3 Ekim 2010
SONBAHAR, bütün mevsimlerden farklı bana göre. Hüzünle karışık, mistik bir tadı var bu sonbaharın. Ağaçlar en renkli elbiselerini giyip bizi bekler. Rüzgarın hışırtısı, arada düşen kuru yapraklar.... Karar verdim en sevdiğim mevsim kesinlikle sonbahar. Sanırım bu mevsimde hafta sonu Ankara’dan kaçmak için en iyi yerlerden biri Kapadokya. Yeni açılan otoyol ile 2.5-3 saatte oradasınız. Biz de kalabalık bir grup toplandık, biraz bağ bozumu yaşayalım, biraz dinlenelim istedik ve Kapadokya’ya gittik. Daha önce defalarca gittiğim Kapadokya’ya ama en son yıllar önce gitmiştim. O muhteşem gün batımı, Peribacaları, Avanos’taki çanak çömlekler her gittiğimde beni çok etkilemiştir ama geçen hafta sonu benim için bambaşkaydı.
Şimdi diyeceksiniz ki neden? Hemen anlatayım!
Her şeyden önce, bu bölge sonbaharda bir başka güzel. Güneşin kızıla çalan renginin o görkemli coğrafyaya yansıması, gün batımında hüzünlü rüzgarların arasında manzarayı doya doya seyretmek... Kaldığınız yer de önemli tabii.
Acaba uzaylılar mı yaptı?
Çok güzel bir yerde kaldık biz, Cappadocia Cave Resort! Uçhisar’da insanın tüylerini diken diken eden manzaraya karşı konumlanmış bir kartal yuvası. Zaten coğrafi olarak türlü efsanelere konu olmuş, dünyada eşi benzeri olmayan bir dokuya sahip bu bölgeye bir de metrelerce yüksekten bakınca hakikaten “Uzaylılar mı yaptı acaba?” diye düşünmeden edemiyor insan. Otel yalnızca konumu ile değil, odalarından restoranına, barından SPA’sına kadar tek kelime ile muhteşem.
Balonla Devr-i Alem!
Hafta sonu tabii, iki güncük! Ama biz bu iki güne sığdırabildiğimiz kadar aktivite sığdıralım istedik. Ve bence bunlardan en keyiflisi balona binmekti. Sabah 05:00’da uyandık. Bütün korkularına ve itirazlarına rağmen Çiğdem Abla’yı da ikna ettikten sonra, 06:00 sularında balonla yavaş yavaş gökyüzüne yükseliyorduk. Düşünsenize, ağır ağır güneş doğuyor ve siz o tarihi kalıntılar, o ihtişamlı peribacaları arasında gökyüzüne yükseliyorsunuz! Balonun içinde bir yukarı bir aşağı süzülerek geziyorsunuz. Bazen öyle alçalıyor ki ağaçlara, peri bacalarına dokunacaksınız sanıyorsunuz! Ve bu iki saate yakın sürüyor. Sanki çocukken okuduğum Jules Verne’in 80 Günde Devr-i Alem kitabının baş kahramanıyım!
Bir de bağ bozumu var tabii. O mistik coğrafya, o taş evler arasında üzüm bağlarında dolaşmak çok hoş bir deneyimdi. Yörede üzüm bağları göz alabildiğince büyük ama asmaların boyu küçük ve yaprakları az. Salkımlar da seyreltilmiş sanki, öyle dolu dolu değillerdi. Bütün bunlar az ama özü değerli üzümler yetiştirmek içinmiş. Daha neler öğreneceğiz bakalım.
Güneşin batımına yakın ATV adı verilen dört tekerlekli motorlu araçlardan kiraladık. Halimiz görülmeye değerdi! 18 yaş heyecanı ile atladık motorlara, Güvercinlik Vadisi, Aşk Vadisi derken gezmediğimiz yer kalmadı. Arada bir dinlenerek sırt çantalarımızda taşıdığımız yiyeceklerle piknik de yaptık.
18 yaş heyecanı
Kapadokya’da dikkatimi en çok sayısı artan turistler, oraya yerleşmiş Japonlar ve Fransızlar çekti. Ne kadar enterasan değil mi, vakt-i zamanında turist olarak gelip, kendisinden çok uzak bir kültüre adapte olarak, hayatlarını burada geçirmeye karar vermeleri! E ama şimdi herkesin ülkesi kendine güzel, tamam da benim Türkiyemin her köşesinde insanı kendine çeken birşey var. Nevşehir de öyle. O tarihi zenginlik, o doğa, hiçbir yerde olmayan kültürel miras. Lezzeti şüphe götürmeyen yemeklerimiz, misafirperverliğimiz, sıcakkanlı insanımız... Say say bitmez. Hatta Ankara’ya döndüğüm gün,
Ahmet Hakan da köşesinde Kapadokya’dan bahsetmiş!
Siz de, bu hüzün sarısı sonbahar bitmeden bir hafta sonunuzu ayırın, Kapadokya’da benzersiz bir-iki gün geçirin.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2010
EVEEET... Yaz bitti, günler kısaldı, geceler uzadı. İşten aceleyle çıkıp eve yetişmek için hepimizi bir telaş aldı. Neden? Çünkü bu sezon yeni başlayan diziler içinde hepimiz favorilerimizi belirledik!
İnanın bu aralar öyle çok çalışıyorum ki, gündüzlerimle gecelerim birbirinin içine geçmiş durumda! Ama ne yapıp edip dizileri kaçırmamaya çalışıyorum. Normal yayın saatini kaçırsam, mutlaka tekrarına bakıyorum. O da olmazsa, kaçırdığım dizileri internet dizüstü bilgisayarımda seyredebiliyorum. Hem de battaniyenin altında, elimde kabak çekirdeği, kah ağlıyorum kah gülüyorum!
Yeni sezonda en favori dizilerim: Lale Devri, Deli Saraylı, Fatmagül’ün Suçu Ne ve Bitmeyen Şarkı! Bitmeyen Şarkı’da günümüz şehirli kadının özlediği erkek tipinin en güzel örneği Yaman’a bayılıyorum. Sevdiğine sahip çıkan adam gibi adama... Bunun yanında Bergüzar Korel yalnızca oyunculuğu ile değil, güzel sesi ile de hepimizi şaşırttı.
Dizilerden Bodrum ve İstanbul rüzgarı
Lale Devri de zenginlik ve ihtişam açısından Aşk-ı Memnu’nun yerinin alacağa benziyor. İstanbul ve Bodrum’da geçen dizi, varlıklı iki ailenin hikayesini anlatıyor. Her zaman olduğu gibi, para, aşk, entrika ve ihtiras baş rolde. Bu dizi, yılın favorilerinden olacağa benziyor. Yeri gelmişken Hatice Aslan’ın muhteşem oyunculuğunu atlamamak gerekiyor. Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun’unda da performansına hayran kalmıştım. Lale Devri’nde de ‘kötü’ kadını çok ‘iyi’ oynuyor. Kocaman bir bravo!
Son yıllarda dönem dizileri pek meşhur. Ama komedi içeriklisini görmemiştik ki, Gani Müjde’nin kalemini ustalıkla kullandığı Deli Saraylı çıktı karşımıza. 1920’li yıllar, 1. Dünya Savaşı’nda bozguna uğrayan Osmanlı Devleti ve işgal altında İstanbul! Büyük Ada doğal bir set gibi kullanılmış. Hatta amcamın evinin olduğu sokağın köşesinde çekiliyormuş! Bu yaz kuzenlerim Şule ve Lale çekimlerle hayli eğlenmişler. Geçenlerde bir televizyon programına konuk oldu Gani Müjde. Perran Kutman’a Hayat Bilgisi dizisinden sonra sayısız proje ile gitmiş ama Perran Kutman hiçbirine sıcak bakmamış. En sonunda “Bir dönem komedisinde, saraylı bir kadını oynamak ister misin?” deyince, Kutman “Tamam” demiş. Bence de Perizan Sultan, Perran Kutman’dan başkası olamazdı! Müthiş bir mimik ustası bence, hem saraylı gibi salınıyor hem de deliliğinin arkasına sığınarak binbir türlü numara yapıyor. Kadro da çok iyi. Her şeyden önce Çetin Tekindor...
Behzat Ç. ile Bir Ankara Polisiyesi
Unutmadan bir de Ankara dizisi var. Seyredemedim ama onun da adı, diziseverler arasında konuşulmaya başlandı bile! Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi. Başrolde Erdal Beşikçioğlu ve Ayça Varlıer var. Evet ya, bizim neyimiz eksik İstanbul’dan? Demek ki, olunca oluyormuş. Ferhunde Hanımlar’dan sonra Ankara’da çok az dizi projesi yapıldı. Bu dizi de uzun süre devam eder inşallah da tüm Türkiye görür bizim sokaklarımızı, caddelerimizi, yemyeşil Ankara’mızı!
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2010
1800’lerin ortaları... Yüzyıllara ev sahipliği yapan İstanbul, Sinan’ın eserleri, mor-pembe erguvanları ve her köşesinden tarih yansıyan silüetiyle kendisini ziyarete gelen konuklarını ağırlıyor...
Bu büyülü şehri görmeye gelenleri misafir etmek için küçük ve mütevazi pansiyonlar varmış önce. Ardından 1895 yılında muhteşem bir balo ile açılışı yapılan Tepebaşı’ndaki Pera Palace Hotel açılmış. Tavandan sarkan ihtişamlı avizeler, son derece kibar duruşu ile piyano, antika masa sandalyeler, dolaplar. O dönemin oryantalist, art nouveau ve neo-klasik tarzların bir arada kullanıldığı mimarisiyle, yıllarca konuklarına hizmet vermiş bu muhteşem yapı.
Pera Palace, maalesef son yıllarda eski ihtişamını ve hak ettiği değeri kaybetmişti. İstanbul için bu kadar önemi olan, tarihe tanıklık etmiş bir yerin göz göre göre çürüdüğünü görmek çok üzücüydü. Neyse ki 2008 yılında, eski ihtişamını kazandırmak için restorasyon ve renovasyon çalışmalarına başlandı ve geçenlerde Pera Palace İstanbul’a yeniden “Merhaba” dedi. Tabii ki durur muyum, derhal gittim...
Hemingway, Christie ve Garbo’nun odaları
Pera Palace’tan içeri girer girmez tüylerim diken diken oldu! Kendinizi Osmanlı Dönemi’nde bir saraydan içeri girmiş gibi hissediyorsunuz ama Cumhuriyet Dönemi’ne ait detayları da unutmamak lazım. Otelin orijinal antikaları zaten beni benden aldı. Murano camından ihtişamlı avizeler, beyaz Carrara mermerler, tümü el dokuması Uşak halıları... Odalara ve suitlere, bir zamanlar bu odalarda kalanların adı verilmiş. Greta Garbo, Ernest Hemingway, İnönü&Bayar...
Atatürk’ün ülke için önemli kararlar aldığı ve üst düzey misafirlerini ağırladığı 101 numaralı odası, doğumunun 100. yılı olan 1981’de, Ata’nın şahsi eşyalarının da sergilendiği bir müze oda haline getirilmiş! 411 numaralı oda Agatha Christie’nin! Hatta geçen çarşamba, Christie’nin doğum günü kutlanmış otelde! Ne hoş değil mi? Gururla karışık keyif içinde ayrıldım Pera Palace’tan.
Cumhuriyet mekanı
İstanbul’un Pera Palace’ı gibi, canım Ankaramın sosyal yaşamına yön veren Ankara Palas’ı düşündüm sonra. Odakule’den İstikal Caddesi’ne çıktım ve hemen Nil’i aradım. Bilen bilir, Nil Turagay’ı. Ankara Palas’a 20 yıl boyunca emek vermiş ve emekliliğinden sonra İstanbul’a taşınmış bir Ankaralı. Nil bu satırları okurken kızacak bana, o şen şakrak ses tonu ile “Ah şekerim, neler yazmışsın öyle!” diyecek ama ben 1983 yılından 2002’nin Mayıs ayına kadar (Sadece Rahmetli Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde Köşk’de ziyafet müdürlüğü yapan) Nil’in Ankara Palas üzerindeki emeğinden bahsetmeden edemeyeceğim! Gelen heyetleri birer birer ağırlayan, jazz gecelerinden defilelere kadar aklınıza gelebilecek her türlü organizasyonda gece gündüz demeden çalışan, Ankara’ya yemek ve davet gustosu öğreten kadından bahsediyorum! Ankara Palas’ı Dışişleri Bakanlığı heyetleri dışında, Ankara cemiyet hayatına da kazandıran Nil oldu. Artık öyle yerler yok güzel Ankaramda... Ankara mı büyüdü biz mi değiştik bilmiyorum ama ben o günleri özlüyorum.
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2010
ZAMAN su gibi. Akıp gidiyor, tutamıyorsunuz resmen! Günler haftalar neyse, artık aylarda ışık hızıyla geçiyor ve bir mevsimden diğerine koşar adım ilerliyoruz. Haftaya okullar açılıyor! Hay allahım, daha yeni yaz geldi telaşına girmemiş miydik biz? 20 Eylül’de 2010-2011 öğretim yılı resmen başlıyor. Bazı okullar da bu pazartesi açılacak. Ali bir hafta daha yaramazlığa devam edecek ama, Oğul pazartesi günü, sabah 07:00’de kalkıp okulun yolunu tutacak. Hemen arkasından da ödev yetiştirme telaşı, sınav heyecanı...
İşten güçten bunalınca, ah nerede o okul günleri diyorum. Bana okul yıllarına dönme şansı verseler, valla hiç düşünmem, direk liseye dönmek isterim. O zamanlardaki arkadaşlıklar, dostluklar unutulur mu? Duvarın üzerine oturup bıkmadan usanmadan saatlerce konuşmalar... Okuldan kaçıp kaçıp sinemaya gitmeler... 5-6 kişi toplanıp ders çalışmalar... Hepsi çok güzeldi.
Liseli gençlerin moda muhabbeti
Bir de bakıyorum şimdiki gençler bizim gibi değil! Konuştukları şeylerden giydiklerine kadar bambaşkalar! Marka nedir pek bilmezdik. Bizim için en büyük lüks baklava desenli Burlington marka çoraplardan almaktı. Lacivert-gri olanı pek meşhurdu. Dizimize kadar çeker, okulun en havalı kızı olduğumuzu zannederdik. Tabii yeri gelmişken, Timberland, Lumberjack ve Sebago ayakkabıları da unutmamak lazım. Lacivert sebago, ama mutlaka beyaz bağcıklı olacak! Ama şimdi her şey var. Gençlerin hepsinde bilgisayar, internet ellerinin altında... Bir de okul modası var tabii! Kızlara bakıyorum da, benim arkadaşlarımda öyle elbiseler, çantalar yok. Düşününce, anne olmak çok büyük keyif ama erkek annesi olmakla, kız annesi olmanın da farkı var. Kızlarda çeşitlilik bol. Elbisesinden botuna, kolyesinden saç tokasına... Say say bitmez.
Kurala uygun ama “trendy”
Hemen size geçen gün yaşadığım bir olayı anlatayım! Arkadaşlarımla yemek yiyorum, yan masada iki kız. Nasıl şekerler görseniz. Bıcır bıcır konuşuyorlar. Duyduklarımdan anladığım kadarı ile lise sondalar. Yani okulun en büyükleri! Bu yıl okulda ne moda olacak onlardan bahsediyorlar! Efendim hemen aktarıyorum, bu yıl Converse giymek out, babet giymek in! Babet giydiklerinde kendileri daha şık hissediyorlarmış!
Bu kış da UGG’ların yün örgülü olanları pek revaçtaymış! Hayır bir de, okul uniformasını da modaya uyduruyorlar. Diyelim ki, ekoseli diz boyu etek, beyaz gömlek ve lacivert yelek giymek mecburiyetindeler. Ne yapıp edip bu zorunluluğu da kendi zevklerine göre şekillendiriyorlar. Etekler bir anda mini oluyor, Zara’dan, Mango’dan lacivert ama mutlaka kenarında köşesinde bir numarası olan yelek alıyorlar, Koton’dan da kolları kalın manşetli beyaz bir gömlek! Buyrun size trendy ama okulun belirlediği kuralların dışına çıkmayan bir kıyafet!
Kolej modacıya da ilham oluyor
Eskiden böyle şeyler yoktu tabii, ben de bizim oğlanlardan öğreniyorum. Moda da online oldu. Internetten ne moda, trend nedir hem takip ediyorlar hem de sipariş veriyorlar. Bu aralar bütün gençler trendyol.com, markafoni.com, limango.com, gilt.com gibi sitelerin başından ayrılmıyor. E bu aralar gençlerin favorisi “Küçük Sırlar” dizisinde de görüyoruz liseli kızların giydiklerini, taktıklarını! Bu arada, kolej modası deyip geçmeyin, modacılara da ilham kaynağı oluyor. Geçen sene Fergie’nin konserinde giydiklerini hatırlayanlar olacaktır. Ekose etek, baklavalı çorap! Tabii bu kadar bakıma ve kılık kıyafete harcanan para da cabası. Aileler, çocukları kimselerden geri kalmasın diye ellerinden geleni yapıyorlar. Peki gençler ne yapıyor? Biraz da olsa takdir ediyorlar mı acaba ailelerini? Ben yine de bu işin dozunun kaçtığını düşünüyorum. Tazecik gençlerin daha sade, yaşına daha uygun giyinmeleri gerektiğini düşünüyorum. Haksız mıyım ama?
Uh ah dev adam 12 Dev Adam!
ALİ tutturdu, anne gidelim, anne gidelim! Hayır ben de gitmeyi çok istiyorum ama bunca koşturmaca arasında, akşamları eve gidip dinlenmek, biraz da kendime vakit ayırmak istiyorum. Dedim “Gamze yürü, 12 Dev Adam seni bekliyor!” Ana oğul girdik Ankara Arena’dan içeri... Yeri gelmişken, Ankara’nın yeni spor salonu tek kelime ile muhteşem olmuş! Avrupa standartlarında harika bir salon! Kapasitesi 13 bin kişiymiş ve sanırım o gün 10 bin kişi, Türkiye A Milli Erkek Basketbol takımımızı desteklemek için oradaydı. Her yerde bayraklar, flamalar!
Daha maç başlamadan herkese kırmızı-beyaz tshirt ve şapkalar dağıtıldı. Hep bir ağızdan “On iki dev adam” şarkısı eşliğinde milliler sahne aldı. Sahne aldı diyorum çünkü bana göre tam bir şovdu! Bizimkiler tarihi bir fark yaratarak C Grubu’ndaki son maçını, 87-40 kazandı ve grup birincisi olarak 2. tura yükseldi. Çarşamba akşamı da Slovenler’i ezip geçen 12 muhteşem adam, bu akşam yarı finalde Sırbistan’ın karşısına çıkıyor! 21.30’da hepimizin yüreği onlarla atacak. Haydi devler, size inancımız sonsuz. Bir kez daha göğsümüzü kabartın, adımızı dünyada bir kez daha yankılatın! Haftaya görüşünceye kadar sağlıcakla, afiyetle kalın!
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2010
BAYRAM... Kavuşmak, neşe, sevinç, Bembeyaz mendil içinde şeker,
Kırmızı rugan ayakkabılar...
Bayram...
Hüzün, yalnızlık,
Bu dünyadan teker teker göçenler,
Birer birer terk edenlerin özlemi.
Saçımızı okşayan rahmetli babaanne,
Erkenden giden dayı, amca...
Kimi zaman çok uzakta kalan çocukluk anıları,
Kimi zaman geri dönmeyecek gençlik hatıraları...
Bayramda neşeyle hüzün elele,
Hele bir de sonbaharsa mevsim,
Bir de Ankara’daysanız eğer,
Bambaşkadır bayram...
Bu bayram neşeyle karışık bir hüzün var bende. Nedendir bilinmez, eski bayramlara olan özlem her bayram daha da artıyor içimde. Çocukluğumu hatırlıyorum. Bayram demek evde şenlik demekti. Günler öncesinden kıyafetler alınır, ütülenir, asılırdı dolaplara. Heyecanla beklerdik bayram sabahını. Büyüklerin eli öpülür, mendil içinde şeker, herkes yaşına göre bayram harçlığı alırdı. Bayramın ilk günü babaannem mutfağa girer, Diyarbakır’ın meşhur ‘Meftune’sini yapardı kendi elleriyle. Mutfaktan eve yayılan patlıcanla, sumağın kokusu hala burnumda tütüyor... Bayram bana o kadar çok şey hatırlatıyor ki... Ankara’ya sonbahar erken geldi diye mi bilmiyorum, bu bayram pek bir duygusalım!
Sahi bayramlar mı eski güzelliğini yitirdi yoksa biz mi içimizdeki bayram neşesini kaybettik? Son yıllarda ne küçüklerde böyle bir bayram heyecanı kaldı ne de büyüklerde bir beklenti. Şimdi bakıyorum da, ne bende ne de Ali ve Oğul’da böyle bir heyecan var. Elbette her yıl büyüklerimizin ellerini öpüyoruz bayram sabahlarında, ama coşku yok hiçbirimizde...
Artık bayramdan yiyeceğimiz ev baklavası değil, tatile gideceğimiz otelin rezervasyonu daha önemli hale geldi. Bu hafta bayram. Üstelik adı üzerinde, Şeker Bayramı. Haydi hepimiz o eski bayramların heyecanını yeniden hissedelim. Ben de oğlanlarla bayram alışverişine çıkacağım. Bayramlık giysiler alıp, bir gece önceden odalarına asacağım. Hatta koydum kafaya, mendil içinde şekerleri de hazır olacak o sabah.
Hep birlikte gidip öpeceğiz anneannemizin, dedemizin elini. Önce biz sahip çıkacağız gelenek göreneklerimize. Sonra da şikayet ediyoruz, nerede o eski bayramlar diye! Ne o canım, her günümüz birbirine benzer oldu artık. Sizler de bu bayramı doya doya, tadını çıkara çıkara yaşayın!
Nefis bayram lezzetleri!
HERKES için, bayramın en favori ikramı çikolata ama benim bu yaz başka bir favorim vardı ki, bayramın da vazgeçilmezi olacak şüphesiz! Koska’nın lavantalı lokumu! Tek kelimeyle muhteşem. Fıstıklı, limonlu, güllü derken, bir de bu çıktı başımıza. Anneme çekmişim tatlı düşkünlüğümde, bu yüzden de dayanamıyorum lokum, şeker gördüğümde.
Fındıklı akide şekerine de bayılırım, özelikle de Hacı Bekir’inkine. Tek bir şikayetim var, bu şekerler kavanozda durdukça yapışıyor birbirine. Ülker buna bir çözüm bularak akide şekerlerini ambalaja sokmuş. Bir de damla sakızlısını eklemiş ki, ağzınıza layık...
Kırk yıllık kolonya...
Lokum İstanbul farkıyla...
GEÇENLERDE çok yakın bir arkadaşımın annesine ziyarete gidiyorum. Çiçek, çikolata almak istemiyorum ama bir yandan da zarif hoş ve küçük bir hediye götürmek istiyorum.
Paşabahçe Mağazaları’nı oldum olası çok severim. Girdim içeri, daha mağazayı gezmeye kalmadan, kasanın yanında üzerinde çok cici desenler olan minik kutular gördüm. Bir baktım kolonya! Klasik limon kolonyası gelmesin aklınıza! Ihlamur, çay, iğde...
Kendimi kaybedip tek tek kokladım hepsini. Lokum İstanbul tarafından Paşabahçe Mağazaları için özel olarak üretilen bu kolonyaların tam dokuz çeşidi var. İsimleri Türkiye’de aromalarıyla anılan yerlerden geliyor. Lavanta (Alaçatı), Ihlamur (Nişantaşı), Mandalina (Yalıkavak), Mimoza (Büyükada), Çay (Karadeniz Yüksekleri), İğde (Cunda), Gül (Güllübahçe), Çikolata (Bomonti), Lime (Turunçova).
Benim favorilerim Turunçova ve Yalıkavak. Kolonya hepimiz için biraz da geçmişe özlem değil mi? Eski PEREJA şişesini hatırlıyorum, artık bulmak ne mümkün. Boğaziçi Kolonyası, Rebul... Nadiren büyüklerin evlerinde rastlıyorum. Geleneklerimizden koptuk, nerede o eski adetler derken, tam da zamanında rastladım bu kolonyalara! Yalnızca adetlerimize değil geleneklerimize de sahip çıkalım. Lavanta, mimoza kokulu, şeker tadında bir bayram geçirmeniz dileği ile haftaya görüşünceye kadar sevgi ve afiyetle kalın!
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2010
RÜZGAR nereden eserse misali, yine İstanbul?Ankara arası mekik dokuyorum. Yoruluyorum tabii ama bir yandan da keyifli organizasyonlara da katılmıyor değilim! Geçen hafta, moda dünyasının merakla beklediği İstanbul Fashion Week vardı. Ben maalesef yalnızca ilk gün gidebildim, tadı damağımda kaldı diyebilirim... Bilmem siz düşündünüz mü neden bu tip organizasyonlar başkentlerde olmaz diye... Amerika’nın en önemli moda etkinliği Washington’da değil, New York’ta düzenlenir. Milano da öyle mesela, modanın başkentlerinden Roma değil. Hayatın dinamizmi içinde, kalabalık insanların oradan oraya koşuşturduğu, kültür ve sanat etkinliklerinin alıcısıyla buluştuğu büyük metropollerde gerçekleştiriliyor böyle büyük çaplı faaliyetler.
2010 İstanbul Kültür Başkent’i olmasının da altında bu sebep yatıyor. E tabii hal böyle olunca İstanbul Fashion Week de, kendine yakışır bir mekandaydı; İTÜ Taşkışla. Kalabalığı görmeliydiniz. Bir heyecan, attım kendimi içeri.
Avluda birbirinden şık kadınlar, bakım konusunda yarışan erkekler... Bütün kadınlar olduklarından 15 santim daha uzunlar ?bu yüksek topuklar da olmasa, Türkiye’nin boy ortalaması ortaya çıkacak!? Ben de parmak arası düz taban terliklerimle tek tek standları gezdim. Türk markaları ve tasarımcıları ile yine göğsüm kabardı. Ardından defile alanına doğru giden kalabalığa karıştım. Arzu Sabancı, Feryal Gülman, Heves Ekinci, Melissa ve Maria Eliyeşil, ilk gözüme çarpan şıklar arasındaydı. Topuk sesleri, parfüm kokuları, uçuşan renkler ve desenlerle birlikte salına salına GIZIA defilesine girdim.
Geometrik desenlerin yılı
İki çocuk annesi Demet Şener, GIZIA’nın hemen ardından başlayacak olan Atıl Kutoğlu’nun defilesinin mankenlerinden biri olunca, eşi de onu yalnız bırakmamak adına oradaydı. Hemen ardından Atıl Kutoğlu defilesi başladı? Mankenler mi kıyafetler mi daha dikkat çekiciydi, tartışılır! Rolling Stones’un efsanevi gitaristi Keith Richards’ın kızı Alexandra Richards, top model “siyah inci” Alek Wek... Ve onların taşıdığı birbirinden güzel kıyafetler. Bu sene grafik unsurları çok göreceğiz sanırım. Atıl Kutoğlu da çizgili ve geometrik desenleri bol bol kullanmış. Uzun ve uçuş uçuş, kısa ve vücuda oturan elbiseler, tulumlar çok hoşuma gitti. Kutoğlu’nun 2011 ilkbahar/yaz, favori renkleri de pudra, yavru ağzı, fuşya, oranj, saks ve turkuaz. Maalesef bir toplantıya yetişmem gerektiği için kalan defileleri Deniz Akkaya, Hande Ataizi, Özgü Namal, Tuba Ünsal, İdil Fırat, Armağan Çağlayan ve Gülse Birsel’e bırakarak hüzünlü adımlarla çıktım İTÜ’den! 20 tasarımcı ve 6 markanın yer aldığı bu etkinlikten sonra Türk ve dünya basınında ismimizden sıkça söz edileceği kesin. İstanbul, finans, bilişim, sanayi ve moda alanlarında yükselişe devam ediyor. Güzel Ankaramda ise her zaman olduğu gibi, bürokrasi ve siyasetin kalbi olarak çalkantılı günler geçiriyor!
Referandumda bereket vardır!
Ankara’da siyaset o kadar hayatın içine işlemiş durumda ki... Dünyanın her yerinde böyle mi bilmiyorum ama, bizim ülkemizde böyle olduğu kesin. Herkes, tabii ki haklı olarak 12 Eylül’de yapılacak referanduma kitlenmiş durumda. Sabah kahvaltısından, öğlen yemeklerine, iftardan gece davetlerine kadar, ben dahil hepimiz bunu konuşuyoruz. Kafeler, restoranlar dolup taşıyor bu aralar. Yapılan toplantılar, yenen yemekler Ankara’nın ekonomisine katkıda bulunuyor. Ne kadar enteresan değil mi? Ekonominin canlanması İstanbul’da moda ve konser ile oluyor, Ankara’da da siyaset sayesinde her yerde bir hareket, peşinden tabii bereket.
Haremlique tam benlik
Son zamanlarda İstanbul ve Ankara dışında pek bir yerlere gidemiyorum ama geçenlerde Banu arayıp, sitem etti. Neden Alaçatı’ya gelmiyorsun, yeni mağazamıza uğramıyorsun diye... Banu Yentür’den bahsediyorum. Caroline Koç ile birlikte Haremlique markasını yaratan, tanıdığım en zevkli insanlardan biri. Mutlaka duymuşsunuzdur siz de Haremlique’i. “Huzur nezaketten geçer, nezaket de sadelikten” sözüne en uygun Türk markası bence! Marka hem ismi hem de ürünleri ile haremin mistik dünyası ve çekiciliğini tamamen yansıtıyor... Lüks havlu ve yatak örtülerinden döşemelik kumaşlara, nevresimden aksesuara kadar bütün ürünleri birbirinden güzel. Geçen yıl Türk Kahvesi’nin gelenekselliğini bozmadan, dünya çekirdekleri ile hazırlanan gurme bir kahve ile çıktılar karşımıza. Ankara’da, Haremlique Türk Kahvesi’nin tanıtımını ortak bir proje ile gerçekleştirmiştik. İstanbul’dan sonra bu yaz da Çeşme Alaçatı’da açtıkları Haremlique mağazası ile hızla ilerliyorlar. Hem markanın bilinirliği hem de ürün çeşitliliği artıyor. İlk fırsatta gideceğim Alaçatı’ya, o şirin arnavutkaldırımlı daracık sokakta oturup bol köpüklü, damla sakızlı bir Türk kahvesi içeceğim! Bir de bu aralar, yaz için özel olarak tasarladıkları çantalar herkesin dilinde! Çeşme sokaklarında, Bodrum plajlarında herkesin kolundaymış... Yaz bitmeden ben de edineceğim bir tane, takacağım koluma, çıkacağım sokağa! Siz de yazın bu son günlerinin tadını çıkarın, haftaya görüşünceye dek sağlıkla afiyetle kalın!
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2010
RAMAZAN geldi, benim eş dost ziyaretlerim arttı. Hani eski Ramazan’ların tadı kalmadı diyordum ya, kim demiş! Vakko bu Ramazan’a yepyeni bir lezzet katmayı başarmış! Dayanamayacağım, size de anlatacağım. Geçen hafta Güler Teyzem’de iftardaydım. O lezzete lezzet katan elleriyle pilav ve karnıyarık yapmış. Üstelik Kayseri patlıcanından! Eşsiz menünün ardından, kahvenin yanında muhteşem bir ikramda bulundu. Hurmalı çikolata! Vakko yine yapmış yapacağını, nefis bir çikolata üretmiş...
Semtin kaderini değiştiren Vakko Kavaklıdere’nin Mağaza Müdürü sevgili Olcay bahsetmişti, “Gamze tam senlik bir çikolata geliyor, Ramazan’ı bekle” diye. Sandım ki, mağazaya gelen herkesi evinde ağırlarcasına misafir eden Olcay ki bilen bilir, kirpi yavrusunu ‘pamuğum’ diyerek sever, bu sefer de çikolatasını övüyor. Hayır efendim! Geçen akşam bu muhteşem buluşma gerçekleşti ve uzun zamandır yediğim en güzel çikolatayı yedim. Olcay az bile söylemiş. Aman allahım o ne! Bitter çikolata, içinde çekirdeği çıkarılmış tazecik hurma! Tamam Vakko’nun çikolataları hep güzeldir ama bu bambaşka birşey. Sütlüsü deseniz o da bambaşka, ama benim favorim bitter.. Vakko ‘cennet nimeti’ adını verdikleri çok özel bir formülle, İsviçre’de yaptırıyormuş bu çikolataları. Ama ne yazık ki Ramazan sonuna kadar satışta olacakmış. Ne yapın edin, Ramazan bitmeden mutlaka tadına bakın. Alırsanız gelenlere de ikram edin. Kimseyi bu lezzetten mahrum bırakmayın!
Hussein Chalayan İstanbul Modern’de
Boşuna ‘dünya çapında’ olunmuyor! Şans mans bir yere kadar. Yetenek evet gerekiyor ama çalışmadan, üretmeden olmuyor. Hayran kaldım, gurur duydum, e hafif de kıskandım? Kısacası göğsüm kabardı. Hüseyin Çağlayan’ı dört gözle bekliyordum. Daha önce de, Londra Tasarım Müzesi ile Tokyo Çağdaş Sanat Müzesi’nde sergilenmiş, Hüseyin Çağlayan’ın en kapsamlı sergisi nihayet İstanbul Modern’e geldi ve hemen atladım gittim. Son 15 yılda Çağlayan’ın yarattığı moda koleksiyonları, enstalasyonları ve videolar. 3 saat çıkamadım müzeden. Çağlayan bence tam bir sanatçı, esin kaynakları sonsuz; mimari, felsefe, bilim, tarih, antropoloji, biyoloji, teknoloji... Tasarladığı her şey iç dünyasının bir yansıması. Kullandığı malzemeler farklı. Tek parça kumaştan harikalar yaratmış. Işık ve ses oyunlarından olabildiğine yararlanmış, sanatını canlı kılmak adına. Kendi markasını kurduktan sonra İngiltere’de iki kez ‘Yılın Tasarımcısı’ seçilen bu insandan o kadar etkilendim ki, İstanbul Modern’in kafesine oturup, tarihi yarımadaya baka baka düşündüm. Tanrı insanoğlunu öyle donanımda yaratmış ki... Aslında neler yapmaya kadiriz... ama kaçımız bunu kullanıyoruz? Aslında içimizdeki cevherleri sonsuz bir özgüvenle dışarı çıkartmalıyız. Kısacık hayatımızda adımızı bir nesneye, bir esere, belki de sadece bir giysiye yansıtmalıyız. Özet olarak, hem Hüseyin Çağlayan’ı daha yakından tanımak hem de kendinizi bir kez daha sorgulamak üzere gidin bu sergiye. “Hüseyin Çağlayan: 1994-2010” başlıklı sergi, 15 Temmuz-24 Ekim tarihleri arasında İstanbul Modern’de.
Modayı fısfıslayın!
Bütün icatlar, ihtiyaçtan doğmuştur derler ya, hakikaten çok doğru. Birkaç yıldır yeni bir ‘yaz modası’ var. Yüze mineralli su püskürtme. Evet. Amerika’da kadın erkek, herkesin elinde bir sprey. Kafelerde, barlarda hop çantadan çıkıyor, yüze iki fıslatılıp, çantaya geri atılıyor. Bahsettiğim, deodorant görünümlü bir şey! Yurtdışında hiç de pahalı birşey değil. Ama Türkiye’de el yakıyor! Evian, Avene en popülerleri. Paul Smith Evian için şişe tasarlıyor, ünlü sporcular reklam kampanyalarında boy gösteriyorlar. Evian ‘genç yaşa’ sloganı ile tüm dünyada en havalı su markası olmayı başarmış bir pazarlama harikası. Birkaç yıl önce de yaz aylarında yüzdeki nem dengesini korumak, güneşin azalttığı mineralleri cilde yeniden kazandırmak için yüz spreyini piyasaya sunuyor. Sunuş o sunuş, o gün bugündür Saint Tropez’den Palm Beach’e, İbiza’ya kadar dünyanın her yerinde herkesin elinde. Türkiye’de de büyük eczanelerde bulmak mümkün. Evet, çok ucuz olduğu söylenemez ama su sağlıktır diyerek, yüzünüze bu pahalı ama bol mineralli sulardan fısfıslayın, hem yüzünüzdeki nem dengesini koruyun hem de henüz Türkiye’de yeni başlamakta olan bir trendin öncülerinden olun.
Eller her daim bakımlı
Bu yaz dikkatimi çekti, herkesin eli ayağı pek bakımlı. Suyun içinden çıkmayan eller yeni manikür yapılmış gibi pırıl pırıl! Bakıyorum kırmızı ojeler günlerce kıpkırmızı! Meğer geçen sene tek tük gördüğüm protez tırnaklar bu sene herkesin vazgeçilmezi olmuş! Durur muyum hemen ben de yaptırdım! Süper bir rahatlık, haftalarca bozulmayan bir french manikür düşünün. Protez ismi sizi korkutmasın, tırnağınızın üzerine kolay kırılmasını engellemek adına birkaç kat jel sürülüyor,daha sonra özel bir ojeyle istediğiniz renge boyanıyor ve ultraviyole lamba altında kurutularak şekil veriliyor. Evet işlem bir saat sürüyor ama en az 30 gün dayanma garantisi var! Bir de benim gibi sinirlendikçe hırsını tırnaklarından çıkaranlar için harika bir çözüm! Şimdi erkek okuyucularımı düşünüyorum da, onlar da sanırım benimle aynı fikirde olacaklardır. Kadınların ellerinin, ayaklarının hep bakımlı olmasını kim istemez? Hepinize bakımlı, sağlık ve afiyet dolu bir hafta diliyorum!
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2010
“ANKARA için iftar vakti!” Radyoda Dede Efendi çalıyor ve... o zamanların meşhur TRT spikerinin sesinden duyduğum bu cümle ile oruçlar açılıyor... İftar vakti benim için bahşedilen nimetlerin değerini yeniden fark etme, sevgi, paylaşım, merhamet ve huzur vakti...
İçimde çocukluğumdan kalma bir heyecan. Benim için Ramazan, geceleri sokaktan yankılanan sesini duyduğum davul, bütün evi saran mis gibi pidenin kokusu, anneciğimin binbir özenle hazırladığı, lezzetli mi lezzetli yemeklerle dolu iftar sofraları demekti.
İşte bu çocukluk, ilk gençlik yıllarından kalma anılar insanın hatırasından silinmiyor. Bakıyorum da, son yıllarda o eski heyecanlar yok artık. Herkes kendi koşuşturmacasında... Kimsenin kimseden haberi yok. Hal böyle olunca ister istemez zaman makinesine binip, o günlere, o yıllardaki Ramazan’lara dönmek istiyor insan. Ramazan ayı denince arkasından gelen bayram tatilinin telaşı var herkeste. Tabii bu mübarek ayın anlamı hepimiz için bir ama acaba şekli mi değişti biraz? Bilmem... Belki de her şeyin hızlandığı bu dünyada, biraz da geçmişe özlem benimkisi...
Ankara Kalesi ve Ramazan
Benim hiçbir yere benzemeyen canım Ankara’mda Ramazan deyince aklıma ilk gelen yer kale. Eskiden çok giderdim ama son yıllarda vakit buldukça uğramaya çalışıyorum oralara. ODTÜ’de okurken kızlarla otobüslere biner Ankara Kalesi’nin altında kurulan bit pazarına giderdik. Eski deri pantolonlar, kim bilir kimlere ait kot ceketler alır, okulda o hırpani kıyafetlerle çok havalı olduğumuzu sanırdık.
Mezun olup çalışmaya başladıktan sonra da, iş çıkışları kalede yemeğe gitme modası başladı! Ah o Washington Restaurant! Ahşap merdivenlerinden çıkarsınız... O zarif tavan işlemeleri, özgün süslemeleri... Hava güzelse, bahçede ?tabii yer bulabilirseniz? bir masaya oturursunuz.
Koyu sohbetler eşliğinde lezzetli mi lezzetli yemekler yersiniz. Sanırım orada yediğim Halep İşi Kebap, başka yerde yakalayamadığım lezzetlerden biri. Son yıllarda kale de değişti tabii. Bu değişim bana göre iyi yönde. Kale, Ankara’da farklı bir sosyalleşme alanı yarattı. Çıkrıkçılar yokuşunda oradan oraya koşturan esnaf, başka yerde bulamayacağınız halı ve kilimleri burada incelemek, baharat kokuları içinde antikacıları gezmek, şaşkın gözlerle etrafı seyreden turistleri izlemek...
Kale Ramazan ayında da bir başka oluyor tabii. Herkeste tatlı bir telaş. Herkeste bir coşku. Geçen gün oradaydım. Hem gençlik yıllarına dönmek istedim hem de ne oluyor bitiyor oralarda, merak ettim. Tahmin edersiniz, hava inanılmaz sıcaktı. Esnaf kapının önüne koyduğu minik vantilatörlerin altında, satışları artırmak için hem yoldan geçenlere laf atıyor hem de dükkanlarına uğrayan turistlere “Ramazan” nedir onu anlatmaya çalışıyor... Türk misafirperverliğini ispatlarcasına turistlere verilen minik hediyeler de gözümden kaçmadı. Ah işte, yurdum insanı dedim, karşılık beklemeden hediyeler veriyor, minik ikramlar yapıyor...
Kale özgün dünyası ile beni büyülüyor
O gün kaleye, çok yakın bir arkadaş grubum ile gittim. İftara doğru yeni açılan
Çengelhan’da buluşalım dedik. Ben, özellikle birkaç saat erken gittim ki, yeni açılan mağazalar var mı? Çıkrıkçılar Yokuşu’ndaki hareketlilik o sıcakta, o saatte bile devam ediyor mu? Eski Ankara Evleri yeri yerinde mi? Turist yoğunluğu nedir? Ramazan’a özel ritüeller var mı? Şaka bir yana, her şey bıraktığım gibiydi. Tabii biraz daha modernleşmiş dükkanlar, tasarım objeler satan minik mağazaların sayısı çoğalmış. Kale’nin en zevkli dükkanları Nuh Nebi ve Hitit Antik her zamanki gibi rengarenk aksesuarların içinde kendimi kaybettiğim dükkanların başında. Yukarıdan sarkıtılan hazır sepetler, kokuları birbirine karışan baharatlar ve gözünüze şenlik rengarenk cam işlemeleri...
Ben İstanbul’dayken de her seferinde olmasa da gidebildiğim kadar Kapalıçarşı’ya gidiyorum. O otantik dünya beni büyülüyor. Kendimi kaybedip zamanı da unutuyorum kimi zaman. O gün de öyle oldu, orada o kadar vakit geçirmişim ki, iftarı kaçırmamak için koşar adım Çengelhan’ın yolunu tuttum. Kale bedesten mevkiinde Rahmi Koç Müzesi’nin içinde restore edilen Divan Çengelhan’da kız kıza bir iftar yemeği yedik. Divan Grubu, eski tarihi dokuyu ellemeden, modern menüsü ile Ankara’nın yeni mekanlarından. Tarihi dokusu zaten muhteşem olan bu mekanda huşu içinde iftarımızı açtık desem yeridir.
Prinçhan’ın avlusunda köpüklü kahve molası
Kalede yemek yedikten sonra ne yapılır? Tabii ki Prinçhan’nın o meşhur köpüklü kahvesinden içilir. Kızlarla kol kola, yokuşları ine çıka vardık Prinçhan’a. Hana girer girmez herkes bir tarafa dağıldı. Tabii hepimiz birer gümüş aksesuar almayı da ihmal etmedik. Her seferinde kendime oradan bir şey alıyorum ve her zaman olduğu gibi, eve bir geliyorum ki, aynısından var. Handa bir başka büyüye kapılıyor insan. Otantik takılar, kilimler, el işlemeleri... Her defasında ilk kez görüyormuşum gibi etkileniyorum ve her defasında oradaki kahveyi yudumlarken, “Buradaki kahvenin üstüne yok!” diyorum.
Herkese tavsiye ederim, ne yapın edin, Ramazan bitmeden bir akşam kalenin yolunu tutun! Hem nostaljik bir akşam geçirin hem de kısa da olsa gençliğinize, hatta belki çocukluğunuza doğru bir yolculuk yapın! Hepinize, annelerimizin yaptığı lezzetli iftar sofraları tadında, sevgi, paylaşım, merhamet ve huzur dolu bir Ramazan diliyorum.
Yazının Devamını Oku