Paylaş
Yasalaştı artık, yedi ilde devlet üniversitesi kurulacak, aralarında İzmir de var. Adı da kondu: “Katip Çelebi”.
Yasa önerisinde YÖK demiş ki, adı “Turgut Reis” olsun. Barbaros’un “Turgut benden yeğdir!” dediği, Malta Adası’nda St. Elmo Kalesi’ni fethederken son nefesini veren ve Trablusgarp’ta kendisinin yaptırdığı caminin yanındaki türbesine gömülü bu yiğit denizcinin İzmir’le ne ilişkisi olabilirdi!
BİR ÜNİVERSİTE, KAÇ İSİM?
İzmir halkını temsil edenler geç ayrımına varmış olmalılar ki, birdenbire itirazlar yükseliverdi. “İzmir’in ne misyonuyla, ne geçmişiyle ne de istikbaliyle” ilgiliydi Turgut Reis kimine göre; “Türk-İslam sentezini temsil eden” bir anlayışla konmuştu bu ad. Niye “Hasan Tahsin” değildi? Kimisi de Hasan Tahsin adının “temcit pilavı” gibi öne sürülmesini Yunanistan’la açılım yapıldığı süreçte tartışmaya yol açabileceğinden söz etti. Kimisi “kendime yakın hissetmedim” dedi, “Batı Anadolu” olsun dedi. “Homeros” olsun diyen oldu, “Zübeyde Hanım” diyen oldu. Birileri de “Nazım Hikmet” dedi.
Yani İzmir, kucağında doğacak “en hakiki mürşit” çocuğa ortak bir ad bulamadı! Sonunda geldi, nasıl doğacağı da pek bilinmeyen o çocuğun adı, 386 yıl önce doğmuş “Katip Çelebi” oluverdi.
Türkiye’de son yıllarda üniversitelere verilen adlarda hiçbir ilkenin gözetilmemiş olduğu gerçeği karşısında “Bir üniversitemiz olsun da...” deyip adıyla yetinmek, ülkemiz siyasal yapılanmasının bir zorlaması kuşkusuz.
ÖNYARGILARIN GÖLGESİ Mİ
Yine de, adı acaba özel bir yaklaşımın yansıması mı diye “Katip Çelebi” üzerinde biraz durmaya değmez mi?
Benim internette gezinip yakalayabildiklerimden çıkardığım sonuç şu: 1657 yılında öldüğünde Avrupa bilim çevresi onu “Hacı Kalfa” adıyla tanıyordu. Tarihten tıbba, coğrafyadan astronomiye yayılan çok sayıda yapıtı ve bibliyografya alanındaki araştırmalarıyla Katip Çelebi, özellikle, adını lise yıllarından anımdığımız “Cihannüma” ile uzun adıyla “Keşfü’z-Zünun an Esamü’l-Kütübi ve’l-Fünun” batılı bilim adamlarının başvuru kaynağı olmuş.
IV. Murad döneminde, 1624’deki girişilen Doğu seferlerinde, 1627’deki Erzurum ve 1630’daki Bağdat kuşatmasında, 1633 Halep seferinde, 1635’de Revan seferinde, 1645’te Girit seferinde bulunması, bu savaş kargaşasından yazacaklarına kaynak olacak bilgiler üretmesi, Katip Çelebi’nin şaşırtıcı bir kişilik özelliği olarak ortaya çıkıyor.
Yayınladığı yapıtlarıyla, medrese eğitimine dayanan dine öğretisine ilişkin bilgilerin “pozitif bilimler”le çatıştığı eleştirisini getiren, düşünce ve inanç farklılıklarının insanlık tarihi kadar eski olduğu gerekçesiyle, karşıt düşüncelere hoşgörüyle yaklaşılmasını isteyen, yine de, din bilginlerinin kendi aralarındaki şiddetli tartışmaların temelsizliğini ve zararlarını vurgulamaktan geri durmayan Katip Çelebi, Arapça ve Farsça’nın yanı sıra Fransızca, Lâtince ve İtalyanca bilmekle kendine geniş bir bilgi alanı sağlamış olmalıydı. Günümüzde yaygın okunma olanağı kalmayan çok çeşitli yapıtlarıyla Katip Çelebi, Osmanlı toplumunun düşünce yapısının Batı’ya açılışına öncülük etmiş bir bilim adamı olarak değerlendirilmektedir.
Bugün de batıya açılıp, Avrupalı olma telaşımız karşısında Katip Çelebi’yi İzmir’in dışına koyabilir miyiz?
Öyleyse, bırakalım mı Katip Çelebi üniversiteye gitsin İzmir’de!
Paylaş