Ülke olarak şanssızlığımız; CHP gibi ‘kurucu’ olduğunu iddia ettiği devleti, tek başına 27 sene yöneten bir partinin, ilk serbest seçimlerle muhalefete düşmesi ve bu durumu asla hazmedememesidir.
Sittin senedir CHP’nin demokrasiden anladığı şey, halkın kendilerini iktidara getirmek zorunda olmasıdır. İktidara getirmediğinde –ki, hiçbir zaman getirmemiştir- halk ya oyunu nereye kullanacağını bilmeyecek kadar cahildir ya da bilerek getirmemiştir ki bu takdirde de halk cezalandırılmalıdır.
Böylesi bir muhalefet anlayışının en tuhaf yanlarından bir diğeri de, hangi parti olursa olsun, kendileri dışındaki iktidarları meşru görmemeleridir. Diğer bir deyişle iktidar, CHP’lilerin babalarının tapulu malıdır; gelen tüm iktidarlar, sahipli bu mülkte kurulan gecekondudan ibarettir.
Böylesi sakil bir anlayıştan dolayıdır ki bizde iktidara alternatif olabilecek, gerçek manada demokratik bir muhalefet partisi olmamıştır.
İşte bu anlayış yüzünden demokrasimiz gelişemediği gibi, her on yılda bir menhus darbelerle kesintiye uğramıştır.
CHP, bütün bu darbelerin ya içinde olmuş, ya teşvikçisi ya da alkışlayıcısı olmuştur.
Halkın seçtiği siyasi iktidarı meşru görmeyen, göremeyen CHP bu iktidarı zorla devirip yerine geçen darbe hükümetlerini pekâlâ meşru görebilmiştir.
Şu meşum sözler
Her türlü hak benimdir, ben ne dersem o olur, öyle olmalıdır, benim dışımdaki ülkelerin tek bir hakkı(!) var o da ABD’ye koşulsuz itaat etme hakkıdır, dedi.
Faşizmin dik alası olan bu denli dayatmacı, baskıcı ve zorba yönetimin adını da ‘demokrasi’, ‘Amerikan hayali’, ‘hürriyet’ ve ‘liberalizm’ diye tüm dünyaya yutturmaya çalıştılar.
ABD hegemonyasına giren bizim gibi tüm ülke halkları, kan kussalar da kızılcık şerbeti içtik demek zorunda bırakıldılar. Zira bu ülkelerde, her daim veremi gösterip sıtmaya razı ettiler.
Avrupa kıtasından kaçan haramilerin kurduğu ABD, bütün bu zulümleri, darbeleri, gaspları, bir avuç Amerikalı ile petrol şirketleri sahipleri ve silah fabrikatörleri için yapıyor.
Onlar da tüm bu musibetleri maharet bilip bütün bir insanlığın ensesinde boza pişirmeye devam ediyorlar.
Bir musibet bin nasihatten yeğdir misali, mahut koronavirüs salgını, ABD’nin kurduğu zulüm sistemini duvara toslattı. Bu toslamayla epeyce ülke yönetimleri akıllarını başlarına devşirdi ve böyle gelmiş ama böyle gitmez demeye başladı, demek zorunda kaldı.
Zira emtia fiyatlarındaki aşırı pahalılık, enerji darboğazı, tarımsal ürünlerdeki kıtlık, tedarik zincirlerindeki aksamalar, başta ABD ve AB olmak üzere tüm ülkeleri hop oturup hop kaldırıyor.
ABD, suçu her ne kadar Rusya ile Çin’e yüklemeye çalışsa da asıl suçlu doymak bilmeyen ve ülkeleri sömürmek için her tarafta kan döküp gözyaşı akıtan dünyanın baş belası ABD’nin ta kendisidir.
O, devleti ve milleti için, gerçek bir serdengeçtidir. Bundan dolayıdır ki devlete Devlet gerektir ve elzemdir.
O, Türk milliyetçiliğinin, gıpta edilen mümtaz şahsiyetidir.
Türk Yüzyılı’nın kapısını aralayan ve o kapıdan bütün bir Türklük alemini içeri alıp onları, maddede ve manada yükseltmek için en yoğun gayreti gösteren, en üstün kişiliğin yegâne sahibidir.
Devlet ve millet hayatı söz konusu olduğunda, onun için akan sular durur.
Devlet ve millet hayatı söz konusu olduğunda, onun gözü, ne kendini ve ne de partisini görür.
Bakınız; en ufak tabanları olmayan partiler bile, utanmadan, arlanmadan cumhurbaşkanlığı yardımcılığı ve çeşitli bakanlık pazarlıkları yaparken, o bu denli at pazarlıklarını aklının ucundan bile geçirmedi.
Söz konusu devlet ve milletse gerisi teferruattır diyerek, asla her hangi bir hesabiliğin (hesapçılık) içinde olmadı.
O, Parlamento’nun tıkandığı yerde (367 garabetinde),
İyi insanlar, yalnızca gitmekle kalmayıp iyilikleri de beraberlerinde götürdüler.
Malum eski savaşlar er meydanlarında, yiğitçe yapılırdı. Artık ne o erler ve ne de o meydanlardan eser kaldı.
Zira; “Delikli demir çıktı, mertlik bozuldu!”
Meşhur hikâyede; hasbelkader cenaze namazı kıldırması için zorlanan Bekri Mustafa (ayyaş), namazdan sonra mevtanın kulağına eğilir ve bir şeyler fısıldar. Ne dedin diye sorduklarında ise, şu anlamlı cevabı verir: “Gittiğin yerde, sana dünyanın hallerinden soracaklar. Teferruata girmene gerek yok; yalnızca Bekri Mustafa’nın imam olduğunu söyle, onlar, dünyanın ne hale geldiğini çok iyi anlarlar!”
Dünyamızın son iki asrının (20 ve 21) hikâyesi de böyledir. İngiltere, ardından ABD’nin jandarması olduğu dünyamızın hali pür melali; zulmün, kahpeliğin, kalleşliğin, alçaklığın ve ihanetin zirve yapmasıyla tüm çıplaklığıyla ortadadır.
Ve tabiri caizse, son iki asırdır, dünyanın ipinin ucu bu malum emperyalistlerin elindedir. Mertlik, bunların sözlüklerinde olmadığından, semtlerine bile uğramaz. İnsanların yüzlerine karşı savaştıkları görülmez; hep arkadan dolanır, arkadan iş çevirirler ve sürekli maşa kullanırlar.
Satın aldıkları devşirmelerle, kardeşi kardeşe kırdırırlar. (FETÖ, PKK vb.)
Kurup, donatıp, eğitip geliştirdikleri terör örgütlerini adeta maden ocağı gibi işletirler. Bunlar marifetiyle, hunharca savaşları vekâletle yürütürler.
İnsan... İnsan... Her şey insanda bitiyor. Gerisi lafügüzaf (boş laf).
Dünyanın en mükemmel kanunlarına da sahip olsanız, o kanunları yaşayacak-uygulayacak ve uygulatacak insandır. Diğer bir deyişle, insan, işin temelidir. Şu halde, insanı kapsayan temelleri sağlam atmak lazım.
Temelin sağlamlığı eğitimle olur. Sizin eğitiminiz erdemli, hakkaniyetli, bilim ve hakikat yolcusu ve vatansever insan yetiştiremiyorsa çıkaracağınız kanunlardan boşuna medet ummayın!
Malum, Balzac’a atfedilen bir söz vardır: “Kanunlar örümcek ağı gibidir. Büyük sinekler deler geçer, küçük sinekler ise takılır.” Söz gelimi, büyük sinekleri sigaya çekecek yasalar ve Molla Kasımlar mevcut olsa da, sinekleri oburlaştıran bataklıklar kurutulmadıkça adalet ve huzur temin edilemez.
Hemen her devirde büyük sinekler olmuş ve melanetlerini işlemişlerdir. Bugün de varlar ve melanetlerini işlemekteler, yarınlarda da olacaklar. Lakin eğitimle, büyük sineklerin beslenip çoğaldıkları bataklıkları kurutmak elimizdedir.
Bataklıklar kurutulunca, ortalıkta kalan az sayıda büyük sinekle mücadele kolaylaşır ve böylece melanetlerin, toplumu sarmasının önüne geçilmiş olur.
Çünkü üzüm üzüme baka baka kararıyor. Ayrıca kötülükler, nefsin hoşuna gittiğinden, yayılmaları çok kolaydır.
Sittin senedir eğitimin zarfıyla uğraşıyor ve orada elde ettiğimiz başarılarımızla övünüyoruz. Oysa gaye, mazruftur yani zarfın içindekidir. Bina değil, binanın içindeki öğrencidir. Öğrencinin müfredat programıdır.
Bu kafayla da sittin sene sonra yine olamazlar. CHP, bu ülkede iktidar olmadı mı? Elbette oldu, hem de uzun yıllar boyu (27 yıl) tek başına oldu. Ama o vakitler, CHP’den başka bir parti yoktu. CHP yöneticileri, kendilerinden başkasının, ayrı bir parti kurmalarına da müsaade etmediler.
Ne zaman ki halkın önüne serbest sandıklar kondu (1950), CHP boyunun ölçüsünü aldı. Hem öyle bir aldı ki o gün bugündür yapılan tüm serbest seçimlerin hiçbirisinde CHP, seçim kazanmadı.
Bu müddet esnasında (tam 73 yıldır), CHP iktidar olamadı ama muktedir oldu. Kendisinden yaptığı bürokrasi sayesinde, CHP zihniyeti muktedir olmayı hep sürdürdü.
Ayrıca her on yılda bir yapılan darbelerle de, CHP zihniyeti iktidara taşındı. CHP, milletten oy alamıyor ama silah zoruyla pekâlâ iktidar olabiliyordu.
Bundan dolayıdır ki, CHP’nin halkın oylarıyla iktidara gelmek gibi bir niyeti olmadı. Halktan karşılık göremeyeceklerini bildiklerinden, halka rağmen iktidar olmanın peşine düştüler.
Vaktiyle oluşturdukları bürokratik oligarşi ve darbeler sayesinde, mahut iktidarlarını sürdürdüler.
İşte bu denli demokrasicilik oyunu, 2002 yılında iktidara gelen AK Parti dönemine kadar sürdü. Baktılar ki Sayın Erdoğan’ın liderliğindeki AK Parti hükümetleri, eski liderlere ve hükümetlere benzemiyor. Hem iktidar ve hem de muktedir olmak için siyaset üretiyor ve bunda da başarılı oluyorlar.
Mecburen iktidar arayışına girdiler; bu yüzden
Dün de Anadolu insanının karşısına yedi düvel çıkmış ve onu maddede ve manada yok etmek için uğraşmıştı.
Dün heveslerini kursaklarında bıraktığımız gibi, bugün de kendilerini aynı akıbete maruz bıraktık. Malum kaleler içlerinden fethedilir. Biz içeride sağlam durabilsek, düşman her daim avucunu yalar lakin içimizdeki Fransızlar ve İrlandalılar yüzünden, düşman her zaman surlarımızda gedik açabiliyor ve bizi zor durumda bırakabiliyor.
Bu seçimlerde de öyle oldu; yine yedi düvel, Türkiye’nin karşısında ne kadar terör örgütleri varsa, tüm güçleriyle el ele verip Anadolu insanının karşısına dikildiler.
Tıpkı dün, iç ve dış, tüm şer güçler birleşip Sultan Abdülhamid’in karşısına dikildiği gibi.
Sultan Abdülhamid’i yediler, sonunda koca bir imparatorluktan olduk. Aynı oyunu tekrar sahnelediler; başarabilselerdi Türkiye’yi kendilerine ‘uydu’ yapmakla bırakmayacak, ülkemizi paramparça edeceklerdi.
Derin bir aymazlık içinde debelenen mahut muhalefetimiz, sadece şu soruların cevabını verebilse gerçeği görecek ama... Türkiye’nin düşmanları olan ülkeler (ABD’sinden İngiltere’sine, Fransa’sından Almanya’sına, Hollanda’sından Belçika’sına...) Erdoğan’a ve Cumhur İttifakı’na neden karşılar? Erdoğan, Türkiye düşmanı medya kuruluşlarının neden hedefinde? Terör örgütleri (PKK, FETÖ, YPG, PYD vb.) neden kendi ittifaklarını (Millet İttifakı) destekliyor?
İmam-ı Şafi’nin dediği gibi; tüm bu düşman oklarının hedefine bak, hakkı görürsün!
Muhalefete hakkı göstermeyen nedir? Aymazlıkları mı, akıllarını örten aşırı hırsları mı?
Bu seçimlerin en önemli sonuçlarından biri de, Başkanlık Sistemi’nin vatandaşlarımız tarafından benimsenmesi ve tescillenmesi olmuştur.
Nitekim muhalefet de bu seçimlerin Başkanlık Sistemi ile Parlamenter Sistem arasında bir referandum olduğunu söylüyordu. Dolayısıyla muhalefetin dönmek istediği Parlamenter Sistem, tarihin tozlu sayfalarında kaldı.
Başkanlık Sistemi’nin aksayan ya da eksik tarafları yok mu? Elbette var ama ilaçları bile yüzde 49 zararlarına bakılmaksızın, yüzde 51’lik faydaları için tercih etmiyor muyuz?
Bakınız Başkanlık Sistemi olmasaydı tek başına iktidara gelen bir hükümetin kurulması bile en az bir aylık bir zaman alacaktı. Oysa Türkiye’nin bir saat kaybedecek lüksü yoktur.
İşte sahip olduğumuz Başkanlık Sistemi sayesinde akşamdan sabaha hükümet kurulup işbaşı yaptı.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan kabinesini açıkladı. Cevdet Yılmaz’ı yardımcılığına ve Mehmet Şimşek’i Hazine ve Maliye’nin başına getirmesiyle, ‘Türkiye Yüzyıl’ına ekonomik mücadele ile başlayacağını gösterdi.
Cumhurbaşkanı olması gerekeni yaptı. Zira COVID-19 salgınından beri, hem küresel ve hem de yerel ölçekte ekonomiler altüst olmuş durumdadır. Buna bir de başta ABD ve AB olmak üzere Türkiye’nin dost ve müttefiklerinin (!) ülkemize karşı uygulamakta oldukları gizli-açık ekonomik yaptırımlar, ambargolar eklenince, bu işin palyatif önlemlerle geçiştirilemeyeceği anlaşıldı.
Malum, Batı kendisine uşaklık yapacak ‘uydu’ bir Türkiye arayışındadır. Nitekim aynı zihniyet, Türkiye’nin ekonomisini, onlarca yıl boyunca IMF memurlarına idare ettirmedi mi?