4 Mayıs 2009
KONYA’dan gelen Devlet Tiyatrosu’nun üç temsiliyle nisan sonunda kapatıverdi perdelerini İzmir Devlet Tiyatrosu: “Kuvay-i Milliye Kadınları”. Oyunun yazarı Nezihe Araz.
Erken de olsa, bir kapanış için Ulusal Kurtuluş’umuzun bir yanına yaslanan bir oyunun seçilmesi düşüncesi ne güzel! Ama o kadar. Sonrası düşündürücü. Önce oyunun adından başlayalım: Devlet Tiyatroları’nın sunuşuna göre oyunun adı “KUVAY-I MİLLİYE”. Konu özetlerinde, program çizelgelerinde “Kuvay-i Milliye”. “I” gitmiş, “i” gelmiş; sanki “internet” mantığı. Üstelik “kuvay” diye bir sözcük yok ki, “milliye” ile tamlaması yapılsın! Nazım Hikmet şiiri üzerine düzenlenip de 1997’de Devlet Tiyatroları’nda güçlü sanatçılarla oynanan başka bir oyunun adı da “Kuvayı Milliye” idi.
“Kuva-i Milliye” yazan da var, “Kuva-yi Milliye” yazan da. Türk Dil Kurumu “Kuvayı Milliye” demiş, Dil Kurumu da bitiştirip “Kuvayımilliye” yapmış. Kurtuluş’un çok önemli aşamasını tanımlayan bir kavrama ad koyarken Arapçanın dilimize ettiği oyunun çarpıklığına düşen düşene.
Canlanmanın biçimi
Nezihe Araz’ın oyunu ise Kurtuluş’a kurulmuş bir başka oyun! Yazarın inançla yola çıkması başka, seyircinin algılayışında ortaya çıkan sonuç başka. Sahnede daktilo makinasının başında bir genç kız, kendisinden Kuvayı Milliye ile ilgili bir film senaryosu istenmiş de, onu yazıyor! Bir sevinçli ki, sormayın; sevincini de seyirciyle paylaşıyor. Nazım Hikmet’ten mısralar, marşlar, kağnılı kadınlar vb., ne çağrıştırdıysa, yazıyor genç kızımız; yazdıkları da tek tek Kuvayı Milliye kadınlarına dönüşüp sahnede “canlandırılıyor”. Canlanmanın biçimi, iki oyuncu aracılığı ile her kadının “karşısında olmayan kişi” ile konuşması ile sürüp gitmekte. Bir gerilim yok, kadın öykülerinde çarpıcı derinlikler yok, yaratılmış kişilikler yok.
Yazar Nezihe Araz’ın, bir senaryo yazar heveslisi aracılığıyla bulup bize sunduğu kadınlar, bir saat süreli oyunu zorlukla doldurmuş olmalı.
Oyunu yöneten Tomris Çetinel, anma günlerinde temsil edilse bile, Kurtuluş Savaşı coşkusu vermekten uzak bir oyunun, izlenebilir olsun diye nice hüner gösterse de, “kurtuluşu olmayacağını” herhalde biliyor olmalıydı. Yine de, ne olursa olsun, Konya’da tiyatro sevgisini var güçleriyle yayma uğraşındaki sanatçıları, oyunun gölgesinde kalmayıp değerlendirmek daha doğru olur.
Demişler, 9 Eylül 1922’yi yaşamış İzmir’e “Kuvay-i Milliye Kadınları” gitsin. Hoşgeldiler. Gittik, gördük, saygıyla uğurladık!
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2009
14. İzmir Kitap Fuarı 18 Nisan 2009 Cumartesi günü açıldı, 26 Nisan Pazar günü de kapandı. Ben de gittim, gördüm, başım döndü çıktım.
Bu baş dönmesi, kara sevdaya tutulmuşlarınki gibi. Kitaplar kitaplar kitaplar. Ne yana bakacağını, hangisine el uzatacağını şaşırıyor insan. Sonunda en ‘sözden uzak’ olana yaklaştım, ünlü ressamlar üzerine yazılmış bir ‘takım’ alıp kitap sever olma sorumluluğumdan kurtuldum.
1950 sonrası delikanlılığını algılamaya başlayan bizim kuşak Varlık, Yeditepe, Yenilik, Seçilmiş Hikayeler’in yayınladıkları ‘kitapçık’ları, dergileri okuyarak yetişmiştir. Yaşar Nabi Nayır, Hüsamettin Bozok, Naim Tirali ve Salim Şengil’in, yaşarken pek ayrımında olmadığımız, şimdi geriye doğru baktığımızda anladığımız, ne denli “hayırlı” bir iş yaptıkları anlaşılıyor.
M.E.B.’nın “klasik”leri ile kimi büyük yayınevlerinin yayınları da kültür yaşantımızı biçimlendirmiştir kuşkusuz.
Seçim yapmak kolay
Yine de bütün bunları bir araya getirsek bugünün yayıncılığı karşısında hem sayı, hem konu çeşitliliği bakımından “çerçevelenmiş” bir alanda sıkışıp kaldığımız anlaşılıyor. Bu bir yakınma değil. Çünkü, o dönemin çerçevelenmiş alanı bir gelişme ortamı yaratmasaydı, arada bir kitap yargılayıp yazar ardına düşenler olsa da, bugünün sınırsız sayılabilecek “çerçevelenmemiş” boyuta geçmek olası değildi.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2009
1869’dan 2009’a... 140 yıl geçmiş. Daha da gerisi var: 1605... 404 yıl yaşamak, sonraki yıllarda da yaşayacak olmak! 1547’de doğup da yetmişine varmadan ölen Miguel de Cervantes Saavedra, “Marifetli Şövalye Don Quijote de La Mancha” ile bu yıl yine yanıbaşımıza geliverdi.
İzmir Devlet Opera ve Balesi, “Don Kişot” adlı baleyi yeniden sahneye getirmiş.
Bale, insan bedenini, o kaba yapıyı, müziğin incelikleriyle sızıp da can verircesine işleye işleye yeniden uzaya saldığı bir yaratış. Şiir bir yana, bütün güzel sanatlar gibi batımızdaki dünyadan bize çeke çekiştire getirilen son sanat dalı bale.
İDOB’ta, “Don Kişot”, Leon Minkus’
un müziği üzerine Marc Ribaud’
un düzenlediği koreografi ile sunulmuş.
Cervantes, Don Kişot, Minkus, Ribaud ve sonunda İzmir Devlet Opera ve Balesi... Yani, o ölümlü dünyada sanatçının, sanatçılarla ölümsüzleştirilmesi. Bâki kalan bir hoş seda olmak değil sadece; öyle bir ses ki, sanatçıdan sanatçıya aktarıla aktarıla yeni derinlikler kazanıyor.
Adalet dağıtıyor
Don Kişot, yel değirmenleriyle savaşmaya kalkışan bunamış bir şövalye diye bellenmiştir genellikle. Oysa dünyaya adalet dağıtmak üzere cılız atıyla yola düşen bu çelimsiz, “budala”
yaşlı adamın serüveni, doğru-iyi-güzel bağlamında verilen insanlık kavgasına “ironik”
göndermeler yapar.
Gülünç olan görünüşün altında derinleşen söylemi yakalayan düşünürler, aydınlar, sanatçılar “Don Kişot”u işlenecek temel kaynaklardan biri olarak belleye gelmişler. Batı’nın sanat evreninde Don Kişot’un girmediği hiçbir yer yok. Edebiyata, resme, heykele, müziğe, sinemaya, tiyatroya, baleye.
Ya bize ne oluyor, 1600’lerin İspanyolundan? 1570’te II. Selim, Kıbrıs’ı ele geçirdi diye Papa’nın çağrısına uyup İnebahtı’da Osmanlı Donanması’nı yenen hırıstiyan gücünde savaşıp tutsak olmuş bir adam, İstanbul yolundan kurtulup İspanya’ya dönmüş de “Don Kişot” adlı garip bir ihtiyar üzerine roman yazmış!
İşte böyledir sanatın gücü; yüzyıllar öncesinden toparlanır gelir, resmiyle heykeliyle müziğiyle balesiyle karşınızda durur.
İzmir Devlet Opera ve Balesi, ‘Don Kişot’ adlı baleyi sahneye getirmiş; bugünlerde de “Korsan”
la dans ediyormuş. Bir yanda televizyonlarda, gazete sayfalarında “yıldızlaşan sanatçılar”, bir yanda Korsan’la Don Kişot’un sanatçıları. Yel değirmenlerine karşı savaş sürüyor.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2009
27’incisi başlamıştı İzmir Tiyatro Günleri’nin Mart’ın 27’sinde, özellikle Kültürpark alanı içinde özel tiyatroların birbiri ardından verdiği temsillerle 10 Nisan’a kadar sürdü. Tiyatro coşkusuyla yola çıkanlarla yıllanmış sanatçıların sahnede göründüğü oyunların İzmir izleyicisinin ayağına kadar getirilip 15 gün boyunca sunulması, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin başarısıdır kuşkusuz. Oyuncuların katıldığı söyleşiler düzenlenmiş olmakla da İzmir Tiyatro Günleri, sanatçı ile izleyicisini yakınlaştırıp algılarını karşılıklı geliştirmeleri yolu açılmış oluyor.
27’ncisine varılmış bir deneyim sonunda
düzenlenen etkinliğin etkin gücü ne durumda? Genel çizgileriyle aksaklıkları sıralamak herhalde yararlı olur. Dokuz Eylül ve Ege Üniversiteleri ile İzmir’in Devlet Tiyatrosu, Opera ve Balesi’nin katkılarıyla desteklenen, uzmanlıklarına kuşku olmayan tiyatro kişilerinin yönlendirdiği Tiyatro Günleri’nde aksama, daha ilk adımda, düzenlenen program kitapçığında görülüyor: Rektörler, müdürler, danışmanlar yazılarıyla sunuş yapmışlar, Dünya Tiyatrolar Günü Evrensel Bildirgesi’ne de kitapçıkta yer verilmiş, ulusal bildirge konmamış.
Dört kısa oyun
Ayrıca, kitapçıktan Tiyatro Günleri’nin etkinlik akışını izlemek, başlı başına bir sorun.
Düzenleyen kuruluşlar arasında yer alan İzmir Devlet Tiyatrosu’nun, İzmir Tiyatro Günleri’ne hiçbir özel katkısı yok. Programda adı anılan oyunlar, zaten İDT’nun kendi sahnelerinde oynanmakta olan, üstelik geçen yıldan kalan oyunlar. DEÜ Güzel Sanatlar Fakültesi’nin “Dört Kısa Oyun”u da, fakültenin yıllardır kendi etkinliklerinden biri. Ege Üniversitesi’nin, ilgi alanı bakımından, oyun yeri vermek ötesinde bir destek sunmamış olması doğal.
Yine özellikle İstanbul, biraz da Ankara’dan gelen özel tiyatroların oyunları ile canlanıyor İzmir Tiyatro Günleri. Kaldı ki, bu oyunların birkaçı daha önce İzmir’e gelip seyirci karşısına çıkmış durumda. Üzerinde düşünülecek durum şu: Adı “İzmir Tiyatro Günleri” de, İzmir’in kendi kaynağında tiyatro üretme gücüyle yaptığı katkı ne? Bir kez daha söyliyelim: Her yıl 27 Mart’ta başlayan ve bu yıl 27’ncisi düzenlenen İzmir Tiyatro Günleri küçümsenecek bir etkinlik değildir; Büyükşehir Belediyesi’nin tiyatro sanatına verdiği değerin bir göstergesidir. Herhalde daha ötesi, bir Kent Tiyatrosu yaratmak dışında, belediyeden beklenemez.
Öyleyse neden 27’ncisi kutlanırkan bugün sanki 1’incisini kutlar gibiyiz?
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2009
BUGÜN 27 Mart değil. Birkaç gün önceydi o Dünya Tiyatrolar Günü’nün kutlandığı 27 Mart.
Kimi tiyatrolar kapılarını açtı o gün ardına kadar, kim geldiyse.
1961 yılında Uluslararası Tiyatro Enstitüsü’nün (ITI) bütün ülkelerde başlattığı bu bir günlük etkinlikte, 1962’de ünlü oyun yazarı Jean Cocteau’nun yazdığı bildirgenin perdeler açılmadan okunmasıyla bir gelenek oluştu. 1978’de ise, evrensel yanında, ayrıca her ülkede bir bildirge yazması için bir tiyatro önde gelenini belirleyerek uygulamayı değiştirmesiyle ITI, evrensel bir yaklaşımdan ulusala doğru, seyirci açısından, açılımını sınırlanmış oldu.
Bu yıl ITI adına bildiriyi 1931 doğumlu, Brezilyalı tiyatro yönetmeni, yazar ve politikacı Augusto Boal yazmış. 1971’de Brezilya’daki askeri yönetimin işkencesine uğrayan Boal, Paris’te yaşamını sürdürmüş, 1981’de ilk ‘Uluslararası Ezilenlerin Tiyatrosu Festivali’ni düzenlemiş, yönetimin devrilmesinden sonra da Brezilya’ya dönmüş.
Ülkemizde İstanbul Şehir Tiyatroları’nın ünlü sanatçısı Nedret Güvenç’in yazdığı bildiri sunuldu seyirciye. Nedret Güvenç, tiyatro çevresinde ödenekli-özel çekişmesine, seyircinin ‘güldürü’ ağırlıklı oyunlara çekilmesine dokunmuş, gençlerin çabalarını övmüş.
Savaşlar soykırımlar
Ya Augusto Boal, “Bütün insan topluluklarının günlük yaşantısı ‘gösterilerden’ oluşur... Farkına varılmasa da, insan ilişkileri tiyatroya uygun biçimde yapılanır... Bizim sanatımızın başlıca işlevlerinden biri insanları günlük yaşantıdaki ‘gösteriler’ konusunda duyarlı kılmaktır” diye söze girip de ne demiş?
“Geçen eylül, gözümüzün önünde bir tiyatro perdesi açılmış gibi şaşırdık. Biz ki, elbette kendimizden uzak yaban ellerinde savaşlar, soykırımlar, cinayetler, işkenceler olduğunu biliyor, ama yine de güvenli bir dünyada yaşadığımızı düşünüyorduk. Biz ki, paramızı saygın bir bankaya ya da namuslu bir simsarın eliyle borsaya yatırmış olmanın rahatlığı içinde yaşıyorduk. Birden duyduk ki, o para yokmuş, sanal imiş; kendileri uydurma olmayan, güvenilir ve saygın da olmayan bir takım ekonomi uzmanlarının icat ettiği uydurma bir şeymiş. Birkaç kişinin çok kazanmasına, pek çok insanın da her şeylerini yitirmesine yol açan kötü bir tiyatro örneğinin karanlık olaylar dizisiyle karşılaştık. Zengin ülkelerden bir takım politikacılar gizli toplantılar yapıp büyülü çözümler buldular. Onların aldığı kararların kurbanı olan bizler ise balkonun son sırasında oturan seyirciler durumunda kaldık.”
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2009
TANRI iniyor yeryüzüne, “Tanrım!” diye çaresizlik içinde haykırıyor sonunda!
İnsanı yaratmış Tanrı’nın, insanın insana ettiklerini gördükten sonra yapabildiği ancak bu.
Bulgar yazar Stefan Tsanev’in İzmir Devlet Tiyatrosu’nda sahneye çıkan “Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü” adlı oyunu, insanlığın can alıcı eleştirisi bir yana, islam inancına bağlı halkın yaşadığı bir ülkede “düşünce özgürlüğü” diye savunulan kavramın bir ayıracı sanki!
Tsanev, oyunu sürüp götüren olay olarak Jeanne d’Arc (Jan Dark) söylencesini seçmiş. Filmlere de konu olan Jeanne d’Arc cahil bir köylü kızı. 1400’lerdeki ünlü Yüzyıl Savaşları sürerken, güçlü hristiyanlık inancıyla Tanrı’nın sesini duyar, beyaz zırhlar içinde beş haçlı kılıcı kuşanarak Fransız ordusunun başına geçer, İngilizleri yener. Halkın bir aziz gibi karşılamasından ürken Kral’ın da oyunuyla Jeanne d’Arc, İngilizlere tutsak düşer ve ünlü Engizisyon’un yargılaması sonunda bir “aziz” değil, “büyücü” olduğuna hükmedilerek daha 19 yaşındayken ateşte yakılır.
Gerçek açığa çıkıyor
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2009
“Kordon’da Nal Sesleri” adlı oyunun Han Tiyatrosu adlı özel tiyatroda sahneye konulması, tartışılmaya açık kimi konuların tazelenmesine yol açtı. Kurtuluş Savaşı’nın simge kenti İzmir’de bir “kurtuluş anıtı” yapılması gerekli mi, değil mi? Anıt gerekliyse, yaklaşım Kurtuluş uğruna can veren on binler üzerinde mi, yoksa Hükümet Konağı’na Türk Bayrağı’nı çekmiş olan “bir” üzerinde mi yoğunlaşacak.
Neredeyse yüz yılı geride bırakacak kurtuluş mücadelesini, çağdaşlaşıp karmaşıklaşan yaşantı kargaşası içinde unutmaya mahkum genç kuşaklara anlatmak gerekli mi? Gerekliyse, bu açılım nasıl gerçekleşecek?
Tiyatro eylemi geçmişi anlatmak, canlandırmak için en etkili araçaların başında mı gelir? Öyleyse bu nasıl yapılacak? Her gerçek gönüllünün soyunduğu bir iş mi bu eylem, yoksa ustaların ellerine mi bırakmalı? Ya o ustalar nerede?
Son birkaç haftadır “Kordon’da Nal Sesleri” adlı oyunun çevresinde dönen değerlendirme ve tartışmamız, bütün bu can alıcı soruları içeriyordu.
Şimdi diyelim, bir yapı kuruluşunun “Kurtuluş”u anlatan bir oyunu sahneye getiren bir tiyatroyu desteklemiş olması alkışlanacak bir iştir.
Başka kuruluşlar da destek verse özel tiyatrolarımıza, ne güzel! Tiyatrolarımız, “Kurtuluş”u değişik yönlerinden sergileseler arada bir, ne göğüs kabartıcı bir iş olur!
Öyle de, bütün bunlar iki ay içinde karar verilip gerçekleştirmeye kalkışılan işlerden midir? Gerçekleştirici ustalar ortaya çıkmıyorsa, gönüllü çıraklarla, kalfalarla anıt dikmek, ya da sahnelere çıkmakla, yıllardır sırıtan o “öğün, çalış, güven” boşluğu doldurulmuş olacak mıdır? Emel Bala Gürel’in yazdığı “Kordon’da Nal Sesleri” adlı oyun bende bu kaygıları uyandırdı. Değil mi ki, “Kurtuluş” konusunda başvuru kitapları olan Atatürk’den “Nutuk”, Şevket Süreyya’dan “Tek Adam” (3 kitap), Sabahattin Selek’ten “Anadolu İhtilali” (3 kitap), Turgut Özakman’dan “Şu Çılgın Türkler” ve daha niceleri, incelemeye, özümsemeye bir yıl bile yetmezken, “Üçüncü Kılıç” adlı eserden yola çıkıp iki ay içinde oyun yazmış olmak!
Yine değil mi ki, ustalıkları üzerinde durmasak da, sanatçı sayısı sınırlı yeni bir özel tiyatronun deneyimsiz, yaşları rollerine denk düşmeyen oyuncularla “Kurtuluş”u oynama çabaları ne kadar inandırıcı olabilir.
Gerçek gönüllü olmak, kutsal sayılacak bir olayı anlatmak için yola çıkmanın geçerli gerekçesi olabilir mi? Hele ne demeli oyunun yazarı Sayın Emel Bala Gürel’in şu sözlerine?
“..bu oyun satılık değil satılmadı satılmayacak da!”
Bu haykırış niye? Kim demiş, “satılık” diye, kim demiş “satıldı” diye? Diyen yoksa, olmamışsa, “satılmayacak” demek de ne?
Ben yine, Han Tiyatrosu’na gidip, bir bilet alıp “Kordon’da Nal Sesleri”ni izleyin derim.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2009
SON iki haftadır yazdığım yazılarda, 9 Eylül 1922’de Hükümet Konağı’na Türk Bayrağını çeken Yüzbaşı Şerafettin’in yaşamından yola çıkarak yazılan ve Han Tiyatrosu’nun sahneye koyduğu “Kordon’da Nal Sesleri” adlı oyunun ilk temsili öncesi, oyuna maddi destek sağlayan bir yapı kooperatifinin “Yüzbaşı Şerafettin’in Konak Meydanı’nda heykelinin dikilmesi” için imza toplama girişimini eleştirmiş, bu arada yazar “Emel Bala Gürel, ‘ısmarlanan’ oyunun sınırları içinde daralıp kalmış olmalı” demiştim. Son yazımın yayınlandığı gün sayın yazar Emel Bala Gürel’den telefonla “sert” tepkiler aldım. Önemli olan tepkinin ifadesi değil, okuyucunun da bu tepkiyi bilmesiydi; bir yanıt göndermesini istedim. Sayın Emel Bala Gürel’in yanıtını -çok az kısaltarak- sunuyorum.
Üzülerek yazıyı kaleme aldım
“Sevgili Erol Aksoy... Yazınızda şahsım hakkında yanlış ifadelere yer verdiğinizi gördüm ve üzülerek bu yazıyı kaleme aldım. Han Tiyatrosu... 10 Haziran 2008 tarihinde ekip içinde yaptığı repertuar toplantısında İzmir’de Kuvayı Milliye ruhunu canlandıracak unutulmuş değerleri hatırlatacak bir oyunu sahnelemeye karar vermiş... İzmir’in Kurtuluş Savaşı’ndaki önemini de vurgulayan, yeni bir esere ihtiyaç olduğu görülmüştür. Tiyatromuz, Maltepe Askeri Lisesi’nden değerli dostlarımızın tavsiyesiyle “Üçüncü Kılıç” adlı esere ulaşmış ve Yüzbaşı Şerafettin’i tanımış, Yüzbaşı Şerafettin’in yaşamından yola çıkarak tüm Kurtuluş sürecini anlatan “Kordon’da Nal Sesleri 9 Eylül 1922” adlı oyunu oynamaya karar vermiştir. Bu oyun, ben Emel Bala Gürel tarafından 9 Eylül 2008 tarihinde tamamlanarak kaleme alınmıştır. Oyunun bir kurum veya kişi tarafından ısmarlanmış olması kesinlikle söz konusu değildir.
... Han Tiyatrosu’nun Ege Koop ile işbirliği 19 Ekim 2008 tarihindeki... oyunumuzun galasına gelen Ege Koop Genel Başkanı Hüseyin Arslan ile tanışmamızla başlamıştır... kendisi projeden haberdar olmuş ve böyle bir projeyi desteklemekten kurum olarak onur duyacağını söylemiştir. Bu tarihten önce, ne bizim Ege Koop ile bir irtibatımız ne de Ege Koop’un bize bir talebi katiyen olmamıştır.
Takdir bekliyorum çünkü
Ben bu oyunu yazdığım için takdir beklemiyorum çünkü Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı biri olarak bu benim bir görevim, ben bu oyunu ne Ege Koop istedi diye ne de Kuvayı Milliye’nin 90. yılı diye kaleme aldım. Kuvayı Milliye’nin 90. yılı olduğunu bile daha sonra öğrendim. Kaldı ki Kuvayı Milliye’nin kaçıncı yılı olursa olsun Cumhuriyet tarihini anlatan oyunlar yazılmalı ve her yıl oynanmalı diye düşünüyorum.
Bu ülkede çete kuran, milleti dolandıran insanların, omuzlarda “Türkiye seninle gurur duyuyor” sesleri arasında dolaştırılırken, canı pahasına bu ülke için savaşmış kahramanlardan birinin unutuluş hikayesini, bir oyuna konu edecek kadar “dramatik” bulduğumu da belirtmek isterim. Ben bir oyun yazdım; Kordon’da Nal Sesleri 9 Eylül 1922 bu oyunun eksikleri olabilir, yeterince iyi sahnelenmemiş de olabilir ama şunun bilinmesini isterim ki bu oyun satılık değil satılmadı satılmayacak da!”
Bakalım “satıldı” diyen kim? Gelecek yazımızda, onu görelim.
Yazının Devamını Oku