Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının 1923’te, çok ağır iç ve dış koşullara karşın kurdukları Cumhuriyet neredeyse bir yüzyıldır yaşıyor. Çağdaşı olan birçok rejim ve devletin tarihe karıştığı düşünülürse, Türkiye Cumhuriyeti’nin ayakta kalabilmiş olması büyük bir başarıdır. Bu başarıda, Cumhuriyet’in temellerinin doğru ve sağlam atılmış olmasının payı büyüktür.
İçeriden ve dışarıdan birçok darbe almasına rağmen ayakta kalan Türkiye Cumhuriyeti, en büyük badireyi 15 Temmuz 2016 günü atlattı. Doğrudan demokratik-laik Cumhuriyet’i ortadan kaldırıp yerine, ‘ılımlı İslam’ ambalajına sarılmış ‘imamlar rejimi’ kurmak isteyenlerin projesi, o gece çöktü.
Liderleriyle, halkıyla, medyasıyla, askeriyle, polisiyle, siviliyle gösterilen direniş sonucu gerici kanlı darbe girişimi önlendi.
ALTERNATİF PROJE
Komisyon kurulmadan önce bir önceki Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, sorularımı yanıtlamıştı. Özel Paşa, “Millet bizi affetsin, yüreğim yanıyor” diye duygularını yansıtmış, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve kendisi gibi diğer sorumluluğu olan herkesin özür dilemesi gerektiğini belirtmişti.
Meclis Araştırma Komisyonu’nun daveti üzerine de eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök açıklamalar yaptı. Özkök, 2004 yılında Milli Güvenlik Kurulu kararıyla Gülen cemaatinin oluşturduğu tehdide dikkat çekildiğini ve mücadele için bir eylem planı hazırlanması konusunda hükümete tavsiyelerde bulunduklarını belirtmişti. Ancak, yetkili makamların yeterli işlem yapmadıklarını, ihraç kararlarına da şerh koyduklarını ifade etmişti.
Başbakan Binali Yıldırım, Özkök’ün açıklamalarından sonra canlı televizyon yayınında söz konusu MGK kararını okumuş, kararda Fetullah Gülen hareketinden söz edildiğini ama ‘terör örgütü’ denilmediğini vurgulayarak, hükümetleri savunan, askerleri ise gerekli önlemi almamakla eleştiren bir konuşma yapmıştı.
ORTAK SORUMLULUK
Bu karara isyan etmemek mümkün değil. Nitekim vicdan sahibi herkes isyanını dile getirdi.
Abdullah Çakıroğlu’nun ‘savunma’ niyetine söyledikleri tekrar etmeye değmeyecek kadar izandan yoksundu. Akli dengesi yerinde olduğuna göre söyleyeceği hiçbir şeyin dikkate alınmaması gerekir, tahliye kararı veren yargıcın da almaması gerekirdi.
Abdullah Çakıroğlu’nu aşağılamak için bir şeye benzetmek de anlamsız. Çünkü neye benzetirseniz benzetin, benzettiğiniz şeye de hakaret olur. Ancak kendisine benzetilebilir.
Bu soruya yanıt vermeden önce, 1 Kasım seçimlerinden sonra giderek belirgin hale gelen AK Parti-MHP yakınlaşmasının nedenleri üzerinde duralım...
MHP’NİN MUHALEFET ALANI
MHP’nin muhalefette en hassas olduğu konu, ideolojiyle uyumlu olarak PKK olmuştur. PKK’nın bölücü, ayrılıkçı bir terör örgütü olduğunu vurgulayan MHP, bu sorunu Türkiye’nin bekasıyla ilgili en önemli sorun olarak görmüştür.
Bahçeli, bu çizgisinin karşılığını, partisine ikinci büyük sıçramayı yaptırdığı 7 Haziran 2015 seçimlerinde almıştır. Oylarını 2 milyondan fazla artırmış ve milletvekili sayısını 80’e çıkarmıştır. MHP’ye bu sıçramayı yaptıran ve AK Parti’ye 2 milyon oy kaybettiren temel neden ‘çözüm süreci’dir. Bu süreçte terörle silahlı mücadelenin yok denecek kadar azalması, bu süreçten kalıcı bir çözüm beklenirken, PKK’nın şehir savaşlarına hazırlık yaptığının anlaşılması AK Parti’ye kaybettirirken, MHP’ye kazandırmıştır.
Birincisi, coğrafi keşifler...
İkincisi, matbaanın icadı ve izleyen teknolojik buluşlar.
Üçüncüsü, kilise egemenliğine son veren laik düzene geçiş.
Bu üç devrimden en zorlu, en sancılı ve en kanlı olanı üçüncüsüdür: Kilisenin egemenliğine son veren laik düzene geçiş. (Batı literatürü çoğunlukla laiklik yerine seküler kavramını kullanır ancak Türkiye’de iki kavram eşanlamlı olarak kullanılmaktadır, ikisi arasında fark ayrı bir konu olduğu için bu yazıda göz ardı edilmiştir.)
Batı dünyasının ‘yeni düşman’ı tanımlamak üzere yoğun şekilde kullanıma soktuğu ve istismar ettiği bir yaklaşım olarak dinler arası yakınlaşmayı engellediği gibi kültürel bir ayırımcılığa yol açtı.
Bu kavram önceki gün Washington’da Doğan Grubu ve Atlantik Konseyi’nin katkılarıyla düzenlenen bir panelde masaya yatırıldı. Türkiye’den eski Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın aydınlatıcı açıklamalarıyla katkıda bulunduğu panel, İslamofobi endişesinin yapaylığını ortaya koyduğu gibi yol açtığı olumsuzlukları da gözler önüne serdi.
Panelde açış konuşması yapan Hürriyet Yönetim Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı “İslamofobi zehirdir ve yenmek gerekir” saptamasında bulundu. DAEŞ ve El Kaide gibi örgütlerin İslam’ı ve Müslümanları temsil etmediği vurgusu yapan Vuslat Doğan Sabancı, İslamofobi endişesinin esasen Batı karşıtlığını da körüklediğine dikkat çekti. Bu kavramın kullanılmasıyla nefret söyleminin yaygınlaştığını da vurguladı ve bu kavramın ve yarattığı endişenin mutlaka ortadan kaldırılmasını savundu.
POLİTİK SORUMLULUK
Fırat Kalkanı operasyonuyla Dabık’ı da kontrol altına alıp El Bab’a yaklaşan TSK ve desteklediği ÖSO’nun ilerleyişi sürerken F-16’ların YPG’yi bu bölgede vurması, Ankara’nın kararlılık mesajıdır.
Türkiye, PYD ve YPG’nin PKK’nın kolları olduğu görüşünü ısrarla ve kanıtlarla savunurken, ABD’de de aynı kararlılıkla PYD-YPG’yi terör örgütü saymadığını ve silahlandırmaya, desteklemeye devam edeceğini savunmayı sürdürüyor.
Türkiye ile ABD’nin bu konuda görüş ayrılığı devam ederken, ABD’nin daha önce YPG’yi vurmayın demesine karşın, Türk jetlerinin Suriye’de YPG’yi vurması önemlidir.
Türkiye bu operasyonla PKK ile YPG’yi ayırmayacağını, ulusal çıkarının gereğini yapacağını göstermiş oldu. Ankara, PKK-PYD-YPG cephesinin kuzeyden, Cerablus üzerinden koridor açma girişimini engellediği gibi güneyden, El Bab üzerinden koridor açmasına da izin vermeyeceğini ortaya koydu.
Birinci Dünya Savaşı’nı yaşamış ve yaşamışlardan dinlemiş olan kuşağın dilimize yerleştirdiği ve Türklerin İngilizlere güvensizliğini yansıtan bir ifadedir. Bu kavram, Birinci Dünya Savaşı’nda “Arapların Osmanlıyı, İngilizlerin kışkırtmasıyla arkadan hançerlediği”, “Kürt isyanlarını İngilizlerin çıkardığı” ve nihayet “Musul’u oyunlarla aldıkları” gibi tarihi olay ve yorumlara dayandırılır.
Musul’un, İngiliz mandası altındaki Irak’a bırakılması da bu kuşaklara göre İngiliz oyununun bir sonucudur.
Musul’la ilgili oyun, daha çok Nesturi ve Şeyh Sait isyanlarını ifade eder, ancak İngiltere’nin sahadaki askeri gücüne dayanarak diplomaside sonuç aldığını da söylemek gerekir.
Musul’un 1926 Ankara Antlaşması’yla İngiliz mandası altındaki Irak’a bırakılmasından önce yaşananları kısaca hatırlamakta fayda var.