Malum olan birileri, Erdoğan’ın diktatörlüğünü ve onun yönetim tarzının demokratik olmadığını ileri sürerek Erdoğan’ı şeytanlaştırma, yandaşlarını da ötekileştirme gayretindeler.
Demokratik toplumların temel yasaları, sahip oldukları anayasalarıdır.
Demokrasilerin olmazsa olmazı da milletin hakemliğidir, siyasi iradeyi milletin belirlemesidir. Bu yüzden de Meclis’in duvarında; ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ yazar.
Sözde Atatürkçü geçinenler, çok partili demokratik hayata ve Atatürk’ün hazırlatmış olduğu anayasaya tahammül edemediler ve sadece on yıllık, demokratik bir iktidarı alaşağı edip mahut anayasayı rafa kaldırdılar.
O gün (1961) yapılan ve bilahare aynı zihniyet (demokrasi düşmanı, darbeci zihniyet) tarafından; “Eskisi bol geldi, daraltılması gerekir” denilerek, 1982’de yenisi yapılan anayasalar, hep vesayete endeksli olmuştur.
Her iki anayasaya göre de millet ve milletin seçtikleri iktidarlar asla muktedir kılınmamış, gerçek muktedirler hep vesayet odakları olmuştur.
Bu yüzdendir ki her iki anayasa da sürekli değiştirilmesine rağmen, bir türlü demokratik hayata geçilememiştir. 61 anayasasına göre devrin başbakanı (sözde tek başına iktidar- S. Demirel) bir TRT genel müdürünü bile atamaktan aciz bırakılmıştı.
Yine aynı darbe anayasasına göre, darbeci subaylar, seçilmeden, ömürleri boyunca
Bunlar milliyetçilik ve dindir.
Yine tarih boyunca geniş halk kitlelerini bunlardan biri veya her ikisiyle birlikte manipüle etmek çok kolay olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
Milliyetçilik de din de çok hassas konulardır. Her ikisi de doğru algılanıp uygulandığında fazilet, yanlış algılanıp uygulandığında ise felaket getirir.
Kişi, kavmiyle, kavminin güzel hasletleriyle övünebilir; bunda en ufak bir beis yoktur. Fakat aşırılığa kaçıp, kendi ırkını en üstün görüp diğer ırk mensuplarını aşağılamak ve hatta insan saymamak faşizmin dik alasıdır.
Birey veya toplum bazında, kendini beğenmek ve böbürlenmekten daha büyük bir kötülük yoktur ve bu hal, her türlü iyiliğe engeldir.
Bu, her iki hususun da ne denli geçer akçe olduğunu bilen art niyetli kişi ya da kurumlar, milliyetçiliği ve dini adeta bir maden gibi işleyerek insanların dünya ve ahiretini mahvetmişlerdir.
FETÖ denilen illet de dinimizi kullanarak ve onu çığırından çıkararak, içimizdeki genç beyinleri devşirmiş ve her birini birer ‘mankurt’ haline getirerek devlet ve millet aleyhine kullanmış ve kullanmaya devam etmektedir.
Bizde FETÖ şeklinde tezahür eden bu uluslararası oyun, dünyanın 168 ülkesinde farklı repliklerle sahnelenmektedir. Emperyalizmin bu yeni ve en iğrenç metoduyla; çakılın kuşu çakılın taşı ile vurulmakta ve tek kurşun atmadan ülkeler teslim alınabilmekte, maddi ve manevi kaynakları rahatlıkla sömürülebilmektedir.
Malum bizim gibi demokrasisi ‘vesayetle illetli-hastalıklı’ ülkelerde, tek başlarına da olsa iktidarların muktedir oldukları söylenemez.
ABD’nin bize dayattığı sözde Parlamenter Sistemle demokrasiyi tadacaktık ama gelinen noktada vesayeti ve darbeler rejimini en acı şekliyle yaşamış olduk. NATO üyeliğimiz; dışı sizi içi bizi yakar misali, bir yandan dış güvenliğimizi sağlarken, içeriden çürümemize (hiçbir şey üretmeden, eli kolu bağlı) neden oldu.
Tüm emperyalist ülkelerin güdümlerine aldıkları ülkelere, gizli ya da açık uyguladıkları bir yönetim modeli vardır. Bu yönetimlerin adı ister demokrasi (sözde), ister krallık veya başka bir şey olsun, model değişmez. O da şudur: Uydu ülkelerin halkları, kendi yöneticilerinin elinde tutsak, bu yöneticiler de güdümünde oldukları ülke yöneticilerinin elinde tutsaktır.
Bundan dolayıdır ki elini taşın altına koyan (şu veya bu şekilde yönetime gelen) tüm siyasi parti liderlerimiz (S. Demirel, T. Özal, A. Türkeş, N. Erbakan) hep Başkanlık Sistemi’ni istemişlerdir.
Eski sistemle (doğrusu sistemsizlik-kaos) altı defa gidip yedi kere gelen S. Demirel, o yönetim şeklini ‘Selden kütük kapmak’ şeklinde özetlemişti.
Delinin zoruna bakar mısınız? Seçilmiş başbakan, ülkesine gönül rahatlığı içinde hizmet edemiyor; akla karayı seçerek yapabildiklerini de yangından mal kaçırırcasına yapabiliyor.
Böyle bir ülkede kalkınma ve huzur olabilir mi? Olursa nasıl olur ve ne kadar olabilir?
Düşünebiliyor musunuz; başbakan ülkesine hizmet edecek, eli-kolu bağlı. Kadro oluşturacak, atama yapacak cumhurbaşkanı köstek oluyor, askeri ve sivil bürokrasi köstek oluyor.
Dünyada nerede bir kan, gözyaşı, elem, baskı, işkence, zulüm varsa, bunların hemen hepsinde bu iki ülkenin kirli ve kanlı eli vardır.
ABD, 2. Büyük Savaş’tan sonra emperyalizm bayrağını İngiltere’nin elinden aldı. O gün bugündür, sözde dünyanın jandarmalığına soyundu lakin bu jandarmalık, korumakta olduğunu iddia ettiği ülkeleri bizzat kendisi soyup soğana çevirmek içindi.
Bu her iki ülkenin yöneticilerine göre özellikle Müslümanlar insan sayılmazlar. Bu vahşetlerini, tarih boyu sergiledikleri gibi bugün de aynı anlayışla sürdürmektedirler.
Üstelik bu kepaze hallerini dillendirmekten zevk alırlar.
Dün, Mısır’da esir ettikleri Osmanlı askerlerini ilaçlı su dolu havuza sokup hepsini kör etmişlerdi. Yine aynı savaşta (Birinci Dünya Savaşı) Türk askerine karşı zehirli hardal gazı ve biyolojik silah kullanan İngiliz Başbakanı Winston Churchill, “Neden insanlık suçu işledin?” diyen hâkime, şu cevabı vermiştir: “Ben insana yapmadım ki, Türklere yaptım, Türkler insan değildi ki.”
İşte bugün de onların torunu olan Prens Harry, Afganistan’a gittiğinde oradaki savaşçılardan 25’ini öldürdüğünü, bu rakamın çok düşük olmasından rahatsızlık duyduğunu ve onları insan olarak kabul etmediğini söyleyebilecek kadar alçalabiliyor.
Emperyalizmin bayraktarlığını bugün ABD yapmaktadır. Aynı ABD, NATO’yu kendi silahlı gücü addetmekte ve başta Türkiye olmak üzere diğer NATO ülkelerini de kendisinin ‘uydu’su olarak görmektedir.
Batılı emperyalistler, 2. Büyük Savaş’tan sonra ortak karar aldılar. Buna göre; kendi aralarında savaş yapmayacaklar, terör örgütlerini kurup destekleyecekler, vesayet savaşlarını körükleyecek ve ülkeler arası savaşları, kendilerinden olmayan ülkeler arasında sürdüreceklerdi.
Komutan, kırka yakın sebep var deyince, kral “Say bakalım neymiş onlar?” diye sormuş. Komutan, ‘Bir, barut yoktu Efendim’ deyince, kral, ‘Yeter’ demiş diğerlerini saymana gerek yok.
Her şeyde olduğu gibi siyasette de işin içinde yalan varsa başkaca sebep aranmaksızın orada hüsran vardır, yenilgi vardır, sandığa gömülmek vardır.
Bu seçimler öncesi, muhalefetin vaatlerini hatırlayın, neredeyse sadece gökteki yıldızları vaat etmedikleri kalmıştı.
İktidar partisi 2000 lira bayram ikramiyesi dillendirirken, muhalefet 15 bin lira vaat etti.
İktidar partisi depremzedeye, yüzde 50’sini devletin karşılayacağı ev vaat etti, muhalefet bedava ev vereceğiz dedi.
İktidar partisi gençlere bilgisayar alımında ve internet kullanımında indirim vaat etti, muhalefet, bunları bedava vereceğini söyledi.
İktidar partisi çiftçinin borçlarının erteleneceğini ve ödemelerde kolaylık sağlanacağını vaat etti, muhalefet ise, borçları kökten sileceğini vaat etti.
Daha neler var ama şimdilik bu kadarı yeter.
Zira tüm ilişkiler karşılıklı çıkar esasına dayanır. Buradaki ‘karşılıklı’ kelimesinin manası, al gülüm ver gülüm şeklinde, duygusal olmayıp güce göredir; yeni adıyla kazan-kazan.
Bu demektir ki güçsüzseniz, bu durum ‘karşılıksız’ olabildiği gibi, biteviye borçlu kalmak şeklinde de olabilir. Nitekim ‘vahşi Batı’nın, güçsüz ülkeler üzerindeki yöntemi budur ve tam manasıyla kurt kanunu caridir.
Hakkın ve adaletin temsilcisi Osmanlı güçlü iken, bu denli pervasızlıklar zor sergilenirdi. O vakitler, mazlumların hamisi vardı ve zalimlerden hesap sorardı.
Osmanlı, tarih sahnesinden silinince, meydan yeri sırtlanlara kaldı.
Osmanlının bakiyesi ülkeler, sömürülmekle kalmadı, bitimsiz bir intikam duygusuyla ademe (yokluğa-ölüme) mahkûm edildi.
Vahşi Batı’nın, Türklere (Müslümanlara) reva gördüğü intikam hıncı, 1412 yıllık tüm İslam dönemini kapsamaktadır. Diğer bir deyişle, Türkler, yalnızca kendilerinin değil, tüm Müslümanların ve Müslümanlığın bedelini ve hesabını vermek durumuyla karşı karşıyadır.
Mahut sırtlan sürülerine göre ‘altın vuruşu’ Birinci Cihan Savaşı’nda yaptılar ve ezeli düşmanları olan Türklere ölümcül darbeyi indirmişlerdi.
Batılılara göre; Haçlı Seferleri ile açılan parantez, Osmanlının inkırazı (çöküşü-yıkılışı) ile kapatılmıştı. Zira Türklere biçilen kefenden kurtuluşun ve yeniden doğuşun imkân ve ihtimali yoktu.
Bu yüzdendir ki siyasi partilerimizin büyük çoğunluğu lidere endekslidir. Dün, CHP denilince İnönü, DP denilince Menderes, AP ve DYP denilince Demirel, ANAP denilince Özal, MSP ve RP denilince Erbakan anlaşıldığı gibi, bugün de AK Parti denilince Erdoğan, MHP denilince Bahçeli anlaşılıyor.
İşin tuhafına bakın ki CHP denilince Kılıçdaroğlu ve İYİ Parti delince Akşener akla gelmiyor, gelemiyor. Zira birisi kasetle geldi, diğeri ise henüz rüştünü ispat etmiş değildir. Zira suni bir oluşum olup her an dağılacakmış gibi bir görüntü vermektedir.
Malum, kasetle siyasi parti genel başkanı olunabilir ama lider olunamaz. Nitekim Kemal Kılıçdaroğlu, genel başkan oldu lakin lider olmayı beceremedi. Burada, bir değil tam iki yerde hakkını teslim etmemiz lazım. Lider olmayı beceremedi lakin şu iki şeyi pekâlâ başardı.
Bunlardan birincisi, 12 yıllık genel başkanlığı döneminde 13 kez üst üste seçim kaybetmesine rağmen koltuğunu kaybetmedi. Oysa bilinen CHP, hizipler ve kurultaylar partisidir. Orada, her türlü makam için kıran kırana mücadele verilir.
Kılıçdaroğlu, CHP’yi öylesine çığırından çıkardı ki, dünya yansa bunların hasırı yanmıyor. Fırtına da bile, partide tek yaprak kımıldamıyor. Koca ana muhalefet partisini muma döndürdü ki onca başarısızlıklar ve hezimetlerden sonra bile kimseden çıt çıkmıyor, çıkamıyor.
Bu, az-buz bir başarı değildir. Bahse konu başarılar elbetteki Kılıçdaroğlu’nun şahsını ilgilendiren kazanımlardır. O kazanırken partisi batmış, bunun hiçbir önemi yoktur. Nitekim olmamıştır da.
Kılıçdaroğlu, bu bakımdan Mesut Yılmaz’a benzemektedir. O da ANAP’ın başında iken, Şanlıurfa il başkanına varıncaya değin kadrolarını Rizelilerden doldurmuştu. Kılıçdaroğlu da, mezhebi bir hesapla, CHP’de kadrolaşma yapmaktadır.
Her ikisi de, siyasi parti genel başkanı kaldılar ama muma çevirdikleri partilerini mum gibi erimekten kurtaramadılar.
Dikkat ettiyseniz, artık hiçbir şey eskisi gibi değil. İnsanoğlu kendi elleriyle dünyayı çığırından çıkardı ve hayatı kendine ve dünyanın diğer sakinlerine zehir etti.
İşin tuhafı; eskiden insanlar başlarına gelen musibetlerden (ölüm gibi) ibret alır ve kendilerine çeki düzen verirlerdi. Şimdiki cenazelerden ibret almak şöyle dursun, insanlar kahvedeymiş gibi siyaset veya futbol muhabbetiyle vakit geçiriyorlar.
Ülkemiz, on vilayetimizi vuran, asrın felaketini (Kahramanmaraş merkezli iki büyük deprem) yaşadı. Yüz binlerce insanımız hayatlarını konteyner kentlerde sürdürmeye çalışıyor.
Elbirliğiyle yaralarımızı sarmaya çalışırken; can derdinde çırpınan insanlarımıza yaptıkları üç kuruşluk yardımları başa kakanlar, zehir zıkkım olsun diye beddua edenler oldu.
Partileri için istedikleri oyu alamadıklarından, kabahati kendilerinde arayacaklarına millete hakaret ederek cibilliyetlerini sergiliyorlar.
Milletten, milletin değerlerinden kopuk olan bu zihniyet, millet can derdinde iken, nefislerinin pis emellerinin peşinden koşacak kadar alçalabiliyor.
Tüm bu bela ve musibetler, sahip olduğumuz nimetlere şükretmek yerine nankörlük ettiğimiz için başımıza geliyor. Cenabıhakk’ın kesin ölçüsü var: “Nimetlerime şükrederseniz onları arttırırım. Nankörlük ederseniz de onları ellerinizden alır ve şiddetli azaba uğratırım.”
Nimetin kıymetini bilmek, onu Allah’tan bilmek, ‘o’na teşekkür etmek ve verilen nimetleri ‘o’nun emrettiği yerde kullanmaktır.