaçırılmıştı Kolombiyalı politikacı. Gözüm televizyonda çocuklarıyla kavuştuğu anı izliyorum. Yüzünde yorgunluğun, hastalığın hiçbir belirtisi yok. Bir eli 22 yaşındaki kızı Melanie’nin, diğeri 19 yaşındaki oğlu Lorenzo’nun elinde. Gülerek yanındakilerle konuşuyor, mikrofonu kapıp ilk demecini veriyor: "Saçlarım bembeyaz olsa da, 100 yaşına gelsem de özgürlükler için mücadele etmeye devam edeceğim."
/images/100/0x0/55ea5440f018fbb8f878cd5a
Ingrid Betancourt’un hikayesini altı yıldır izliyorum.

Pardon şöyle demeliydim: Altı yıl, dört ay ve dokuz gün. Kolombiyalı politikacının ülkesinin en büyük gerilla örgütü FARC’ın elinde tutsak kaldığı zaman dilimi bu zira.

Ingrid 2002 yılının şubat ayında FARC gerillaları tarafından kaçırıldıktan bir hafta sonra onunla ilgili ilk yazıyı yazmışım.

Sonra düzensiz aralıklarla onun Kolombiya cangıllarındaki akıbetine değindim. Yıllarca ondan haber alınmamasına üzüldüm. Canlı olduğunu gösteren video kasetleri belli dönemlerde çıkınca sevindim.

En son 2007’nin son ayı annesine yazdığı mektubu okumuştum. "Yaşayan ölü gibiyim" diyordu. Gücünün son kırıntılarını mektuba harcıyor gibiydi. Tam beş kere kaçmaya teşebbüs etmişti. Her seferinde yakayı ele vermişti. Bir keresinde gerillalar boynuna bir zincir geçirmişti. Bir köpek gibi!

Annesine yazmış olduğu mektuptan bir süre önce son video kaseti yayınlanmıştı. Ingrid Betancourt bitkindi. Kameraya değil yere bakıyordu. Belli ki kendisini fazlasıyla aşağılanmış hissediyordu.

PARLAK POLİTİKACI CANGILDA TUTSAK

40 yaşında Kolombiya’nın en parlak politikacısı olma yolunda ilerlerken, kokain baronlarına savaş açmışken, FARC tarafından kaçırılınca "güçlüler" safından "güçsüzlerin, çaresizlerin" safına geçmişti.

Oysa o kaleme aldığı "Yüreğimdeki Öfke" kitabında anlattığı gibi Kolombiya’daki yoz düzeni tersine çevirmek için dünyaları devirmeye hazırdı. Günün birinde Kolombiya’da cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacağından emindi. Ta kendini cangıllarda, dağlarda rehine pozisyonunda buluncaya kadar.

AİLENİN YENİ SÖZCÜSÜ LORENZO

Betancourt nihayet serbest. Gözüm televizyonda çocuklarıyla kavuştuğu anı izliyorum.

Hayret! Yüzünde yorgunluğun, hastalığın hiçbir belirtisi yok. Bir eli 22 yaşındaki kızı Melanie’nin, diğeri 19 yaşındaki oğlu Lorenzo’nun elinde. Gülerek yanındakilere "Cennet böyle olmalı" diyor.

Lorenzo, annesi kaçırıldığında henüz 13 yaşındaydı. Annesine en fazla gereksinim duyduğu yıllarda o yanında yoktu. Şimdi ise ailenin sözcüsü gibi duruyor. Dünyadaki tüm rehineler için mücadelenin devam etmesi gerektiğini söylüyor annesinin yanında.

Ingrid Betancourt, oğlunun elinden mikrofonu alıyor: "Saçlarım bembeyaz olsa da, 100 yaşına gelsem de özgürlükler için mücadele etmeye devam edeceğim."

İçindeki öfke yine kıpır kıpır. Sanırım Güney Amerika’ya yeni bir kadın lider geliyor.
Yazının Devamını Oku

İnsan hakları treni yolda

4 Temmuz 2008
HÜRRİYET’in kuruluşunun 60. yıldönümü müthiş bir projeyi hayata geçiriyor. "İnsan Hakları Treni".

Üç gün önce Kars’tan yola çıkan tren, 45 istasyona uğrayarak 14 Ağustos’ta Edirne’de yolculuğunu tamamlayacak.

Trenin amacı her geçtiği yerde "insan hakları" -özellikle çocuk ve kadın hakları- rüzgarı estirmek.

Hem de eğlenceli bir şekilde estirmek.

Akbank Çocuk Tiyatrosu’yla, film gösterileriyle, müzikle, ünlü yazarların söyleşileriyle, sergilerle.

Her istasyonda bir sürpriz.

Dün öğle yemeğinde Hürriyet İcra Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı’yla treni konuşuyorduk.

Kars izlenimlerini aktarırken ilginç bir noktaya değiniyor.

"Kars’ta kadın örgütleri temsilcileriyle biraraya geldik. Dört yıldan beri kadına şiddet meselesi üzerinde çalıştıklarını ancak fazla ciddiye alınmadıklarını anlattılar" diyor.

"Bizim gibi büyük kurumların desteklerine ihtiyaçları var" diye ilave ediyor.

Gerçekten meseleye büyük kurumlar el atınca işin rengi değişiyor.

Hele erkek yöneticiler açısından.

Kadın hakları önemseniyor.

Diğer haklar da.

Yine Kars’tan bir anı.

Çocuk tiyatrosunu izleyen çocuklara "oyundan ne anladınız" diye sorulmuş.

Bir tanesinin cevabı şöyle:

"Arkadaşım artık beni dövemez".

Haklarının ne olduğunu çocuklara öğretmek.

Kadınlara zorla evlendirilmenin bir kader olmadığını anlatmak.

Eğitim haklarının olduğunu söylemek.

Şiddet, ayrımcılık hakkında bilgilendirmek.

"Hürriyet Hakkımızdır Treni" işte bunları yapacak.

Bir istasyondan diğerine ışık, umut taşıyacak.

Zira trenler ayrılık ve hüzün olduğu kadar kavuşmadır, umuttur.

1995 yılında Beijing’deki Kadın Zirvesi sırasında dillerden düşmeyen "Barış Treni"ni hatırlıyorum.

Helsinki’den yola çıkarak 25 günde Beijing’e varan 40 ülkeden 200 kadar kadın gözümüzde birer kahramandı.

Bindikleri "Barış Treni" ise bir efsane.

Hürriyet treninin de öyle olmasını diliyorum.

Dink’i unutmadık

SÖZ haklardan açılmışken bu ülkede yaşam hakları ellerinden alınmış sayısız insan var.

Hrant Dink bunlardan biri.

Önümüzdeki pazartesi günü yani 7 Temmuz günü Dink davasının 6.duruşması var.

Bu duruşma önemli.

Zira Dink’i öldürdüğü iddiasıyla yargılanan Ogün Samast 18 yaşını doldurduğu için dava basına ve izleyicilere açık yapılacak.

İlk kez basın mensupları davayı izleyebilecek.

Cinayet günü Agos Gazetesi yakınlarında olan bazı tanıkların dinlenmesi ihtimali de var.

Ergenekon ile sarsıldığımız bu günlerde Dink davasına kayıtsız kalmamak gerek.

İşleneceği neredeyse bir yıl öncesinden belli olan cinayetin aydınlatılması hepimiz için önemli.

Dink’i unutmadık.

Muhtar Kent’e göre geleceğin lideri nasıl olmalı?

MUHTAR Kent 1 Temmuz tarihinden itibaren Coca Cola’nın başında.

Kent ile geçenlerde İstanbul’da Heidrick&Struggles’ın davetinde karşılaştık.

Gecenin şeref konuğuydu.

Uzun ve etkileyici bir konuşma yaptı.

Aldığım notlara baktığımda Muhtar Kent’in geleceğin liderlerine yönelik mesajları ön planda.

Nasıl biri olmalı geleceğin lideri?

Kent’e göre, dünyanın nereye gittiğini yani yeni ve uzun vadeli gerçekleri görmeli.

Global trendleri izlemeli.

Stratejilerini bunlara göre geliştirmeli.

Muhtar Kent "yeni dengeler" olarak adlandırdığı dünyanın yeni ve uzun vadeli gerçekleri neler derseniz.

Yükselmekte olan enerji ve gıda fiyatları.

Hızlı bir kentleşme süreci.

Orta sınıfın yükselmesi.

2015 yılına kadar orta sınıf denen şeye 700 milyon kişi katılacak ki bu 700 milyon yeni tüketici anlamında.

Geleceğin liderleri bu saydıklarıma ilaveten gelişmekte olan ülkelerdeki kültürel karmaşıklıkları da hesaba katmak zorunda.

Son bir not.

Çalışanlarıyla sosyal ilişkileri güçlü olmalı.
Yazının Devamını Oku

Turmepa’nın Marmara alarmı

1 Temmuz 2008
RAHMİ Koç’un çalışma hayatında 50. yılını kutladığı gecenin ertesi günü Nakkaştepe’deyiz. <br><br>Rahmi Koç, Birleşmiş Milletler Uluslararası Denizcilik Örgütü (İMO) Genel Sekreteri Eftimios Mitropoulos’un onuruna öğle yemeği veriyor. Mitropoulos’u DenizTemiz Turmepa Onursal Başkanı şapkasıyla ağırlıyor.

Davetliler arasında Avrupa Birliği Deniz Ulaşımı Direktörü Fotis Karamitsos, Eşref Cerrahoğlu, Asaf Güneri, Şadan Kalkavan gibi armatörler var.

Öğle yemeği mini bir "deniz zirvesi"ne dönüşmüş durumda.

2005 yılında, Nakkaştepe’de daha kapsamlı bir "deniz zirvesi"ne katılmıştık.

TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun da katıldığı o zirvede konuşulanları hatırlıyorum.

Denizlerimizin alarm verici kirliliği, "kıyı master planına" acil gereksinim gibi şeyler.

Aradan üç yıl geçmiş.

Nakkaştepe’deki masanın etrafında aynı şeyler konuşuluyor.

Deniz kirliliği daha da korkunç boyutlara ulaşmış.

Özellikle imara açılan Göcek hızlı yapılaşmanın kurbanı.

Turmepa Yönetim Kurulu Başkanı Eşref Cerrahoğlu, "Turmepa olarak Ulaştırma, Çevre ve Bayındırlık bakanlıklarıyla Deniz Müsteşarlığı’nı Göcek’te acil bir tespit toplantısına çağırıyoruz" diyor.

Göcek’te milyon dolarlara lüks villalar yapılıyor ama altyapı, arıtma eksik.

Dört marinası var.

Bunlara ilaveten, Milli Nizam Partisi kurucularından işadamı Hasan Aksay tarafından yapımına başlanan iki marina Göcek’in benzersiz koylarını daha da kirletecek.

YAT SAHİPLERİNİN ÇOĞU BİLİNÇSİZ

Cerrahoğlu, "Biz marinaya karşı değiliz. Bugün hangi marinaya gidersen git yer yok. Türkiye 20-30 marina daha kaldırır ama bunların planlı bir şekilde yapılmaları gerek" diyor.

Sözü bir kez daha "kıyı master planı"nın gerekliliğine getiriyor.

Balık çiftlikleri, marinalar, oteller için böyle bir master plan kıyılarımızı korumak için olmazsa olmaz koşul.

Bu arada denizi en fazla kirletenler yat sahipleri.

Cerrahoğlu’na göre, yat sahiplerinin yüzde 95’inin "yat sahibi" olmaya hakları yok.

Sintinelerini yetkililer tarafından belirlenmiş yerlere boşaltmıyorlar.

Yardım için yanaşan Turmepa teknelerini reddediyorlar.

Turizmin göz bebeği Göcek için çalan alarm zilleri Marmara Denizi için de geçerli.

DenizTemiz Genel Sekreteri Levent Ballar, kesinlikle Marmara Denizi’ne girilmemesi gerektiği görüşünde.

Ballar’ın dikkat çektiği hesap ortada.

İSKİ’nin 2004 verilerine göre şebekeye 2 milyon metreküp su veriliyor.

Yani bir o kadar atık su var.

Peki nereye gidiyor bu atık sular?

Çoğu ön arıtma denilen işlemden sonra "derin deniz deşarjı" adıyla olduğu gibi Marmara Denizi’ne basılıyor.

Ön arıtma suyu temizlemiyor.

Görünen pisliklerinden arındırıyor.

Esas temizleme işini biyolojik arıtma tesisleri yapıyor.

Bunlardan İstanbul’da beş adet var.

Yine İSKİ’nin verdiği rakama göre arıtma kapasiteleri 303 bin metreküp.

2 milyon metreküpün sadece 303 bini gerçek bir arıtma işleminden geçiyor ise Marmara’ya akan atık suları siz hesaplayın...

Üstelik bu rakamlar 2004 yılı verileri.

KURAL VAR ÖLÇÜM YOK

İşte bu yüzden DenizTemiz Dergisi’nin son sayısına konuşan Sevinç ve Erdal İnönü Vakfı’ndan deniz biyoloğu Levent Artüz, "Marmara Denizi’ni kaybettik" diyor.

Marmara Denizi’yle ilgili en uzun soluklu izleme projelerinden birinin başında olan Artüz öyle diyor ama ne İstanbullular ne de İstanbul Belediyesi bir hazineyi yitirmekte olduğumuzun farkında.

Geçtiğimiz yıllarda büyük bir tantanayla "İstanbul plajlarına kavuştu" kampanyası başlatan İBB deniz ölçümlerini devamlı yapıyor mu?

Sanmıyorum.

Zira hemen yanı başımdaki Caddebostan Plajı’nda "Plaja Nasıl Girilir" kurallarını gördüm ama ölçümleri görmedim.

Kurallar yerinde ama deniz kirli mi değil mi belli değil.

Özellikle hafta sonları çoluk çocuk herkes Boğaz kıyılarına ve bu plajlara koşuyor.

Yüzme bilenler bilmeyenler kendilerini serin sulara bırakıyor.

Marmara’nın suyu temiz mi değil mi pek de umurlarında da değil doğrusu.

Kutuplardaki ayılara duyarlı ama Marmara Denizi’ni merak etmiyor

DenizTemiz dergisine konuşan Sevinç ve Erdal İnönü Vakfı deniz biyoloğu Levent Artüz, vakfın deniz araştırmaları için en iyi ve en gelişmiş donanıma sahip olduğunu söylüyor.

Vakfın araştırmacılarının çoğu gönüllü.

Ne ki dört mevsim deniz ölçümleri yapan vakıf çoğu zaman kaynak sıkıntısı çekiyor.

Örneğin son olarak yaptığı "Marmara Denizi’nin Değişen Oşinografik Şartarı" projesi için 40 bin Euro’luk bir kaynak arayışında.

Vakfın yaptığı araştırmalarla ilgili yurtdışından da bilgi almak isteyenler başvururken buradaki ilgisizlikten yakınıyor Artüz.

"Türkiye’deki hiçbir doğa derneği, kutuplardaki ayılardan, foklardan başını kaldırıp kendi mutfağındaki yangın hakkında bilgi almayı aklına getirmiyor"
diyor.

Marmara Denizi çok önemli bir deniz.

Artüz’ün de dikkat çektiği gibi "dünyada bir ülkenin kıyılarıyla tamamıyla sahip olabildiği tek deniz."

Karadeniz, Akdeniz ve hatta okyanus ekosistemlerini birleştiriyor.

Farklı su kütlelerine, inanılmaz biyolojik çeşitliliğe sahip.

Marmara Denizi’ni korumamız gerek.

Yazının Devamını Oku

Bekáret skandalından İslam’da reform tartışmasına

29 Haziran 2008
Bir bekaret davası ve ardından gelen tartışmalar Fransa’yı birbirine kattı. Ama bu kadar değil, olay sadece bu davayla sınırlı kalmadı. İş, İslam’da reform tartışmasına kadar uzandı. Hatta Lille’deki bekaret skandalından yola çıkarak, Fransa’daki İslam dininin cumhuriyetin yapısına uymadığını iddia edenler de çıktı. Şimdi reform konusunda din adamlarının, sosyologların, tarihçilerin görüşlerine başvuruluyor, önemli bir tartışmanın fitili ateşleniyor.

Geçenlerde Brüksel’de Hollandalı parlamenter Emine Bozkurt ile konuşuyoruz. Bozkurt, Türkiye’de kadın sorunuyla ilgili gelişmeleri iyi izliyor. Avrupa Parlamentosu için Türkiye’deki kadınların durumuyla ilgili iki rapor kaleme almış. Bir üçüncüsü için kolları sıvamış.

Türkiye’deki kadın örgütleriyle sürekli temas halinde. Dolayısıyla mecliste kadının durumunu yakından ilgilendiren bir yasa taslağından anında haberdar.

Sohbet sırasında çantasındaki bir raporu çantasından çıkartıp masanın üzerine koyuyor: Başbakanlık, İnsan Hakları Başkanlığı’nın hazırladığı "Töre ve Namus Cinayetleri Raporu".

Bozkurt
rapordan ötürü mutsuz: Zira rapordaki istatistiklere göre, töre ve namus cinayetleri eski yıllara oranla artmış. Örneğin 2006’da 216 olan cinayet sayısı 2007’de 220’ye yükselmiş. Cinayet nedenleri arasında "namus" birinci sırada.

Ataerkil yapının en katı geleneklerinden biri olan "namus". Kimi zaman bizde cinayete yol açan bu mesele bugünlerde Fransa’da da tartışma konusu.

Gazetelere yansıyan öyküyü hatırlayacaksınız. Lille’de evlilik gecesi bakire olmadığını itiraf eden 23 yaşındaki bir Müslüman genç kadın kocası tarafından aynı gece baba evine gönderiliyor. Öfkeli koca bununla yetinmiyor. Mahkemeye başvurarak evliliğinin iptalini talep ediyor. Lille Mahkemesi "bekaret" yüzünden evliliğin iptaline karar verince kıyamet kopuyor.

BURASI AFGANİSTAN MI

Olay Fransız basınına "Kızlık zarı için bir skandal" diye yansıyor. Gazeteler "21. yüzyılda bir genç kızın bakire olmadığı için düğün odasından kovulması ortaçağ’a dönüş anlamına gelir" yorumları yapıyor.

Feminist örgütlerden "Kadının onuru ayaklar altına alındı" diye tepki sesleri yükseliyor. Fransa’nın önde gelen feministlerinden Elizabeth Badinter ağlamaklı demeçler veriyor. Kadın devlet bakanlarından Fadela Amara "Burası Afganistan mı" diye yaygarayı basıyor. Fransız parlamentosu olayı tartışıyor.

Başından bir evlilik iptali olayı geçmiş olan şimdiki Adalet Bakanı Rachida Dati, önceleri Fransız basını "bekaret skandalı"nın üzerine bu kadar gitmesine tepkili. Ancak feminist derneklerin baskısı üzerine geri adım atmak zorunda kalıyor. Kararın temyize gitmesine yeşil ışık yakıyor.

İSLAM’DA REFORM TARTIŞMASI

Fransa’yı bu kadar karıştıran "bekaret skandalı"nın giderek büyümesi bambaşka bir tartışmaya yol açıyor: "İslam’da reform."

Geçen sayısında bu konuyu kapağına taşıyan L’Express dergisine göre, Lille’deki "Bekaret Skandalı", Fransa’daki İslam dininin cumhuriyetin yapısıyla uyuşmadığını gösteriyor.

Derginin en ön plana çıkardığı konu ise kadının durumu. "Kuran’a dokunmadan kadının statüsü nasıl modernleştirilir" sorusunu ortaya atıyor. Reform konusunda din adamlarının, sosyologların, tarihçilerin görüşlerine başvuruyor. Önemli bir tartışmanın fitili ateşliyor.

Bir yanda Fransa’da alevlenen "İslam’da reform" tartışması var.

Diğer yanda dünyanın da yakın takibe aldığı, Türkiye’deki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hadisleri yeniden yorumlama çabası.

Tam bunlar İslam cephesinde yeni gelişmeler olacağının işaretleri gibi.
Yazının Devamını Oku

Yoksa AB kilidinin anahtarı futbol mu?

27 Haziran 2008
AÇIK Toplum Enstitüsü’nün direktörü Hakan Altınay ile bir günlüğüne Brüksel’e gittik.<br><br>Brüksel’e gidince konu kaçınılmaz olarak Türkiye-AB ilişkileri. Gezinin amacı da Açık Toplum Enstitüsü’nün de sponsorları arasında olduğu Avrupa’nın geleceğine ilişkin bir araştırmanın sonuçlarını tartışmak.

Genişleme, Türkiye’nin üyeliği derken Avrupa’nın kendi geleceğine ilişkin kafası zaten karışıktı.

İrlanda referandumundan sonra da iyiden iyiye karıştı.

Avrupa baktı ki, işin içinde çıkamıyor kafa karışıklığını çözmek için iki Amerikalı profesöre başvurdu.

Bu işin şaka yanı tabii ki

Uzun bir öğle yemeğinde sunumunu dinlediğimiz "Yarının Avrupası" Araştırması Stanford Üniversitesi’nden Profesör James Fishkin ile Teksas Üniversitesi’nden Profesör Robert Luskin’in çalışması.

Profesör Fishkin, "Müzakereli Kamuoyu Yoklaması" diye çevrilebileceğim yeni bir araştırma yöntemi bulup, uygulayan bilim adamı.

Bu yöntemin esası şu:

Kamuoyu araştırmasına katılacak kişiler bir araya getiriliyor, konu hakkında yansız ve dengeli bilgi sahibi olmaları, ve tartışmaları sağlanıyor.

Sonra görüşleri alınıyor.

TÜRKİYE DESTEĞİNDE 10 PUAN GERİLEME

Kamuoyuna katılanların bilgi sahibi olmadan ve sonra verdikleri cevaplar farklı elbet.

Fishkin, bu yöntemi İrlanda’da, Avustralya’da ve başka sorunlu yerlerde uygulamış.

Merak ettiğim halde kendisine soramadım.,

Avustralya’nın aborijinlerden özür dilemesinde payı var mı diye.

Zira dediğine göre Avustralya’da elitlerle aborijinleri yan yana getirmiş.

Her neyse araştırmaya dönersek.

27 ülkeden 23 farklı lisan konuşan 362 kişi bir hafta sonu Avrupa Parlamentosu’nun binasında bir araya gelerek Avrupa’nın geleceğini konuşmuş, anketin sorularını yanıtlamış.

Fishkin "Bulgarlar, Yunanlılar, Almanlar vs. aynı odada toplanarak tercüman aracılığıyla konuştular" diye anlatıyor.

Peki sonuç nedir?

Bir kere "genişlemeye" destek yüzde 65’ten yüzde 60’a düşmüş.

Avrupalıların ekonomik ve sosyal reformlar için özveride bulunmaya hazır oldukları ortaya çıkmış.

Peki ya Türkiye’nin üyeliği?

İşte Brüksel’deki öğle yemeğinin esas konusu.

Profesör Fishkin’in bu araştırmasına göre Türkiye’ye destek 10 puan gerilemiş.

Yüzde 45’ten yüzde 55’e düşmüş.

"Ama üzülmeyin" diyor Fishkin "Ukrayna’nın üyeliğine de destek yüzde 69’den yüzde 55’e düştü".

YENİ ÜYELERDE YARDIM AZALACAK KAYGISI


Araştırmanın en ilginç yanı şu:

Avrupa Birliği’nin yeni üyeleri, eski üyelerine oranla Türkiye’nin üyeliğine daha "soğuk".

Ancak Fishkin’in tespitine göre, bu Türkiye’nin Müslüman kimliğinden fazla AB’nin mali yardımlarıyla ilintili bir şey.

Yani Bulgaristan, Romanya gibi yeni üyeler Türkiye üye olduğu takdirde kendi paylarına düşecek yardımın azalmasından kaygılı.

Mesele bu kadar basit.

Oysa daha önce bu konuda yapılan araştırmalar Türkiye üyeliğinin AB’ye fazla bir yük getirmeyeceği, dolayısıyla bir ülkeye para verirken diğerinden kısma gibi bir şeyin söz konusu olmayacağını ortaya koymuş.

Gel gör ki Bulgarların, Rumenlerin bundan haberleri yok.

İşte bu yüzden Hakan Altınay’ın dediği gibi Türkiye’nin üzerine çok şey düşüyor.

Türkiye algısını, imajını değiştirmek, ve hatta "itibarını yönetmek" tamamiyle bizim elimizde olan bir şey.

Örneğin, Fishkin’in uyguladığı yöntemle, Avrupalıları ve Türkleri yan yana getirerek kamuoyu araştırmaları düzenlenebilir.

Alpaslan Korkmaz’ın başarılı şekilde yönettiği yabancı yatırım çekme kampanyasının bir benzeri AB üyeliği için de uygulanabilir.

Ya da futbolda peş peşe mucizelere imza atılır.

AB üyeliği ile futbol arasında ne gibi ilişki olabilir demeyin.

Dünkü Le Monde Gazetesinde okudum.

"Avrupalı Türkiye Birliği"nin Başkanı Reynald Beaufort şöyle bir yorumda bulunmuş:

"Türkiye’nin mücadeleci yanı AB nezdindeki imajına çok katkıda bulundu. Türkiye böyle bir futbol şampiyonasına ilk kez katılmıyor. Ama bu yıl gösterdikleri performans Türkiye’nin imajı için çok önemliydi."

Brüksel’de akşam yemeğinde buluştuğumuz Hollandalı parlamenter Emine Bozkurt’un aktardığı anekdot da futbol ile ilintili.

Çekleri yendikten sonra İngiliz meslektaşı "Türklerin maçını izledikten sonra günün birinde mutlaka AB üyesi olacağınıza inandım" demiş.

Fatih sen benim adamımsın

BUNU söyleyen ben değilim.

Le Monde Gazetesi’nin blogcularından birinin cümlesi bu.

Üstelik Fransızca değil İngilizce yazmış başlığı.

Blogcumuz diyor ki: "Einstein iki şeye inanıyordu. Birincisi her şeyin mucize olduğu. İkincisi hiçbir şeyin mucize olmadığı.Yani pasif kalınmayacak, başarının koşulları yaratılacak. Fatih Terim’in başarısının sırrı bu."

Blogun devamı şöyle:

"İmparator Fatih tepkisel futbolun mucidi. Benim adamım."

Sarkozy
istediği kadar Türkiye’ye "hayır" desin.

Türklerin maçı karşısında şapka çıkartan Fransızlar eninde sonunda üyelik fikrine alışacaklar.
Yazının Devamını Oku

Özyeğin, Finansbank tecrübesini üniversiteye aktarıyor

24 Haziran 2008
OKUL öncesi eğitimden, üniversiteye. Özyeğin Üniversitesi’nin de kurulmasıyla işadamı Hüsnü Özyeğin’in bundan böyle eğitimin tüm halkalarına katkısı olacak. FİBA Yönetim Kurulu Başkanı Hüsnü Özyeğin eğitim işine gönül vermiş bir kere.

Yönetim Kurulu Başkanlığını eşi Ayşen Özyeğin’in yürüttüğü AÇEV (Anne ve Çocuk Eğitim Vakfı) 81 ilde 500 bin anneve çocuğuna ulaşmış.

AÇEV’in yaptığı iş Türkiye’de devrim niteliğinde.

Ana okuluna giden çocukların, tüm eğitim hayatlarında daha başarılı oldukları gerçeği AÇEV sayesinde kabul gördü.

Türkiye çapında yaygınlaştı.

AÇEV dışında, Fiba Grubu’nun yurtlar, okullar ve burslarla ulaştığı öğrenci sayısı 50 bin.

Sıra üniversiteye gelmişti.

AÇEV Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ayla Göksel’den üniversite hazırlıklarını bir kaç yıldan beri duyuyordum.

Nihayet dün FİBA’nın Altunizade’da Asya Finans’tan kiraladığı üniversite binasında tüm ayrıntılarını öğrendik.

İLK ÜÇÜNCÜ NESİL ÜNİVERSİTE

Özyeğin Üniversitesi rektörü Profesör Dr. Erhan Erkut "Türkiye’nin ilk 3’üncü nesil üniversitesi olacağız" diyor.

Nedir bu 3’üncü nesil meselesi?

1’inci nesil üniversite profesyonel, 2’nci nesil profesyonel artı araştırmacı, 3’üncü nesil ise bunlara ilaveten girişimci yetiştiriyor.

Yani üniversitenin vizyon ve amacı Hüsnü Özyeğin’in girişimci ruhuyla örtüşüyor.

Özyeğin Üniversitesi’nin bir diğer özelliği ise yabancı öğrencilere hitap etmesi olacak.

Erkut’un verdiği bilgiye göre, halen Türkiye’deki üniversitelerde okuyan yabancı öğrencilerin oranı yüzde yarım ila yüzde 1 arasında.

Rektör Erkut "Biz bu oranı yüzde 20’lere çekmek istiyoruz" diyor.

Türkiye’nin komşuları Yunanistan, Rusya, Bulgaristan, Romanya, Irak’tan yabancı öğrenciler hedefleniyor.

Hüsnü Özyeğin için özellikle Rusya önemli.

Zira Rusya’nın, Çin ve Hindistan gibi dünyanın yükselen ülkeleri arasında olduğuna inanıyor.

"Türkiye bu ülkelerle her türlü ilişkilerini geliştirmek zorunda. Öğrenci değişimi de dahil, Biz Özyeğin Üniversitesi’nde çinci ve rusca eğitim de vereceğiz" diyor.

FİNANSBANK TECRÜBESİ

Özyeğin’e göre üniversite esasında grubun kurmuş olduğu ikinci üniversite.

Zira Finansbank ve Fiba 10 yılda bankacılık sektörüne 40 ülkeden 30 bin genci, perakende sektörüne ise bin genci eğiterek kazandırmış.

Finansbank’ın Rusya serüveni de hayli ilginç.

"Ruslar ingilizce bilmiyordu. Türkler de rusca. Anadolu üniversitelerinde okuyan Kazak, Tacik, Azeri gençleri bulup işe aldık. Bankacılık sektörüne kazandırdık" diyor Özyeğin.

3 yılda böyle 200 öğrenci Rus yöneticilerle Türkler arasında köprü oluşturmuş.

İşte bu deneyimler şimdi üniversiteye aktarılacak.

Şimdi bir 10 yıl sonrasını hayal edin.

Özyeğin Üniversitesi’nden mezun olmuş komşu ülkelerin gençleri Türkiye ile kendi ülkeleri arasında gerçek bir köprü işlevi görmezler mi?

Eğitime 200 milyon dolar

GEÇENLERDE yazmıştım.

Hüsnü Özyeğin’e CNN International’de rastlamıştım.

CNN muhabiriyle Ağrı’da yaptırmış olduğu bir okulu ziyaret ediyordu.

Özyeğin, CNN muhabirin sorusu üzerine Türkiye’nin "bir numaralı hayırseveri" olmak istediğini söylüyordu.

Dün kendisine eğitime ne kadar para harcadığını sordum.

Şimdiye kadar AÇEV dışında harcamış olduğu para 100 milyon dolar kadarmış.

"AÇEVe 30 milyon, üniversite projesine de şimdilik 40 ila 50 milyon dolar derseniz aşağı yukarı 200 milyon dolara yakın bir para" diyor.

Dün Hüsnü Özyeğin’e üniversiteye istikrarlı bir şekilde para aktarıp aktarmayacağı soruldu.

Bu arada burs ve kredi sistemiyle üniversitenin oldukça ağır bir yükün altına girmiş olduğunu hatırlatmakta yarar var.

Soruya dönersek, Özyeğin, üniversiteye aktaracağı kaynakla ilgili aile fertleriyle konuştuğunu ve uzun yıllar devam edecek bir bağış sistemi oturtmayı amaçladıklarını söyledi.

Kamu harcamaları daha verimli olsa en çok eğitim yararlanacak

SÖZ eğitimden açılmışken Açık Toplum Enstitüsü ile Bahçeşehir Üniversitesi’nin ortak yaptırmakta oldukları bir araştırmaya değinmek istiyorum.

Araştırmanın konusu kamu harcamalarının refaha nasıl yansıdığına ilişkin.

Bu konuda hepimizin kafasında bazı soru işaretleri var.

Örneğin ben, Anadolu’da bazı okulların, YİBO’ların sefaletini gördükçe dünyanın 17. ekonomisi olan Türkiye’nin bu konudaki beceriksizliğini içime sindiremiyorum.

İsyan ediyorum "o kadar mı aciziz" diye.

"Kamu Araştırmalarının bileşiminin Büyüme ve Refaha Etkileri" araştırmasının bir sonucuna göre, kamu harcamaları daha verimli bir hale dönüşse bundan en fazla eğitim yararlanacak.

Hayli ayrıntılı araştırmaya göre, iller arasında eğitim uçurumu devam ediyor.

Ne yapılırsa yapılsın, kampanyalar vs. Güneydoğu ve Doğu Anadolu diğer illere yetişemiyor.

Özellikle "öğretmen açığı" konusunda durum alarm verici.

Derslikler, çoğalıyor, öğrenciler artıyor ama öğretmenler artmıyor.

Yani onca eğitim kampanyasının hızına öğretmen sayısı yetişemiyor.

İşte tam bu noktada yeni bir girişimden söz etmek istiyorum.

Garanti Bankası’nın, geçen hafta sonu kurduğu "Öğretmen Akademisi Vakfı" bir boşluğu doldurma açısından önemli.

Zira vakıf, 5 yılda 100 bin öğretmenin eğitilmesini amaçlıyor.

Garanti Bankası’nın bu iş için ayırdığı para 15 milyon dolar.
Yazının Devamını Oku

Bizim yakada köfte karşı yakada lokma

22 Haziran 2008
Minik Furni Adası’nda Ege Denizi’nin iki yakasından insanlar kızgın bir yağ tenceresinin başına üşüşmüş. Furni’ye özgü bir lokma yapılacak. Un, su, maya, tarçın ve sakız karışımını kızgın yağa atıp kızartmak, ardından lokmayı bal ve cevize daldırmak zevkli bir iş. Siyah başörtüsüyle lokmanın kıvamına karar veriyor Furnili yaşlı bir kadın. Yunanca endaksi yani tamam dediği anda lokmalar kızgın yağdan çıkartılıp karşılıklı ikram ediliyor.

Birinci sahne Şirince Köyü’nden. Yamaçtaki evlere bakan eski Rum ilkokulu binasındaki Artemis Lokantası’nın bahçesine uzun, upuzun bir sofra kurulmuş.

Sofranın üzerinde minik bakır kaplardaki kıyma İzmir Köftesi’nin ya da Sucukakia Zmirnika’nın malzemeleriyle yoğrulmuş.

Kuşadası’ndan yola çıkmış bir grup Yunanlı ile Türk, ellerinde kullan-at tipi eldivenlerle harıl harıl köftelere şekil veriyor.

Kıymanın kıvamına, köftelerin şekillerine karar veren yemek kültürü yazarı gazeteci Nedim Atilla. Atilla, orkestra şefliğini, İstanbul Rum Mutfağı, Kapadokya Mutfağı gibi kitapların yazarı Sula Bozis ile paylaşacaktı.

ENDAKSİ, LOKMALAR TAMAM

Ama Sula Bozis gelmeyince, bu işi şimdi İtalya’da yaşayan İstanbullu Rum, üniversite hocası Markiz Isabella Bernardini d’Arnesano üstleniyor.

Öğle saatlerinde mangalda pişmekte olan köfteleri beklerken Yunanca, Türkçe birbirine karışıyor. Kahkahalar Şirince’nin sokaklarında yankılanıyor.

İkinci sahne Ege Denizi’nin en ücra köşesindeki minik Furni Adası’ndan.

Uzun sofra bir kafenin bahçesinde. İki yakanın insanları bu kez kızgın bir yağ tenceresinin başına üşüşmüş.

Furni’ye özgü bir cins lokma yapılacak. Un, su, maya, tarçın ve sakız karışımını kızgın yağa atıp kızartmak, ardından lokmayı bal ve cevize daldırmak zevkli bir iş.

Orkestra şefimiz, başında siyah başörtüsüyle lokmanın kıvamına karar veren Furnili yaşlı bir kadın.

Yunanca endaksi yani tamam dediği anda altın rengini almış lokmalar kızgın yağdan çıkartılıp Furni’nin meşhur balına daldırılıyor. Sonra karşılıklı ikram ediliyor.

Önce Şirince’de, ardından Furni’de Barışa Kurulan Sofralar, 7. Türk Yunan Festivali’nin sadece bir faaliyeti.

Türkiye’de Defne, Yunanistan’da ise Nea Dafni’nin ortak çalışması sonucu bu yıl yedincisi yapılan dostluk festivalinde Aydın’da Leman Sam ile Yunanlı sanatçı Pandelis Talasinos’u dinledik.

İSTANBUL’DAN GELEN ŞARKICI

Sonra Furni kıyılarında adalıların karşısına inanılmaz bir Rumca şarkı repertuvarıyla çıkan Gülşen Karanlık’a kulak verdik.

Özellikle yaşlı Furnililerin İstanbul’dan gelip Rumca şarkı söyleyen şarkıcıyı nasıl kucakladığını gördük.

Furni Meydanı’nda kutukaki (küçük kutu) adını verdiği avuç içi kadar dükkanında kalamar ve zeytinden oluşan mezeleri satan Vasil’in ailesi Sivrihisarlı.

Furni’nin iki saat uzağındaki Patmos Adası’nda rastladığım Stavros’un ailesi Trabzon’dan.

İstanbul’dan bizimle yola çıkan Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlisi İrini Banyas’ın ailesi Kuşadası’ndan Samos’a gitmiş.

Kuşadasılı Safiye Çiftçi dokuz yıl önce Furnili bir denizciye gönül vermiş. Şimdi onunla birlikte adanın bir köyünde yaşıyor.

Köfteyle, lokmanın paylaşıldığı sofralar bir tane değil bin tane.
Yazının Devamını Oku