Beynelmilel hafif kalır buyurun 12 Eylül’ün trajikomik hikayelerine

BU sıralar televizyonla hiç olmadığım kadar haşır neşir olurken, şimdiye kadar izleyemediğim filmleri de seyretme şansı yakaladım.

Bunlardan biri de 12 Eylül Dönemi sonrası askeri baskının tavan yaptığı günleri anlatan "Beynelmilel" filmiydi. Eseri ekrandan soluksuz izlerken, darbe günlerini yaşayan bir kişi olarak başıma gelenler film şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başladı. Aslında ne çok şey yaşamıştım. Ve en önemlisi bugün bile birçok insanın ilgisini çekecek tarihi gerçeklerin odağında yer almıştım. Anlatmak için tam sırasıydı ve o günleri yaşayanlar ile daha doğmamış nesil için trajikomik hikayelerle süslüydü. Eminim okuyunca hepinizin ilgisini çekecektir.

12 Eylül 1980 günü gerçekleşen darbeye İzmir’deyken şahit olmuştum. Hürriyet Gazetesi ve Hürriyet Dergi Grubu adına daha önceki yıllarda olduğu gibi fuarı izlemek üzere görevlendirilmiştim. O dönemde İzmir Fuarı Türkiye’nin en önemli etkinliğiydi. Altı büyük gazino ile onlarca küçük lokalde Türkiye’nin tanınmış birçok sanatçısı sahneye çıkar, başarı oranlarına göre de bir yıl boyunca yapacağı çalışmalarda alacağı ücret belirlenirdi. Başarılıysa Türkiye’nin tüm sahneleri ona açılır ve yüksek paralar alır, başarısızsa karamsar günler kendisini beklerdi. Kısacası sanatçıların taban fiyatının belirlendiği bir borsa gibiydi. 20 Ağustos’ta başlayan maraton 20 Eylül’de son bulur ve en az 5 bin kişilik her gazino, asgari 11 ünlüyü sahnesinde ağırlardı. Programlar öğlen saat 12’de başlar gece yarısı saat 02’ye kadar sürerdi. Kimi sanatçı ise gündüz ve akşam seansları olmak üzere günde iki kez sahne alırdı. Ben ve çok az sayıdaki gazeteci arkadaşım ise tüm aktiviteleri takip edip, yaşananları sayfalara taşırdık. Mütevazı olmaya gerek yok, günde 18 saat çalışarak ve çok özel haberlerin altına imza atarak, fuarı izleyen en başarılı gazeteciler sınıfına adımı yazdırırdım.

O zamanki patronum Erol Simavi sayesinde birçok ünlü sanatçı gibi Efes Oteli’nde kalır, bol para harcama yetkisiyle donanırdım. Ama ne otelde yeterince kalacak zamanım, ne de parayı harcayacak imkanım olurdu. 1980 yılında ise Efes Otel personeli grevde olduğu için otel kapalı kalmış ve ondan sonra gelen Etap Otel’de yer bulmak hiç de kolay olmamıştı.

AÇ AÇ TEZERRUATI DAHA SONRA İŞE YARADI

Gelelim askeri dönemle ilgili yaşadıklarıma... O yıl fuarın gözdesi, kadınlığa geçiş adımları atmaya başlayan Bülent Ersoy’du. Erkeklik organına daha veda etmemiş olmasına rağmen, memelerini silikonla büyütmüş, sahneye kadın kıyafetleriyle çıkmaya başlamıştı. Millet de onun yeni halini merak ederek, sahne aldığı Lunapark Gazinosu’nu dolduruyor ve ’aç aç" tezahüratı ile memelerini göstermesini istiyordu. Bülent Ersoy ise her gün mavi boncuk dağıtıp, "açtı açacak" beklentisine girenlerin hevesini kursağında bırakarak sahneden iniyordu. Fakat bir gün konuşmaları değişti ve salondaki beklentiyi cevaplayacak hareketler yapmaya başladı. Hiç unutmam tam 1 saat 15 dakika elimde makine saniye saniye onu takip edip, parmaklarım deklanşörde beklemeye başlamıştım. Sonunda da 5 saniyeliğine üstünü açıp kapayınca, tüm izleyiciler şaşkına dönmüştü. İşte o anları görüntüleyen tek gazeteci olmuştum.

Haber ve fotoğraflar Hafta Sonu gazetesinde çıkınca o gün gazetenin tümü satılmıştı. Ertesi günler ikinci ve üçüncü baskılar yapılırken gazete 330 bin satışla tarihi rekor kırmıştı. Tüm medya bu olaydan bahsederken, haberin çıktığı ikinci gün gazino kulisinde, gazino sahibinin adamları ve Bülent Ersoy’un yardımcıları tarafından saldırıya uğramıştım. Zira bu haber üzerine savcılık soruşturma açmış ve hepsinin başı derde girmişti. Saldırı sonucu makinelerim kırılınca soluğu fuar içindeki polis karakolunda almış ve şikayette bulunmuştum. O sıra tüm gazete ayağa kalkmış, Hürriyet’in Genel Müdürü Nezih Demirkent ile Hürriyet Dergi Grubunun Genel Müdürü Çetin Emeç olayı dakika dakika telefondan takip eder olmuştu. Bense o anda karakolda tek başınaydım ve gazino sahipleriyle beraber polislerin şikáyeti geri almam için tehditlerine maruz kalmıştım.

DIŞARDA MAFYA İÇERDE POLİS VE SUBAY TEHDİTİ

Böylesine kötü bir ortamdayken o sıra Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan önemli bir subay yanıma gelip, benimle birebir konuşmak istediğini söylemişti. Komiserin odasında yalnız kalınca da şaşırtan daha büyük tehditler gelmeye başlamıştı. Kısacası şikayetimi geri almazsam Ersoy’un memeleri yüzünden anarşist kategorisine girecektim. Zira subay, başka bir nedenden askeri mahkemeye sevk edileceğimi söylüyordu. Dışarıda gazinonun silahlı adamları, içerdeyse polis ve subayın tehditleri "aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık" misali yakama yapışmıştı. Bu arada İzmirli birçok gazeteci arkadaşım gökyüzüne bakıp ıslık çalmaya çoktan başlamıştı. Sonuçta şikayetimi geri alıp askeri cezaevinden kurtulmuştum. Daha sonraki aylarda ise bu komutan yolsuzluktan mahkemeye çıkarılmıştı.

ERSOY’UN KOĞUŞ ARKADAŞI ÜNLÜ BİR BELEDİYE BAŞKANI

Neyse bu haber üzerine savcılık soruşturma açmış, başka bir davayla da birleşerek Bülent Ersoy’un ifadesi alınmak istemişti. Davete cevap vermeyen Ersoy’un ifadesini almak isteyen savcı ise Kordon’da kiralık bir evde oturan sanatçının kapı zilini çalmıştı. İşte ondan sonra da olan olmuş, Bülent Ersoy savcıya terlik fırlatmış ve tutuklanarak Buca Cezaevi’ne konmuştu. Tam 46 gün yattığı cezaevinde koğuş arkadaşlarının çoğu ise siyasi mahkûmlardı. Bunlardan biri de bugün Çankaya Belediye Başkanlığı makamında oturan Muzaffer Eryılmaz’dı.

Gelelim 12 Eylül 1980 gününe; Sabaha karşı fuardaki turum bitmiş, Etap Otel’in resepsiyon müdürü Şevki Bulut ile otelin yolunu tutmuştuk. Baktık fuar içindeki İzmir Radyosu’nun etrafı tanklarla çevrili. Üstelik yol boyunca askerler köşe başlarını tutmuş, "herkes evlerine girsin" diyor. Sabaha karşı otele ulaştığımızda ise Kenan Evren ile arkadaşlarının iktidara el koyduğunu ve sokağa çıkma yasağının başladığını öğrenmiştik.

OTEL ODASINA GÖMÜLEN ÜNLÜLER VE LOBİ YASAĞI

O saatlerde darbeye hazırlıksız yakalanan otelde gececi birkaç personel dışında kimse yoktu. Doğal olarak kendi yemeğimizi kendimiz hazırlamaya, yatak çarşaflarını kendimiz değiştirmeye başlamıştık. Benimle beraber Adnan Şenses, Müjdat Gezen, Ferdi Özbeğen gibi birçok sanatçı da otelde konaklarken, oda ve lobi dışında gidecek bir yer bulamadığımız için komin yaşam günlerine "Merhaba" demiştik. Bırakın yaşadığımız şehirlere dönmeyi, otel önündeki kaldırıma bile adım atmamız yasaktı. Vakit geçsin diye lobide birarada sohbet edip, şarkı söylerken ellerinde silahlar askerler başımızda belirmişti. Dağılmazsak toplu gösterinden tutuklanacağımızı söyleyerek de odalarımıza yollamıştı. Anlayacağınız lobi bile yasak kapsamına girmişti. Çıkmamıza ise 3 gün sonra izin verilmişti ki, o da geceye kalmamak şartıyla. Gündüzü yolda, akşamı ise bir benzinlik lokantasında geçirerek Ankara’ya tam iki günde varabilmiştim.

PARTİ SABAHI POLİSLER EVİ BASTI VE...

Artık gece 24’den sabah saat 07.00’ye kadar süren sokağa çıkma yasağı başlamıştı. Üstelik haberlerin yüzde 80’i sansüre uğruyordu. Örneğin Köşk’te konser vermesi için askeri uçakla Ankara’ya getirtilen Emel Sayın’ın haberine bile sıkıyönetim komutanlığı tarafından yasak gelmişti.

Askeri dönemle ilgili en büyük sorunu ise darbenin üzerinden 5 ay geçtikten sonra yaşamıştım. Ankara’da 200 konutluk bir inşaat projesini tamamlamak için ev kiralayan mimar arkadaşım Doğan ile doğum günü partisi tertiplemiştik. Aralarında Muazzez Abacı, Faruk Tınaz gibi sanatçıların da bulunduğu birçok arkadaşımız eve gelip, partiye katılmış ve gece yarısı saat 23.45’e kadar eğlenmişti. Zira 15 dakika sonra başlayacak sokağa çıkma yasağına yakalanmamak için evlerinin yolunu tutmuşlardı. Bense o gece Doğan’da misafir kalmayı yeğlemiştim.

Sabah saat 05 sıralarında kırılırcasına çalan kapı sesiyle yataklarımızdan fırlarken, ellerinde makineli tüfekli polislerle yüz yüze kalmıştık. Daha sonra da boylu boyunca yere yatma ve evi hallaç pamuğu gibi atma işlemlerine hedef olmuştuk. Doğan ve benim elbiselerimizi giyip kendileriyle karakola gelmemiz gerektiğini söylemeleri ise yaşadığımız ilk şok olmuştu. Şaşkındık ve daha önemlisi suçumuz neydi? Polis minibüsüne kelepçelenip bindirilirken bile sorularımıza yanıt alamamıştık. Bu arada minibüste bizim gibi şaşkın şaşkın etrafa bakan 8 kişi daha vardı. Karakola ulaşıp, 4 saati nezarethanede geçirdikten sonra ifademiz alınmaya başlamıştı. O zaman da neyle suçlandığımızı anlamıştık.

BÖYLE BİR TUTUKLAMA NEDENİ OLUR MU DEMEYİN

Evdeki aramada kapağında Alman Markı resmi bulunan bir bloknot ile tüm hediyelik eşya mağazalarında satılan korsan tabancası yüzünden tutuklanmıştık. İnanılır gibi değildi. A4 káğıt boyutundaki bloknotun kapağındaki Mark resmi nasıl sahte para olabilirdi? Yani Mark’ın tam 6 misli büyüklükteki resmi kim tedavüldeki para zannedebilirdi? Ya silaha ne demeli? Tüm hediyelik eşya dükkánlarında satılan, su borusundan yapılma süs eşyası, o sıralan Pizza Pino gibi birçok restoranın duvarlarını süslemiyor muydu? Ateşleme mekanizması olmayan, biraz hızlı sallansa üzerindeki aksesuarları bile dökülen korsan tabancısı nasıl ölümcül bir silaha dönüşebilirdi? İfade verdikten sonra salıverilmeyi beklerken, masa başındaki komiserin Merkez Komutanlığı’ndaki subayla konuşmalarına tanık olmuştuk.

"O evden sahte Mark’la yarım kırma av tüfeği yakaladık. Silahı ekspertiz raporu için yolladık, bir olayda kullanılıp, kullanılmadığına bakıyoruz. Zanlıların ifadesini aldık, örgüt bağlantısı var mı yok mu ona bakıyoruz. "

"Yahu kardeşim, bu anlattıklarının bizimle alakası yok. Söylesene süs tabancası olduğunu" dememiz ise nezarethaneye tekrar atılma sürecimizi hızlandırmıştı. Ne telefonla konuşmamıza izin veriliyor, ne de yakınlarımıza haber yollamamıza. Aç, susuz ve en önemlisi umutsuzuz. Derken demir parmaklıklar açıldı ve ellerimize kelepçe takılarak minibüse bindirildik.

BİZ MAĞDUR, MİNİBÜSTEKİLER BİZDEN DAHA MAĞDUR

Tabii ilk işimiz bizimle beraber tutuklanan diğer kişilere suçlarını sormak oldu. İçlerinden bir kısmı Ankara’da okumak için ev tutan öğrencilerdi ve ders kitaplarının içeriğini anlamayan polislerin hışmına uğramışlardı. Diğer üç kişi ise sabaha karşı yolda yakalanmış sarhoş gençlerdi.

Hepimiz Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüp parmak izi, fotoğraf çekimi gibi işlemlere tabi tutuluyorduk. Tutuklular ordusunun içindeki en tehlikeli iki kişi ise silahla yakalanan Doğan ve bendim. O sırada Emniyet’te tanıdığım bir polise rastlayınca dünyalar benim olmuştu. Durumu gazetedekilere haber vermesini söylemiştim ki, o da anında aramıştı. Bizim polis muhabirleri hızır gibi imdadımıza yetişmiş ve yanlışlığı gidermeye başlamıştı. Tekrar karakola döndüğümüzde ise ekspertiz raporu gelmiş, bu silahın su borusundan yapılma, plastik tabancadan bile zararsız bir alet olduğu ortaya çıkmıştı. Ortada suç yoktu ama, komiser bizi salı vermek için Merkez Komutanlığı’nı tekrar aramıştı. Bu kez raporda yazan gerçek bilgileri verip, izin istemişti. Meğer Mamak Cezaevi’nin yolunu tutmamıza ramak kalmış.

MEĞER JURNALCİ KAPI KOMŞUSU EMEKLİ PAŞAYMIŞ

Nerdeyse 24 saat süren tutukluluk halimiz son bulurken, ertesi gün işin aslını öğrenmek için araştırmaya girmiştik. Bizi şikayet eden Doğan’la aynı apartmanda oturan emekli bir paşaydı. "Bunlar kızlarla parti yapıp bizi rahatsız ediyor" deyince polisler hücre eve baskın yapar gibi içeriye dalıp, suç unsuru aramaya başlamışlardı. Merkez Komutanlığı’na şikayette bulunan emekli paşaya yaranmak için de süs tabanca ile bloknottan suç unsuru yaratmışlardı. Anlayacağınız darbe dönemlerinde ister aktif, isterse emekli olsun bazı subayların gücünü biz de tatmıştık.

Aradan bir yıl geçmişti ki yurt dışına çıkış için pasaport şubesine başvurmuştum. Ancak aldığım yanıt oldukça şaşırtıcıydı. "Sizin yurt dışına çıkış yasağınız var" Hiçbir sabıka kaydım olmamasına rağmen neyle suçlanıyordum? Emniyet kayıtlarında parmak izim ve resmim görünüyor, ama evraklarım adliyeye sevk edildiği için sabıkamın ne olduğu yazmıyordu. Adliyeye başvurduğum zaman ise hakkımda her hangi bir davanın olmadığını öğreniyordum.

ORTADA SUÇLU VAR, İSNAT EDİLEN SUÇ YOK

Ortada suçlu vardı, ama suç yoktu. Uzun bir araştırma sonucu süs tabancısıyla yakalandığımız gün karşımıza çıktı. Meğer ben o gün karakola tanık olarak girmiş, Ankara Emniyet’inden ise sanık olarak çıkmışım. Ekspertiz raporu sonucu sanık olarak Emniyet’e giden Doğan takipsizliğe uğramış ve temiz siciline tekrar kavuşmuştu. Bense tanık olarak girip, sanık işlemine tabi tutulduğum için sonucu kayıtlara geçmemiş vatandaş muamelesine tabi tutulmuştum. Yani nezarete atılan, parmak izi alınan bir tanık olarak kim vurduya gitmiştim. İşte bu yanlışın giderilmesi aylarımı alırken, emniyetin hatasıyla kirlenen sicilimi temizlemek hiç de kolay olmamıştı.
Yazarın Tüm Yazıları