21 Temmuz 2009
“İçi Boş Kutular” deyip İzmir’in sanat üretkenliğinde tıkanma noktalarını araştırmaya kalkışmışken, Türkiye ölçeğinde bir başka tıkanma, üstelik yüzyıllar gerisinden gelen gücüyle, ıstanbul’da önümüze çıkıverdi:
Ustalığı ‘dünya sanatçısı’ diye nitelemenin çok ötesinde bir sanatçı, ıdil Biret, Çaykovski’nin 1. piyano konçertosunu Topkapı Sarayı avlusunda çalıyor; örgütlü bir topluluk da kapıya dayanmış, “mukaddes mekanda şarap içilmez” diye haykırıp konser afişlerini yakıyor, içeri giremeyince de namaza duruyor.
Örgütlü topluluğu harekete geçiren Vakit adlı gazetenin “Mukaddes avluda şarap küstahlığı” başlıklı yayını. şarap firmasının biri, dışardan gazel okur gibi, “Çimenlerin üzerinde ücretsiz ikram ettiğimiz şaraplarımızı yudumlayarak klasik müziğin tadını çıkarın” diye el ilanları dağıtmış ya, tamam, Topkapı Sarayı avlusunda ıdil Biret’li konseri basmaya yeter!
ÇAĞDAşLIĞIN GÜNAHI
Önce şarap günah! Çalınan o müzik de hıristiyanın kilisesindeki ayinlerinden türemiş! Topkapı Sarayı “kutsal mekan”. Çünkü orada Allah’ın Elçisi peygamberimiz Hazreti Muhammed Efendimizin hırka-i şerifi, sakal-ı şerifi, bastığı toprak izi gibi “kutsal emanetleri” var. Dine dayalı kışkırtma ne kadar kolay şu doğu ile batı arasında köprü olmakla öğündüğümüz ülkemizde. Hele “çağdaş uygarlığa erişme” hedefini gösteren Atatürk’ün sözde kaldığı bu günlerde.
ınançların, yüce dinimizin dar kafalarda kokuşmuş bu soluk alıp verişi, yabancısı olduğumuz bir gerçek değil; başının ezildiğini sandığınız bir yılan gibi sanki, havayı suyu koklamıştır birden uyanıverir karşınıza çıkıverir.
NİCE ÖRNEK ARASINDA
1960 sonrası Ankara’daki gazetecilik yıllarımda, ezanın Türkçe okunmasından yana bir yazı yazmıştım da, ne küfür dolu mektuplar almıştım! 1980 sonrası TRT’de yaptığım bir sanat programında “çocuklarımız yeniden yaratırcasına” diyecek oldum, “yaratmak Allah’a mahsustur” gerekçesiyle denetçilerin yasaklarına uğradım. 1990’da Devlet Tiyatrosu’nda sahneye koyduğum Victor Haim’ın yazdığı, Hakan Tartan’ın çevirdiği “Kasabın Hayalleri” adlı oyun için bir afiş hazırlamıştık. Bir öküzün boynuzları arasında uzanmış bir kadın çizimi. ızmir’in bir ilçesindeki temsil öncesi belediye afişlerdeki kadının çıplaklığını, üzerine bir “mayo” çizip örtmüştü. Bir başka ilçede Kültür Müdürü, ızmir Devlet Tiyatrosu biletlerini masasına kilitleyip satışı engellemeye kalkışmıştı.
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2009
Ne demiştik “İçi Boş Kutu” başlıklı yazıda: Kültür ve Sanat etkinliklerine “mekan” olacak yer açısından İzmir’den daha zengin kent neredeyse yoktur da ülkemizde, İzmir’in kendi kültür ve sanat üretkenliği neden o yerleri doldurup taşırmaya yetmez? Bu sorudan yola çıkarak, kimileri kaba bulsa da, birer “içi boş kutu” gibi durur saymıştım İzmir’deki sanata açılmış yapıları.
Soruyu şöyle karşılayanlar olabilir: “İzmir dışından gelen sanatçılara, topluluklara yer vermeyelim mi? O mekanlar hiç boş kalmıyor. Yerel etkinlikler, sergiler, kurslar, toplantılar var. Kimi başvuruları karşılayamıyoruz bile.” Öyleyse bir kez daha vurgulayalım: İzmir’in kendi kültür ve sanat üretkenliği söz konusu olan; yoksa İzmir dışından, özellikle İstanbul’dan akın eden sanatçıların İzmir’de geçici bir dalgalanma oluşturmaları değil.
Diyelim, devlet İzmir’den elini çekti; Devlet Tiyatrosu, Devlet Opera ve Balesi ile Devlet Senfoni Orkestrası’nı kapattı. İzmir’e sanat adına ne kaldı? Birkaç sergi, birkaç yazar şair, gönüllü gençlerden birkaç temsil.
VE BİR ÖRNEK
İzmir’in yaratıcı bir kaynak olduğu su götürmez bir gerçek. Bu kentte yetişmiş nice sanatçı geçimini sağlamak için ya da daha ileri bir aşamaya atlayıp kendini tanıtabilmek için soluğu doğruca İstanbul’da alıyor.
Çok yalın bir örnek ve soru: Sezen Aksu İzmir’in sanatçısı mıdır, yoksa İstanbul’un mu? Sürekli İzmir’de kalıp yaşamış olsaydı, yakalar mıydı bunca ünlü olma aşamasını Sezen Aksu? Haydi bir adım daha ileri gidelim de soralım: Ünlü oluşu değerinin ölçüsüyse, yaşadığı yerde kalmakla sanatçı, yaratıcı bir değer taşımıyor mu gerçekte! İzmir’de yaşarsan değil de, İstanbul’da yaşayıp gidersen sanatçısın!
İZMİR İLE BÜTÜNLEŞMEK
Topluca, bir arada olarak üretilen sanat eylemleri söz konusu olunca, İzmir’den örnek vermek iyice güçleşiyor. Çünkü İzmir’de bu tür sanat eylemlerini yaratacak sanatçı yetiştiren kurumlar var da, sanatçıları bir araya getirecek kurumlar yok. Ne bir belediye, ne bir özel girişimci öne atılıp da İzmir’in adıyla bütünleşecek bir sanat topluluğu yaratma eğiliminde görünüyor.
Var bir yerde bir yanlışlık. Havada mı, suda mı? Yoksa İzmir Körfezi’nin seyrine doyum olmayan o gün batımında güneşin batışı mı oyalayıp duruyor bizi!
Yine kurcalayıp duralım bakalım bu konuyu, ola ki bir yerlerde buluruz kendimizi uyuyup kalmışlığımızla.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2009
“İçi Boş Kutular” deyip gösteri sanatlarının içinde sergileneceği varsayılan İzmir’deki “yapılar ve mekanlar” üzerine yazmayı sürdürmeyi tasarlarken araya “kutuyu dolduran” bir olay giriverdi: “Düğün ya da Davul”.
Mekteb-i Mülkiye’nin 150. yılını kutlayalım demiş de Mülkiyeliler Birliği’nin İzmir kolu, Karşıyaka Uğur Mumcu Sahnesi’nde dolu dolu bir şenlik yaratmış “Düğün ya da Davul” ile. Haşmet Zeybek’in bu oyunu,ortaya çıktığından bu yana akçasız toplulukların da,devlet destekli tiyatroların da pek sevdiği, sahneye koyuş yorumlarına alabildiğine açık, köy seyirlik oyunu gibi yazılmış, evlenme-başlık parası-kız kaçırma çevresinde dolanan toplumsal taşlamalarla dolu bir güldürü.
DEĞERSE USTA ELİ
Sanat eylemine açık yapıların etkinliklerle doldurulması konusunu kurcalarken,”Düğün ya da Davul” bir gerçeği daha vurgulamış oldu:Sanatçı kimliğinikazanmamış nicelerivar ki, usta bir ele düşünce sanki yeni bir kimlikle biçimlenip de dolup taşıyor. Yapılarıkuranlar bir yanda, sıradan sayılan insanları sanatla yapılandıranlar bir yanda.
İzmir Devlet Tiyatrosu sanatçısı Doğan Yağcı,”Düğün ya da Davul”un sahne çalışmalarını yaparken “tiyatro acemileri”ni, yaşamları boyunca anımsayacakları bir sanatçı kimliğine taşımış olmalı. Yıllar süren çocuk oyunları çalışmalarından edindiği onca deneyimle Doğan Yağcı’nın “Düğün ya da Davul”u kişilik çeşitlemeleriyle bezeyip oyunculuklarının “çocukluk” aşamasındaki yetişkinleri ayağa kaldırmış olması, ülkemiz insanının tiyatroya tutkunluğunu da vurgulamış oluyor.
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2009
ÖNCEKİ hafta, salı komşum Nedim Bubik kentsel bir sızlanmayla İzmir’in onulmaz bir yarasına dokunmadan edememiş; “Tesis tamam da ilgi yeter mi?” diyor yazısında. “Tesis” dediği, içinde kültür ve sanatın yankılandığı yapılar.
Anakent Belediyesi Bornova’da beş bin kişilik Açıkhava Tiyatrosu yaptıracağını duyurmuş da, sayıyor Nedim Bubik: Kültürpark’ta, İnciraltı Kent Ormanı’nda, Bornova Büyük Park’ta birer Açık Hava Tiyatrosu, hemen her ilçede kültür merkezleri ve Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi ile Havagazı Fabrikası Kültür Merkezi...
Daha da ekleyelim: Üç salonlu Atatürk Kültür Merkezi, iki salonlu Sabancı Kültür Merkezi, Kültürpark’ta İsmet İnönü Sanat Merkezi ile Kültür Sanat ve eski Belediye Toplantı Salonu, Konak Belediyesi’ne bağlı Güzelyalı ve Eşrefpaşa’da iki tiyatro, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin terk ettiği eski tiyatro ve yeni açılan tiyatrosu.
DÜĞÜN, NİŞAN VE HAVAGAZI
Ve sorguluyor Nedim Bubik, “Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi... Kaç etkinlik düzenlendi burada? Bir kafe, bir D&R dışında terk edilmiş gibi duruyor. Tarihi Havagazı Fabrikası... Ya işlevi?.. Şimdi düğünler, nişanlar başladı.”
Yazısı “takıntılı” bir umutla bitiyor salı komşum Nedim Bubik’in: “Etkililer, yetkililer mutlaka düşünmüştür. Yakında mutlaka çekim yeri haline gelir bu eserler. Peki nereden mi çıktı bu? Kötümserlik mi? Yok canım, değil, sadece takıntı.”
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2009
HAYDİ bugün sanat alanının dışına çıkıverelim. Yazıp çizenlerden, çalıp söyleyenlerden değil, ama oynayanlardan sayılır yine de, sözünü edeceklerim. Hele müzik eşliğinde bedenlerine bir uyum getirme kaygısı varsa, sanata teğet geçildiği de söylenebilir. Sözümüz “dans” üzerine.
Dans deyince akla vals gelirdi bir vakitler. Hele Avusturyalı Johann Strauss’un besteleriyle özellikle varlıklılar katında seçkinliğin, “bir başka olma”nın olmazsa olmazı olan vals, halk katına indiğinde iki yaylanıp bir dönmeden öteye gidemeyince tango adımları sardı, götürdü ortalığı. Araya çarliston, rumba, samba, rock’n roll gibi adımları birbirine benzemez çeşitleri girse de, tango kadın - erkek eşleşmesinde, eşleşmenin varacağı hedef ve niyet ne olursa olsun, hükmünü sürdürmekte.
Arjantin’den İzmir’e
Tango Arjantin’den çıkıp “dünya kültür mirası” olma yolunda ilerlerken daha coşkulu, başka havada bir müzik eşliğinde bir dans Karayipler’den yeryüzüne yayılıverdi: Salsa.
Bugün İzmir’de tango ve latin dansları diye anılan salsa gibi eşli dansları öğreten elliye yakın irili ufaklı yer var.
Şimdi düşünmeli: Arjantin’den ya da Küba’dan yayılıp ülkemize kadar gelen var da, ülkemiz insanının benliğinden çıkarıp dünyada yaygınlaşan bir dans yok? Türk toplum yapısının kendi gelenekselini koruması yanında batısındaki beğenilere açık olması gerçeği karşısında bu pek hayıflanacak bir durum olmasa gerek. Kaldı ki ne tango, ne salsa, ça ça, merengue, bachata Arjantin ya da Karayipler’in özgün olarak yarattıkları müzik ve dans türleri değil. Bizim şarkı, türkü söyleyip oynamamız gibi oralarda neredeyse sokaklara yayılıp halkın kendini kaptırdığı tango, salsa gerçekte ülkelerin bir vakitler yüzyıllar boyu süren tutsaklığının ya da Afrika’dan koparılıp getirilen insanların köleliğinin eğlenceye dönüşmüş bir çelişkisi.
Duygusaldan toplumsala
Halk oyunları, flemenko, bale gibi belirli bir kareografiyi gerektirmeyen, üstelik kadın-erkek eşleşmesiyle oynandığı için duyguların paylaşılmasına yol açan, dahası bir yerde toplanıp topluca dans edildiği için kolayca yaygınlaşıyor tango da, salsa da.
İzmir’de her gece bir eğlence yerinde “dans gecesi” yakalayabilirsiniz. Birbirlerini tanımasalar da buluştukları, belki birbirleriyle hiçbir zaman karşılaşmayacakları kişilerle bir arada, kısılıp kalmış dünyalarından çıkıp coşar gibi dans etmekte tango, salsa tutkunları İzmir’in dans gecelerinde.
Ya devletin dans tanımı
Ülkemizde böylesine yaygınlık başgösterince hele bakın ne olmuş sonunda? Türkiye Dans Sporları Federasyonu kurulmuş ve dans eğitimi bu federasyonun gözetimine verilmiş! Düşünebiliyor musunuz, bale de içinde olmak üzere, dans bir “spor”muş! Futbol Federasyonu gibi, Atletizm Federrasyonu gibi... Halkın bir eğlence, oynayıp birbiriyle kaynaşma diye belleyip benimsediği dans alanında eğitim ve etkinlikler de “spor” sınıfına sokulup devletin gözetiminde.
Ya sanat? Devlet dansı spor sayıp kucaklamış ya, biz da sanatı unutuverelim gitsin.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2009
KİŞİSELMİŞ gibi görünecek bu yazı. Gerçekte gençlerin kestirelemez yazgısına yollardan bir yol açan az bulunur bir “insan” üstüne bu satırlar. Naim Tirali ölmüş, 84 yaşında.
Günümüz gençliği de yetişkini de pek tanımaz Naim Tirali’yi; haberini okumuş olsa da, ‘biri ölmüş’ der geçer.
Genç kuşaklar ardı ardına değiştikçe, birbirine bağlanarak tanış olup kazanılan değerlerin sonrakilere aktarılması beklenmez mi! Hele değerler alanı daraltıkça yoğunlaşan alış veriş, etkileşim, gençlikten yetişkinliğe giden yolda, sonradan ayrımına varılan nice değerler katıyorsa insana.
Bakıyorum da 1850 Sonrası Fransa’sına, resimde Renoir Pissarro Monet Cézanne Matisse Picasso, edebiyatta Victor Hugo - Baudelaire Zola - Flaubert Rimbaud. Müzikte Liszt - Wagner - Verdi, felsefede Marx Nietzsche ve Freud gibi Avrupa’nın orta yerinden daha nicelerinin birbirlerinden etkileşe etkileşe sonraki kuşakları etkileyecekleri bir dönem.
TANIDIĞIMDA ÖĞRENCİYDİM
Bizde de Edebiyat-ı Cedide’den başlayıp Cumhuriyet’e varıp aşan edebiyat değerlerimiz birbirilerine zincirlenip etkilenerek kalıcı yapıtlar bırakmıştır.
1950 sonrası demokratikleşme döneminde edebiyat dünyamıza canlılık getiren kimi dergiler ve yayınları öne çıkar. Özellikle Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık’ı, Hüsamettin Bozok’un Yeditepe’si ve Naim Tirali’nin Yenilik’i.
Nice genç yazarlar, şairler bu yayınlarda yer buldukları için öncekilerle de etkileşerek varolmuşlardır.
Ya sonrası? Uzun bir boşluk ve kopukluk.
Ben, İzmir Atatürk Lisesi’nde öğrenciydim, onu tanıdığımda. 1951 yılında, 58 yıl önceymiş. Bir gün Milli Savunma dersine yedeksubaylığını yapan güler yüzlü bir genç geldi; herhangi biri gibiydi, bilmezdik onun bilinen bir öykü yazarı Naim Tirali olduğunu. Ders kitabının bir bölümünü okutur, sonra bizlerle söyleşirdi. Sınıfta ders kitabını ben okurdum, sözcükleri “öz türkçesiyle” değiştirip de okurdum.
İNSAN SEVGİSİ GÜLEN YÜZÜNDE
Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi yıllarımda Yenilik Dergisi çıkmaya başladı. Yazdım kendisine, beni anımsamış; üstelik Ankara’dan tiyatro eleştirileri yazmamı istemez mi! Yazarlığın en acemi çağında Yenilik Dergisi’nde sürekli yazan biri oluvermiştim. Ardından Vatan Gazetesi’
nin ortağı olduğunda “Türkçeyi doğru kullananlar gerekli” deyip beni gazetenin Ankara bürosuna muhabir diye alıverdi; hiç aklında yoktu gazeteci olmak.
27 Mayıs 1960’la, “Vatan” görevini tamamlamış gibi basın dünyasından çekildi; Naim Tirali de Giresun’un atalarından sürüp gelen hemşehriliğiyle milletvekili seçildi.
İnsan sevgisi gülümseyen yüzüne vurmuş Naim Tirali, kimbilir kaç gencin daha yazgısında yol ayrımında duruvermiştir. Giresun’da Piraziz’deki evine çekilip edebiyat dünyasında 30 yıl süren suskunluğunu şu sözlerine mi bağlamalı:
“Ne fırsatlar kaçırmışım. Bilmiyor muyum ben? Herkes kendi doğasının gereğini yapar aslında... Fırsatların kaçmamasına çanak tutmuş da saymıyorum kendimi. Ama üne ya da servete kavuşma yolunda kişiliğime uygun düşmeyen davranışlarda bulunmadım.”
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2009
MAYIS ayını bulmadan İzmir’de perdelerini kapatan Devlet Tiyatrosu, ekim ayının ortalarında perdelerini açmıştı ya, aradan geçen 6.5 ay süresince üç sahnesinden neler geldi geçti?
Üç çocuk oyunu ve on iki oyun. On iki oyunun altısı geçen mevsimden kalma: Düğün Şarkısı, Teyzesi, Bir Garip Orhan Veli, Misafir, Kafes, Simavnalı Şeyh Bedreddin.Bu mevsim sahnelere getirilen oyunlar: Felatun Bey ile Rakım Efendi, Üç Kağıtçı, Delil Yetersizliği, Bir Daha Çal Sam, Jeanne d’Dark’ın Öteki Ölümü ve Konya Devlet Tiyatrosu’nun sunduğu Kuvayi Milliye Kadınları.Yılın en çarpıcı oyunu Stefan Tsanev’in “Jeanne d’Dark’ın Öteki Ölümü” oldu. Güçlü içeriği bir yana, dekor-ışık tasarımından sanatçısına kadar tiyatronun “dramatik” önceliğinin ne denli önemli olduğunu vurguladı “Jeanne d’Dark’ın Öteki Ölümü”. Yine ünlü bir yazarın, Woody Allen’in yazdığı “Bir Daha Çal Sam”, bir başka gerçeği ortaya koydu: Yabancı bir topluma özgü kişilikleri, o toplumdan gelme kişilermiş gibi oynamak zorunda olmak bir öykünmeden öteye gidemiyor.. Diyelim, Woody Allen, Orhan Kemal’in Murtaza’sını oynamış!Bizden olanlar da uzaklardaYa bizden olanlar, “Felatun Bey ile Rakım Efendi” ve “Üç Kağıtçı”. Romanlardan yapılan bu uyarlamalar, kendi özlerinden koparılınca ortaya çıkan oyunlar birer göstermelik olmaktan öteye gidemedi. Kaldı ki, her iki oyun da başarıyla sahneye konmuştu, iyi de oynanıyordu. Ama ortada yazarların kendisi, Ahmet Mithat ile Orhan Kemal yoktu. Edebiyatta önemli bir sanat ürünü olan romanın, bir başka sanat aracılığı ile içinin boşaltılıp bir gösteriye dönüştürülmesi doğru mudur? Kadın-erkek çekişmesinin dar sınırları içinde kalan Delil Yetersizliği, olsa olsa iki sanatçının oyunculuk hünerlerini göstermesinden öteye gidemiyor.Ve Kuvayi Milliye Kadınları. Ne denli özen gösterilirse gösterilsin, tiyatro olmayan bir oyundan tiyatro çıkarmayı kim başarmış ki? Acaba, o kadınlarla mı kazanıldı Kurtuluş Savaşı! Çocuk Oyunları çıkarmada pek hünerlidir İzmir Devlet Tiyatrosu. Sanatçılarının hünerlerinden kuşku yok da, yetişkinler söz konusu olunca, acaba “insanın kendini gözden geçirdiği” oyunlarda sanatçılar varlıklarını daha iyi ortaya koymaz mı?
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2009
NİSAN sonuna vardı varacaktı derken, İzmir Devlet Tiyatrosu perdelerini kapayıverdi. Öteki iki “devlet” sanat kurumu, İzmir Devlet Opera ve Balesi ile Devlet Senfoni Orkestrası, mayıs ayı boyunca yine izleyicilerle birlikte olacak.
Neden?
Mayıs ayını pek sevmiyor tiyatro sanatçıları herhalde!
Değişen bir şel olmamış
Geçen oyun mevsimi sonu şöyle yazmışım:
“Şu tiyatro mevsimi dedikleri neden Karşıyaka’da daha mayısa varmadan, Konak’ta da mayısın ortasını bulmadan sona erer acaba!”
Bu yıl da değişen bir şey olmamış. Böyledir, bilirim, mayıs geldi mi çoğu sanatçı İzmir’i Afrika sıcakları bastı sanır. Sanır ki, mayıs geldi mi, İzmir’li kendini dışarılara vurur, sevmez kapalı yerlere kendini kapatmaktan, sanat uğruna da olsa.
Kordon’da sefa yapmaya düşkün olanlarla tiyatro sevenlerini birbirine karıştıranlar başka nasıl düşünsün!
Yazının Devamını Oku