11 Ocak 2009
Eleştiren bir kişi işin tepki göstermenin en kolay yolu, "Cevap vermeye gerek duymuyorum. Kendisi zurnanın son deliğidir..." cümlesini kurmaktır. Müzik kültürü fakiri olduğum için de, zurnanın son deliğinin ne işe yaradığını hep merak eder dururdum. Geçenlerde bir zat benim için bu sözleri söyleyince araştırdım, öğrendim. Bir de siyasetçi bir büyüğümüz "Zurnanın zırt dediği yere geldik..." vecizesini söyleyince bilgi eksikliğimin iyice farkına vardım. Sahi ya, zurnanın nerede, nasıl, niye "zırt" dediğini bilmiyordum. Onu da merak ettim.
Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen "zurna"nın özelliklerini öğrenmek fazla vaktimi almadı. Sözlük karşılığına baktım. "Dilliler bölümünden bir álettir, boyu 30-56 santim arasında değişir, batıdan doğuya gittikçe boyu kısalır" yazıyordu. Ayrıca "Biri gövde, öbürü sipsi, iki kısımdan oluşur" diye ilave ediliyordu.
Azeri, Özbek, Tacik ve Gürcü soydaşlarımızın Türkiye’ye zurnayı nasıl soktuklarını Hızır Ağa ve Evliya Çelebi külliyatından teferruatıyla öğrenebilirsiniz...
AVANTA(J)LI ZURNA PEŞREVİ
Şimdi gelelim icraatlarıyla hepimizi zurna gibi sarhoş eden ve zurnanın son deliğine getiren Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e... Her gün yeni bir marifetini öğrenip, nasıl peşreve geldiğimizi anlıyoruz. Doğalgaz sayaçları, otobana dönen yollar, 15 yıldır yerinde sayan metro yatırımları, halkın park alanına tecavüz eden özel villa derken, belediyenin garip bir emlak takasına da tanık olduk. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın damadının bir bina karşılığı avanta(j)lı belediye arsasına sahip oluşunun öyküsünü duyduk. 1,5 milyon TL’lik binaya karşı, 6 milyon TL’lik arazi. İlgili yerlerden bir sürü açıklamalar geldi ama herkes gibi ben de tatmin olmadım, zurna peşrevini dinledim durdum.
Şunun şurasında zurnanın zırt dediği yere gelmemiz için 3 aydan kısa bir süre kaldı. 29 Mart seçimlerinde Başkentli peşreve tamam mı, değil mi kararını verecek. Bense her gün onlarca insanın sıkıntısını dile getirecek yazılarıma devam edeceğim. Yine yaya haklarını rafa kaldıran yollardan bahsedeceğim, kavşak ve alt geçitlerle donanan cadde ve sokakların trafik sıkışıklığını daha da arttırdığını dile getireceğim, belediyenin keyfi uygulamalarının şehrin ruhunu öldürdüğünü söyleyeceğim. Tabii, metro için kılını kıpırdatmayan Melih Gökçek’ten hesap sormaya devam edeceğim.
KARANLIKLAR ÜLKESİNİN GİRİŞ KAPISI
Geçenlerde havalimanından şehre dönerken yollardaki aydınlatma direklerine gözüm takıldı. Yarıdan fazlası yanmıyordu. Merak ettim, Eskişehir yolu, Konya yolu, Turan Güneş Bulvarı gibi ana arterleri de gezdim. Onlardaki lambalarda havalimanı yolundaki emsallerinden farksızdı. Sanıyorum her bir direk ve tesisatı için ciddi paralar ödenip, yeniden yapılmışlardı. Ama şaka gibi yolların bir bölümü karanlık, bir bölümü aydınlık konumlarını hiç kaybetmemişlerdi. "Madem, yanmayacaktı, niye bu kadar paralar harcandı?" sorusunu sormadan edemedim. Örneğin, Konya yolundan Oran’a dönülen ve yapımı iki ay önce tamamlanan kavşak "Karanlıklar ülkesinin" giriş kapısı gibiydi. Üç şeritten iki şeride bir anda düşen yolun yanlış tasarımının yanı sıra bir de karanlığı kazalara davetiye çıkarır gibiydi. Tıpkı Ümitköy girişindeki kavşak gibi.
Zaten şehrin Kızılay, Tunalıhilmi, Arjantin Caddesi gibi piyasa yapılacak caddeleri akşam karanlığına teslim olurken, yayalar için bile tehlikeli değil mi? Bazen düşünüyorum da, cadde ve sokaklarındaki gezinti alanlarıyla ruh kazanan şehrin, sosyal hayatı özellikle mi baltalanıyor. Zira Ankara’nın dört bir tarafında mantar gibi biten ve bitmeye de devam eden alışveriş merkezleri cazibe merkezi haline mi getirilmek isteniyor. Çağdaş ve ileri ülkelerdeki emsallerine bakınca birçoğunun şehrin dışında olması gereken bu AVM’ler için şehir kasıtlı mı karanlıklara gömülüp, otobana dönmüş yollarıyla trafiği güvensiz hale getiriliyor?
ESKİ ANKARA ÇARŞILARI BURAM BURAM TARİH KOKUYOR
Geçen hafta nereden esti bilmiyorum, ama rüzgára tutulmuş yaprak gibi bir oraya bir buraya savrulup, belki de yıllardır gitmediğim yerlerde gezinmeye başladım. Biraz geçmişe özlem, biraz merak derken de kendimi Ulus’taki çarşıların içinde buldum. Ankara Kalesi eteklerinde yan yana sıralanan çarşılardan neredeyse hepsine girip çıktım. Koyun Pazarı, At Pazarı, Çıkrıkçılar Yokuşu, Saman Pazarı derken zamana karşı ayak direten tarihi mekánlarda dolaştım durdum.
Bir yanda Ankara Kalesi, diğer yanda At Pazarı, Koyun Pazarı, Saman Pazarı, Bakırcılar Çarşısı, Çıkrıkçılar Yokuşu ve Pirinç Han. Anladım ki Ankara’nın bu tarihi yerlerinde değişen sadece takvim yaprakları. Geçmiş yüzyılın penceresinden de, 2 binli yılları yaşadığımız bu yüzyılın çerçevesinden de görüntü aynı. Biraz eskimişlik, biraz dökülmüşlük göze çarpsa da, yel değirmenleriyle savaşan Donkişot ruhlu ustaları, nostalji kokan eserleriyle yine ziyaretçilerini bekliyor.
ANKARA ’NIN TARİHİ ÇARŞILARI SON ÇIĞLIKLARINI ATIYOR
Geçmişte bu yokuşları tırmananlar, çıkrıklarının yenilenmesi için uğraşır, saman pazarında hayvanları için balya balya saman yükler ve atına nal çaktırırdı. Koyun Pazarı’ndan etini alıp, bakırcılarda lengerini, tasını, kara dipli tenceresini kalaylatanlar ise hiç azımsanmayacak çoğunluktaydı. Bugün ise gidenlerin amaçları çok farklı. Geçmişin güzelliklerine meraklı birkaç koleksiyoncu, aile büyüklerinden kalan hasarlı eşyasına çare arayan insanlar ve ucuza süs eşyası bulmaya meraklılar hepsi o kadar.
Her pazarın girişi ve çıkışı arasında değişen dekor da bir o kadar etkiliyor insanı. Ama Bakırcılar Çarşısı en belirgin olanı. Elleri titreyerek 50 yıllık uğraşını hala sergilemeye çalışan bir ustanın yine titrek çıkan sesiyle söylediklerine kulak veriyorum, "Siz eksiden görecektiniz buraları. Çekiç sesinden kulaklar sağır olurdu. Şimdiki bir kaç meraklıya çalışıyoruz " derken buruklaşıyor.
Kalaycılar da onlardan farksız, üç beş kamu şirketi de olmasa batacaklarını biliyorlar. Kısacası bütün esnaf eskiyi özlemle anıp, hiç değil mi turizm için bu tarihi dokunun korunmasını istiyor. Ancak bilmiyorlar ki, yeni imar planıyla Ankara’nın tarihi çarşıları son çığlıklarını atıyor.
ORTA KUŞAK MEKANI 25’İNCİ YILINDA
Size çok özel bir mekándan bahsetmek istiyorum. Adı Siyah BeyazÖ Diplomatından işadamına, tiyatrocusundan ressamına kadar birçok insanı aynı ortamda buluşturan Ankara’nın bu ünlü barı tam 25 yaşına bastı. Siyah Beyaz, galeri ve bar olarak iki ayrı kavramı birlikte sürdüren ender yerlerden biri. Geçmişten geleceğe yolculuk yapmak, hele 1940’lardan bu yana klasikler arasında yer almış ünlü caz ve rock ustalarıyla buluşmak ve nostaljiye takılmak isteyenler için dinlendirici mekanların başında geliyor.
Galeri-barın sahibi mimar Faruk Sade ile eşi Fulya Hanım’ı çok eskiden beri tanırım. İkisi de ticari kaygılardan uzak, dost meclisi ve sanat aşığı birer insan. Özellikle Faruk Sade için eski dostlarının önemi çok büyük. Bu yüzden de orta kuşak mekanı olarak çizdiği stratejisini hiç bozmuyor. Ancak işletmesinin dokusu ve ilkelerini bozmadan her nesle hitap etmenin yollarını da sunuyor.
Bu arada gitmeyenler için Siyah Beyaz’ı kısaca şöyle tarif edeyim. Mekandan içeriye ilk adım atanlar için duvarlara egemen siyah beyaz lekeler göze çarpıyor. Yaklaştıkça bu lekelerin, iki bine yakın siyah beyaz fotoğraf olduğunu fark etmek ise gecikmeden algılanıyor.
Zemin beyaz, yüksek tavanlar siyah. İki zıt rengin böylesine sıcak bir iklim yaratacağı umulmaz ama bu duyguyu tamamlayan, üstelik daha da güçlendiren, müdavimlerin kaynaşması. 1940’lardan bugüne kadar uzanan yolda ünlenmiş caz ve rock ustalarının çalan parçaları ise müzik düzeninin vazgeçilmez konukları. Nat Kingcole’den Dean Martin’e, Paul Anka’dan Rolling Stones’a, Paul Simon’dan Eric Clapton’a neredeyse tüm yıldızları dinleyebiliyorsunuz.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2009
Defalarca karşılaşmama ve evine birkaç kez gitmeme rağmen bu soruyu sormak için tam 28 yıl neden beklemiştim bilemiyorum ama, o gün yanıtını öğrenmeyi çok istedim. Tempo Dergisi’nin Yayın Yönetmeni Çınar Oskay’la beraber, yayının Ankara Temsilcisi olarak 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Güniz Sokak’taki meşhur konutuna gitmiştik. Tempo’nun yılbaşında yayınlanan özel sayısı için ülkemiz ve dünya üzerine çok kapsamlı bir röportaj gerçekleştirmiştik. Demirel’in verdiği yanıtlar, engin bilgisi ve esprili yaklaşımları bizi bir kez daha kendisine hayran bırakmıştı. Bunun yanıtını nasıl verecek dediğimiz cüretkár sorularımız karşısındaki manevra kabiliyeti hayranlığımızı bir kat daha arttırmıştı. Sanki karşımızda 82 yaşındaki yorgun ve yaşlı bir insan değil, tecrübeyle daha da güçlenmiş süper bir beyin duruyordu.
Kanımca birçok konuya açıklık getiren, tarihe ışık tutan ve ülkemizin geleceğini projekte eden röportajı Tempo Dergisi’nde okursunuz. Benim aktaracağım soru ve yanıtı ise bu röportajı tamamlayıp da kapıdan çıkmaya hazırlandığımız anda gelmişti. İsterseniz bu soru ve cevabına girmeden önce 1980 yılına geri dönelim ve Demirel ile yaşadığım süreci anlatayım.
O sıralar kurduğu 43. Hükümetin bazı bakanları benim takibime ve objektifime takılıyor ve yarattıkları skandallarla da Hafta Sonu Gazetesi’nin manşetlerine taşınıyordu. Gazetenin piyasaya çıktığı gün ise diğer yayın kuruluşları bu haberlerin üzerine atlıyor ve bakanlar görevlerinden istifa ediyordu.
RESMİ NİKAHLI EŞ EVDE, İMAM NİKAHLI PROTOKOLDE
Bunlardan ilki "Çift Karılı Bakan" başlığıyla kamuoyuna duyurulan bir Devlet Bakanı’nın yaşadıklarıydı. Biri resmi, diğeri imam nikáhlı iki eşe sahip bakan, protokol davetlerine imam nikáhlı eşini koluna takıp gidiyor, bunda da bir sakınca görmüyordu. Üstelik çocuklarının annesi resmi nikahlı eşini ise evden çıkarmayıp, tüm çevresine imam nikahlı kumayı karım diye tanıtıyordu. Şimdi bu zatın ismini merak ettiğinizi biliyorum, ama açıklamayacağım. Zira bakan koltuğundan düştükten ve siyasetten koptuktan sonra resmi nikahlı eşinden boşandı ve imam nikahlı eşiyle mutlu bir yuva kurdu.
İkinci olay ise personeliyle aşk yaşayan bir bakana aitti. Evli politikacının bu aşk kaçamağı pahallıya patlamış ve yakayı ele verip, gazetenin çıktığı gün koltuğundan istifa etmek zorunda kalmıştı. İşte bakanın bu skandal üzerine istifa mektubunu verdiği gün Başbakan Süleyman Demirel’in olağan basın toplantısı vardı.
O dönem bu basın toplantılarına öyle yoğun bir katılım olmaz, sayıları 20’yi geçmeyen Başbakanlık muhabirleri ile birkaç foto muhabiri ve tek kanallı televizyon çağının TRT kamerası katılırdı. Başbakan o dönemdeki hükümet icraatlarından bahsedip, gündeme ait birkaç soruya yanıt verirdi. Bu sorularda 12 Eylül öncesinin terör olaylarını, yatırımları, ekonomik tedbirleri ve dış politik gelişmeleri içerirdi.
SORUYU DUYDU ANLAMAMAZLIKTAN GELDİ
İşte bu basın toplantısına ben de katılmış ve yaptığım haber sonucu istifa eden bakana yönelik birkaç soru sormaya hazırlanmıştım. Demirel gelişmeleri ve icraatlarını bir bir anlatmış, bakanın istifasına ise hiç değinmemişti. Soru cevap bölümünde de değişik medya kuruluşlarına bağlı gazeteci ağabeylerim konuya hiç girmemiş, kimi de eften püften sorulara yönelmişti. İşte o anda Başbakan Demirel’den söz isteyip, sorumu yönelttim. "Bir bakanınız daha gönül ilişkisi yüzünden istifa etmek zorunda kaldı. Bu tür gelişmeler sizi üzüyor mu?"
Baktım Süleyman Demirel’den çıt yok. Üstelik sorumu duymamış gibi yapıp, Hürriyet’in Başbakanlık muhabiri Ali Utku’ya dönerek, "Demin sorduğunuz soruda bir şeyi unutmuşum, tamamlayayım" deyip, konuyu değiştiriyor. Sabırla o anlatımının da bitmesini bekleyip, yüzyüze geldiğimiz bir anda tekrar ayağa kalkarak sorumu yenilemek istediğimi söyledim. İşte bu esnada Başbakanlığın Basın Müşaviri ile özel kalem müdürü yanıma gelip, "Bir dakika gelir misiniz? Dışarıda önemli bir konuyu paylaşmak istiyoruz" dediler.
BASIN TOPLANTISINDAN NAZİKÇE NASIL KOVULUR?
Kısacası nazik bir dille Başbakan Demirel’in basın toplantısından kovuluyordum. Ne sorumu sorabilmiş, nede basın toplantısının yapıldığı odada kalabilmiştim. Zaten sonraki günlerde de bir daha basın toplantılarına girememiştim.
İşte o gün Süleyman Demirel’e bu kovulma olayını hatırlatıp, "Neden kapı dışarı edildiğimi" sormuştum. Şimdi onca olay varken Demirel bunu nereden hatırlasın dediğinizi duyar gibiyim. İyi hatırlıyordu, zira az önce gerçekleşen röportajda geçmişteki birçok haber ve olayı daha dün olmuş gibi anlatıyordu.
O müthiş zekásıyla önce bir güldü ve her halinden bu konuya değinmek istemediğini belli edip, o ünlü sözünü bir kez daha tekrarladı. "Dün dündür, bugün bugündür, yarın da yarın"
OĞULLARIN GÜNAHINI BABALAR ÇEKERSE!
Aslında sorumun devamı da vardı. Zira daha birçok bakan ve milletvekilinin canını yakmış ve gazetemde teşhir etmiştim. Bunlardan biri de o dönemin Ulaştırma Bakanı’nın dur durak bilmeyen oğluydu. Zaten onu da yazınca Devlet Demir Yolları’nda üst düzey bürokrat olan babam iktidarın hışmına uğramış ve görevinden alınmıştı. Yıllarını bu kuruma vermiş, üç üniversite mezunu babam da yapılanı gururuna yediremeyip, emekliliğini istemişti. Bu olay da basına malzeme olup, "Oğulların günahını babalar mı çekmeli?" başlığıyla gazete sütunlarına taşınmıştı.
Aslında ne babam benim işimin detaylarını, ne de ben onun iş yaşamını bilirdim. Zira istifa ettirdiğim devlet bakanlarından biri haberin çıktığı gün babamı telefonla arayıp, "Ağabey ben size görev teklif ettim diye mi oğlunuz beni mahvetti" demişti. Meğerse yaptığım haberden bir hafta önce babamı yakinen tanıyan bakan önemli bir kurumun genel müdürlüğünü teklif edip, cevap vermesini beklemiş. Bense babamın bakanı tanıdığından bile haberim yok. Gerçi yine aynı haberi yapar mıydım? Her halde yapardım.
İşte Sayın Süleyman Demirel’e ikinci sorum da "Bana kızıp da babamın görevden alınması olayından haberiniz var mıydı?" olacaktı, ama önü tıkanan birinci sorudan sonra devamını getirmek anlamsız olacaktı.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2008
Melih Gökçek, Kemal Kılıçdaroğlu ile Star TV’deki düellosundan sonra karizmasını fena çizdirmişti. Bu durum da onu daha hırçınlaştırmış, sağa sola lafla yaptığı yaylım ateşini fazlalaştırmıştı. Bu çıkışlarından nasibini alan son kişi ise ünlü televizyoncu Uğur Dündar’dı. "Gel mal varlıklarımızı karşılıklı açıklayalım" derken de gülünç duruma düşmüştü. Biri kamudan, diğeri özel sektörden geçimini sağlarken de elmayla armudu birbirine karıştırmıştı. Dündar, serbest piyasa koşullarında arzu ettiği parayı alabilir, vergisini ödedikten sonra da gönlünce harcayabilirdi, ama Melih Bey öyle mi? Halkın vergileriyle finanse edilen bir makama oturduktan sonra her kuruşunun hesabını vermek zorundaydı. Sakın yanlış anlamayın, ben yaptı etti demiyorum, sadece ahlaki kuralları hatırlatıyorum.
Peki, Melih Gökçek kamu haklarına saygılı bir belediye başkanı mı? İşte orası şüpheli! Zira halen mahkemesi süren davamıza da konu olan bir meseleyi "es" geçip duruyor. Keten pereye getirdiği arsayı gerçek hak sahibi olan vatandaşa bir türlü geri vermiyor. Nasıl mı? Hem kendisine hatırlatmak, hem de Başkentlilerin bilgisine tekrar sunmak için konuyu aktarayım.
Her şey, "Ankara’yı bilmem ama, bizim sokağı ihya etti" başlığıyla kaleme aldığım yazı üzerine başlamıştı. Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek bu yazıya çok öfkelenmiş ve telefonla arayıp, açmıştı ağzını, yummuştu gözünü. Kimi zaman terbiye sınırlarını aşan laflar ederken, birçok konuya kendince açıklık getirmeye çalışmıştı.
Melih Bey, büyük oğlu Ahmet Gökçek’in oturması için Oran semtinde, belki de Ankara’nın en değerli arsası sayılabilecek eski TBMM Lojmanları’nın bitişiğindeki Funda Sitesi’nden villa satın almıştı. Villa öyle orta halli, hatta oldukça varlıklı olanların bile oturacağı cinsten bir konut değildi. Tapu kaydıyla 750 Milyar TL’ye (750 bin YTL’ye) satın aldığı bu villayı hangi parayla aldığını sormuştum. Zira yaklaşık bir ay önce çıktığı iki televizyon programında gazetecilerle tartışırken "Bizim ailece öyle fazla bir paramız yok" demiş ve eşi ile çocukları dahil toplam paralarının 180 bin YTL civarında olduğunu açıklamıştı.
Aradan bir ay geçtikten sonra bu villayı 750 bin YTL’ye nasıl aldığını sormuştum ki, kavga kıyamet koptu. Bunun yanı sıra, oğlunun taşınmasını çevredeki değişikliklerden öğrendiğimizi aktarmama da bir hayli içerlemişti.
BİR BELEDİYE BAŞKANININ TERBİYE SINIRLARINI ZORLAMASI
İşte bu yazıma çok sinirlenen Melih Gökçek, telefonla arayıp yalan yazdığımı, kendisini karalama kampanyası içine girdiğimi söylemişti. Şimdi aramızda geçen telefon görüşmesinin özetini de vermek lazım ama, bir belediye başkanının terbiye sınırlarını aşan konuşmalarını sayfama taşımaya ahlaki değerlerim izin vermiyor.
Gazete sütunu, ardından telefon görüşmesiyle başlayan tartışma, Tempo Dergisi’nde yayınlanan köşe yazımla doruk noktasına ulaşmıştı. Birçok gazetedeki köşe yazarı bu yazım üzerine Melih Bey’e yüklenip, açıklama getirmesini istemişti. O sıralar Star TV’de Objektif programını sunan Kadir Çelik ise iki hafta üst üste canlı yayında bizi karşı karşıya getirmişti.
Şimdi tartışmada nelerin konuşulduğunu tümüyle sayfama taşımayacağım. Zira Melih Bey ile davamız mahkemede halen sürüyor. Yalnız benim yazıp dile getirdiğim, kendisinin ise dava konusu yapmak bir kenara, kabullenmek zorunda kaldığı bir konuyu aktaracağım. Bir belediye başkanının halka ait park alanı ile trafo alanını villasının bahçesine katmasının hikáyesini öğrenmek istiyorsanız buyurun satırları okumaya.
BU KADARINA DA PES
Bir villa düşünün, kamuya ait park alanını ve trafo merkezi için ayrılan bölümü hiç çekinmeden bahçesine ilave edebiliyor. Nasıl mı? Çankaya Belediyesi arşivlerinde bulunan Bölge Mevzii Planı’na sadık kalarak aktarayım.
Turan Güneş Bulvarı üzerindeki 81146 No’lu plan kapsamındaki Funda Sitesi, 186 adet apartman dairesi ile 17 adette bağımsız villadan oluşan bir yerleşim birimi. Gökçek, bu villalardan en şanslı konumdaki 26 676 ada, 2 parsel 1 No’lu bağımsız bölümdeki villaya sahip. Yanında koskocaman bir bahçe, önünde de alabildiğine geniş ve korunaklı park olan bina sanki cennetin göbeğinde. İşte, sorun da burada ortaya çıkıyor. Etrafı duvar ve ağaçlarla örülen bahçenin villaya ait kısmı azınlıkta kalırken, bir bölümü halkın kullanımına açılması gereken parka, bir diğer bölümü de yine kamuya ait trafo alanına ait. Yani, halka açık park ile trafo alanını kendi villasının bahçesine ekleyivermiş!
Üstelik Çankaya Belediyesi’ne ait Mevzii Plan raporunda 9 no’lu madde bu çit ve duvarlara yasaklama getirmiş. Raporda aynen şunlar yazıyor: "Konut adaları, bahçe duvarı, çit, vb. sabit tesisler yapılmamak kaydı ile parsellere ayrılabilir."
Gelelim villanın önündeki dev parka. Burası da güya halka açık 900 metre karelik bir park alanı. İçinde çocuklar için oyun alanları, kamelyalar, basket sahası var. Gel gör ki, Turan Güneş Bulvarı ile Funda Sitesi arasında kalan bu parka, site dışından giriş yok. Ya yüksek duvarlardan atlayacaksınız, ya da site nizamiyesindeki görevlileri ikna edip içeriye gireceksiniz. Madem halka açık bir park alanı, o halde bu duvarlar niye?
BU VİLLAYI GÖZÜ KAPALI MI ALDI?
Melih Gökçek öncelikle televizyon programında "Ben villayı satın aldığımda durum böyleydi" demişti. Ben de, "Siz aldıktan sonra böyle bir duruma şahit olduysanız, halen niye görevinizi yapmıyorsunuz? Vatandaşın ve kamunun malına sahip çıkmak sizin göreviniz değil mi? Yoksa bu durum villanızdan dolayı işinize mi geliyor?" diye soru yöneltmiştim.
Melih Bey’in, villanın illegal şekilde el konulan bahçesi için verdiği, daha sonraki yanıtlar da ekran başındakileri güldürür içerikteydi. Sonuçta "Burayı satın alırken ve sen yazana kadar bu durumdan haberim yoktu. Çankaya Belediyesi gelsin parklarını alsın" diyerek teslim bayrağını çekmişti. Geçen yıl yazdığım haberleri ve Melih Bey’le Kadir Çelik’in Objektif programında tartışmaya girdiğim görüntüleri izleyenler tüm bu aktardıklarımı hatırlayacaktır.
SARF EDİLEN SÖZLER HAVADA KALDI
Aradan bir buçuk yıldan fazla süre geçmesine rağmen, vatandaş Ankara’nın en gözde yerindeki bu parklarına kavuşamadı. Üstelik villanın bahçesini çevreleyen çit şeklindeki ağaçlar daha da büyüdü ve bırakın içeri girmeyi, görmeyi bile engelledi. Ya Funda Sitesi’nin önündeki dev park alanına ne demeli? Belediyenin suladığı, yine belediyeye ait elemanların bakımını yaptığı yemyeşil alana adım atmak, site sakinleri dışında kimseye nasip olmadı. Turan Güneş Bulvarı’na komşu ve yeşil alan içinde çocuk oyun bahçesinin de bulunduğu parka tek giriş ise Funda Sitesi nizamiyesinden sürmeye devam etti.
Ancak aradan bir buçuk yılı aşkın süre geçmesine rağmen ne Melih Bey işgal ettiği yerleri halka iade etti, ne de Çankaya Belediyesi parklarına sahip çıktı.
Size bir Melih Gökçek olayını belgelerle anlattım. Villada güle güle otursunlar, hayrını görsünler! Yalnız mal varlığını açıklamaya bu park alanından başlarsa da sevinirim.
ANLAŞILAN SÖYLECEK SÖZÜ YOK!
Tüm bu olayları neden tekrar gündeme getirdiğime gelirsek. O dönemde bana karşı savunmasını hakaret dolu sözlerle süsleyerek yapmıştı. Bu yüzden de kendisine 100 bin YTL’lik hakaret davası açmıştım. Terbiye sınırlarını zorlayan bir kişinin yaptıklarını yanına kar bırakamazdım. Şu anda da davamız sürüyor. Sarf ettiği sözlerle Başkent’e yakışmayan bir belediye başkanını sık sık karşımızda görüyorduk, ama Kemal Kılıçdaroğlu düellosu bardağı taşıran son damla oldu. Herkes tartışmanın içeriğinden çok, Melih Bey’in tavırlarına kilitlenip kaldı. Hakkındaki iddiaları karşı tezlerle değil de, saldırgan sözlerle yanıtlamaya çalışan bir belediye başkanının bozuk kimyasına tanık oldu. Tekrar Belediye Başkanlığına aday olursa bu yönünü kulak arkası etmeden değerlendirmenizi yapmanızı istiyorum. Bir insan savunmasını hakaret ve küfürle yapıyorsa söyleyecek çok sözü yok demektir.
TEK BİR ŞARTLA PARAYI VERİRİM
Bu arada Başkentlilere kendi adıma bir söz vermek de istiyorum. Eğer Melih Gökçek ile aramdaki tazminat davasını kazanırsam, alacağım parayı vatandaşın hizmetine sunmak istiyorum. Gökçek Villası’nın bahçesine kattığı park alanını Çankaya Belediyesi vatandaşa kavuşturmak istiyorsa, çit yıkım ve bahçe tanzimi maliyetini bu tazminattan karşılamak istiyorum. Ancak, tek bir şartım var. Parkın adını ben koyacağım.
Ne mi olacak ismi? "İ.Meliha Parkı"
İsme bakıp da sakın yanlış anlamayın. "İ" benim ve ailemin soyadının baş harfi... "Meliha" ise rahmetli annemin ismi. Yoksa Melih Gökçek ile uzaktan yakından ilgisi yok.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2008
BU sıralar televizyonla hiç olmadığım kadar haşır neşir olurken, şimdiye kadar izleyemediğim filmleri de seyretme şansı yakaladım. Bunlardan biri de 12 Eylül Dönemi sonrası askeri baskının tavan yaptığı günleri anlatan "Beynelmilel" filmiydi. Eseri ekrandan soluksuz izlerken, darbe günlerini yaşayan bir kişi olarak başıma gelenler film şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başladı. Aslında ne çok şey yaşamıştım. Ve en önemlisi bugün bile birçok insanın ilgisini çekecek tarihi gerçeklerin odağında yer almıştım. Anlatmak için tam sırasıydı ve o günleri yaşayanlar ile daha doğmamış nesil için trajikomik hikayelerle süslüydü. Eminim okuyunca hepinizin ilgisini çekecektir.
12 Eylül 1980 günü gerçekleşen darbeye İzmir’deyken şahit olmuştum. Hürriyet Gazetesi ve Hürriyet Dergi Grubu adına daha önceki yıllarda olduğu gibi fuarı izlemek üzere görevlendirilmiştim. O dönemde İzmir Fuarı Türkiye’nin en önemli etkinliğiydi. Altı büyük gazino ile onlarca küçük lokalde Türkiye’nin tanınmış birçok sanatçısı sahneye çıkar, başarı oranlarına göre de bir yıl boyunca yapacağı çalışmalarda alacağı ücret belirlenirdi. Başarılıysa Türkiye’nin tüm sahneleri ona açılır ve yüksek paralar alır, başarısızsa karamsar günler kendisini beklerdi. Kısacası sanatçıların taban fiyatının belirlendiği bir borsa gibiydi. 20 Ağustos’ta başlayan maraton 20 Eylül’de son bulur ve en az 5 bin kişilik her gazino, asgari 11 ünlüyü sahnesinde ağırlardı. Programlar öğlen saat 12’de başlar gece yarısı saat 02’ye kadar sürerdi. Kimi sanatçı ise gündüz ve akşam seansları olmak üzere günde iki kez sahne alırdı. Ben ve çok az sayıdaki gazeteci arkadaşım ise tüm aktiviteleri takip edip, yaşananları sayfalara taşırdık. Mütevazı olmaya gerek yok, günde 18 saat çalışarak ve çok özel haberlerin altına imza atarak, fuarı izleyen en başarılı gazeteciler sınıfına adımı yazdırırdım.
O zamanki patronum Erol Simavi sayesinde birçok ünlü sanatçı gibi Efes Oteli’nde kalır, bol para harcama yetkisiyle donanırdım. Ama ne otelde yeterince kalacak zamanım, ne de parayı harcayacak imkanım olurdu. 1980 yılında ise Efes Otel personeli grevde olduğu için otel kapalı kalmış ve ondan sonra gelen Etap Otel’de yer bulmak hiç de kolay olmamıştı.
AÇ AÇ TEZERRUATI DAHA SONRA İŞE YARADI
Gelelim askeri dönemle ilgili yaşadıklarıma... O yıl fuarın gözdesi, kadınlığa geçiş adımları atmaya başlayan Bülent Ersoy’du. Erkeklik organına daha veda etmemiş olmasına rağmen, memelerini silikonla büyütmüş, sahneye kadın kıyafetleriyle çıkmaya başlamıştı. Millet de onun yeni halini merak ederek, sahne aldığı Lunapark Gazinosu’nu dolduruyor ve ’aç aç" tezahüratı ile memelerini göstermesini istiyordu. Bülent Ersoy ise her gün mavi boncuk dağıtıp, "açtı açacak" beklentisine girenlerin hevesini kursağında bırakarak sahneden iniyordu. Fakat bir gün konuşmaları değişti ve salondaki beklentiyi cevaplayacak hareketler yapmaya başladı. Hiç unutmam tam 1 saat 15 dakika elimde makine saniye saniye onu takip edip, parmaklarım deklanşörde beklemeye başlamıştım. Sonunda da 5 saniyeliğine üstünü açıp kapayınca, tüm izleyiciler şaşkına dönmüştü. İşte o anları görüntüleyen tek gazeteci olmuştum.
Haber ve fotoğraflar Hafta Sonu gazetesinde çıkınca o gün gazetenin tümü satılmıştı. Ertesi günler ikinci ve üçüncü baskılar yapılırken gazete 330 bin satışla tarihi rekor kırmıştı. Tüm medya bu olaydan bahsederken, haberin çıktığı ikinci gün gazino kulisinde, gazino sahibinin adamları ve Bülent Ersoy’un yardımcıları tarafından saldırıya uğramıştım. Zira bu haber üzerine savcılık soruşturma açmış ve hepsinin başı derde girmişti. Saldırı sonucu makinelerim kırılınca soluğu fuar içindeki polis karakolunda almış ve şikayette bulunmuştum. O sıra tüm gazete ayağa kalkmış, Hürriyet’in Genel Müdürü Nezih Demirkent ile Hürriyet Dergi Grubunun Genel Müdürü Çetin Emeç olayı dakika dakika telefondan takip eder olmuştu. Bense o anda karakolda tek başınaydım ve gazino sahipleriyle beraber polislerin şikáyeti geri almam için tehditlerine maruz kalmıştım.
DIŞARDA MAFYA İÇERDE POLİS VE SUBAY TEHDİTİ
Böylesine kötü bir ortamdayken o sıra Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan önemli bir subay yanıma gelip, benimle birebir konuşmak istediğini söylemişti. Komiserin odasında yalnız kalınca da şaşırtan daha büyük tehditler gelmeye başlamıştı. Kısacası şikayetimi geri almazsam Ersoy’un memeleri yüzünden anarşist kategorisine girecektim. Zira subay, başka bir nedenden askeri mahkemeye sevk edileceğimi söylüyordu. Dışarıda gazinonun silahlı adamları, içerdeyse polis ve subayın tehditleri "aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık" misali yakama yapışmıştı. Bu arada İzmirli birçok gazeteci arkadaşım gökyüzüne bakıp ıslık çalmaya çoktan başlamıştı. Sonuçta şikayetimi geri alıp askeri cezaevinden kurtulmuştum. Daha sonraki aylarda ise bu komutan yolsuzluktan mahkemeye çıkarılmıştı.
ERSOY’UN KOĞUŞ ARKADAŞI ÜNLÜ BİR BELEDİYE BAŞKANI
Neyse bu haber üzerine savcılık soruşturma açmış, başka bir davayla da birleşerek Bülent Ersoy’un ifadesi alınmak istemişti. Davete cevap vermeyen Ersoy’un ifadesini almak isteyen savcı ise Kordon’da kiralık bir evde oturan sanatçının kapı zilini çalmıştı. İşte ondan sonra da olan olmuş, Bülent Ersoy savcıya terlik fırlatmış ve tutuklanarak Buca Cezaevi’ne konmuştu. Tam 46 gün yattığı cezaevinde koğuş arkadaşlarının çoğu ise siyasi mahkûmlardı. Bunlardan biri de bugün Çankaya Belediye Başkanlığı makamında oturan Muzaffer Eryılmaz’dı.
Gelelim 12 Eylül 1980 gününe; Sabaha karşı fuardaki turum bitmiş, Etap Otel’in resepsiyon müdürü Şevki Bulut ile otelin yolunu tutmuştuk. Baktık fuar içindeki İzmir Radyosu’nun etrafı tanklarla çevrili. Üstelik yol boyunca askerler köşe başlarını tutmuş, "herkes evlerine girsin" diyor. Sabaha karşı otele ulaştığımızda ise Kenan Evren ile arkadaşlarının iktidara el koyduğunu ve sokağa çıkma yasağının başladığını öğrenmiştik.
OTEL ODASINA GÖMÜLEN ÜNLÜLER VE LOBİ YASAĞI
O saatlerde darbeye hazırlıksız yakalanan otelde gececi birkaç personel dışında kimse yoktu. Doğal olarak kendi yemeğimizi kendimiz hazırlamaya, yatak çarşaflarını kendimiz değiştirmeye başlamıştık. Benimle beraber Adnan Şenses, Müjdat Gezen, Ferdi Özbeğen gibi birçok sanatçı da otelde konaklarken, oda ve lobi dışında gidecek bir yer bulamadığımız için komin yaşam günlerine "Merhaba" demiştik. Bırakın yaşadığımız şehirlere dönmeyi, otel önündeki kaldırıma bile adım atmamız yasaktı. Vakit geçsin diye lobide birarada sohbet edip, şarkı söylerken ellerinde silahlar askerler başımızda belirmişti. Dağılmazsak toplu gösterinden tutuklanacağımızı söyleyerek de odalarımıza yollamıştı. Anlayacağınız lobi bile yasak kapsamına girmişti. Çıkmamıza ise 3 gün sonra izin verilmişti ki, o da geceye kalmamak şartıyla. Gündüzü yolda, akşamı ise bir benzinlik lokantasında geçirerek Ankara’ya tam iki günde varabilmiştim.
PARTİ SABAHI POLİSLER EVİ BASTI VE...
Artık gece 24’den sabah saat 07.00’ye kadar süren sokağa çıkma yasağı başlamıştı. Üstelik haberlerin yüzde 80’i sansüre uğruyordu. Örneğin Köşk’te konser vermesi için askeri uçakla Ankara’ya getirtilen Emel Sayın’ın haberine bile sıkıyönetim komutanlığı tarafından yasak gelmişti.
Askeri dönemle ilgili en büyük sorunu ise darbenin üzerinden 5 ay geçtikten sonra yaşamıştım. Ankara’da 200 konutluk bir inşaat projesini tamamlamak için ev kiralayan mimar arkadaşım Doğan ile doğum günü partisi tertiplemiştik. Aralarında Muazzez Abacı, Faruk Tınaz gibi sanatçıların da bulunduğu birçok arkadaşımız eve gelip, partiye katılmış ve gece yarısı saat 23.45’e kadar eğlenmişti. Zira 15 dakika sonra başlayacak sokağa çıkma yasağına yakalanmamak için evlerinin yolunu tutmuşlardı. Bense o gece Doğan’da misafir kalmayı yeğlemiştim.
Sabah saat 05 sıralarında kırılırcasına çalan kapı sesiyle yataklarımızdan fırlarken, ellerinde makineli tüfekli polislerle yüz yüze kalmıştık. Daha sonra da boylu boyunca yere yatma ve evi hallaç pamuğu gibi atma işlemlerine hedef olmuştuk. Doğan ve benim elbiselerimizi giyip kendileriyle karakola gelmemiz gerektiğini söylemeleri ise yaşadığımız ilk şok olmuştu. Şaşkındık ve daha önemlisi suçumuz neydi? Polis minibüsüne kelepçelenip bindirilirken bile sorularımıza yanıt alamamıştık. Bu arada minibüste bizim gibi şaşkın şaşkın etrafa bakan 8 kişi daha vardı. Karakola ulaşıp, 4 saati nezarethanede geçirdikten sonra ifademiz alınmaya başlamıştı. O zaman da neyle suçlandığımızı anlamıştık.
BÖYLE BİR TUTUKLAMA NEDENİ OLUR MU DEMEYİN
Evdeki aramada kapağında Alman Markı resmi bulunan bir bloknot ile tüm hediyelik eşya mağazalarında satılan korsan tabancası yüzünden tutuklanmıştık. İnanılır gibi değildi. A4 káğıt boyutundaki bloknotun kapağındaki Mark resmi nasıl sahte para olabilirdi? Yani Mark’ın tam 6 misli büyüklükteki resmi kim tedavüldeki para zannedebilirdi? Ya silaha ne demeli? Tüm hediyelik eşya dükkánlarında satılan, su borusundan yapılma süs eşyası, o sıralan Pizza Pino gibi birçok restoranın duvarlarını süslemiyor muydu? Ateşleme mekanizması olmayan, biraz hızlı sallansa üzerindeki aksesuarları bile dökülen korsan tabancısı nasıl ölümcül bir silaha dönüşebilirdi? İfade verdikten sonra salıverilmeyi beklerken, masa başındaki komiserin Merkez Komutanlığı’ndaki subayla konuşmalarına tanık olmuştuk.
"O evden sahte Mark’la yarım kırma av tüfeği yakaladık. Silahı ekspertiz raporu için yolladık, bir olayda kullanılıp, kullanılmadığına bakıyoruz. Zanlıların ifadesini aldık, örgüt bağlantısı var mı yok mu ona bakıyoruz. "
"Yahu kardeşim, bu anlattıklarının bizimle alakası yok. Söylesene süs tabancası olduğunu" dememiz ise nezarethaneye tekrar atılma sürecimizi hızlandırmıştı. Ne telefonla konuşmamıza izin veriliyor, ne de yakınlarımıza haber yollamamıza. Aç, susuz ve en önemlisi umutsuzuz. Derken demir parmaklıklar açıldı ve ellerimize kelepçe takılarak minibüse bindirildik.
BİZ MAĞDUR, MİNİBÜSTEKİLER BİZDEN DAHA MAĞDUR
Tabii ilk işimiz bizimle beraber tutuklanan diğer kişilere suçlarını sormak oldu. İçlerinden bir kısmı Ankara’da okumak için ev tutan öğrencilerdi ve ders kitaplarının içeriğini anlamayan polislerin hışmına uğramışlardı. Diğer üç kişi ise sabaha karşı yolda yakalanmış sarhoş gençlerdi.
Hepimiz Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüp parmak izi, fotoğraf çekimi gibi işlemlere tabi tutuluyorduk. Tutuklular ordusunun içindeki en tehlikeli iki kişi ise silahla yakalanan Doğan ve bendim. O sırada Emniyet’te tanıdığım bir polise rastlayınca dünyalar benim olmuştu. Durumu gazetedekilere haber vermesini söylemiştim ki, o da anında aramıştı. Bizim polis muhabirleri hızır gibi imdadımıza yetişmiş ve yanlışlığı gidermeye başlamıştı. Tekrar karakola döndüğümüzde ise ekspertiz raporu gelmiş, bu silahın su borusundan yapılma, plastik tabancadan bile zararsız bir alet olduğu ortaya çıkmıştı. Ortada suç yoktu ama, komiser bizi salı vermek için Merkez Komutanlığı’nı tekrar aramıştı. Bu kez raporda yazan gerçek bilgileri verip, izin istemişti. Meğer Mamak Cezaevi’nin yolunu tutmamıza ramak kalmış.
MEĞER JURNALCİ KAPI KOMŞUSU EMEKLİ PAŞAYMIŞ
Nerdeyse 24 saat süren tutukluluk halimiz son bulurken, ertesi gün işin aslını öğrenmek için araştırmaya girmiştik. Bizi şikayet eden Doğan’la aynı apartmanda oturan emekli bir paşaydı. "Bunlar kızlarla parti yapıp bizi rahatsız ediyor" deyince polisler hücre eve baskın yapar gibi içeriye dalıp, suç unsuru aramaya başlamışlardı. Merkez Komutanlığı’na şikayette bulunan emekli paşaya yaranmak için de süs tabanca ile bloknottan suç unsuru yaratmışlardı. Anlayacağınız darbe dönemlerinde ister aktif, isterse emekli olsun bazı subayların gücünü biz de tatmıştık.
Aradan bir yıl geçmişti ki yurt dışına çıkış için pasaport şubesine başvurmuştum. Ancak aldığım yanıt oldukça şaşırtıcıydı. "Sizin yurt dışına çıkış yasağınız var" Hiçbir sabıka kaydım olmamasına rağmen neyle suçlanıyordum? Emniyet kayıtlarında parmak izim ve resmim görünüyor, ama evraklarım adliyeye sevk edildiği için sabıkamın ne olduğu yazmıyordu. Adliyeye başvurduğum zaman ise hakkımda her hangi bir davanın olmadığını öğreniyordum.
ORTADA SUÇLU VAR, İSNAT EDİLEN SUÇ YOK
Ortada suçlu vardı, ama suç yoktu. Uzun bir araştırma sonucu süs tabancısıyla yakalandığımız gün karşımıza çıktı. Meğer ben o gün karakola tanık olarak girmiş, Ankara Emniyet’inden ise sanık olarak çıkmışım. Ekspertiz raporu sonucu sanık olarak Emniyet’e giden Doğan takipsizliğe uğramış ve temiz siciline tekrar kavuşmuştu. Bense tanık olarak girip, sanık işlemine tabi tutulduğum için sonucu kayıtlara geçmemiş vatandaş muamelesine tabi tutulmuştum. Yani nezarete atılan, parmak izi alınan bir tanık olarak kim vurduya gitmiştim. İşte bu yanlışın giderilmesi aylarımı alırken, emniyetin hatasıyla kirlenen sicilimi temizlemek hiç de kolay olmamıştı.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2008
TBMM’nin önünden her geçişte o muhteşem bahçesine gözüm takılır kalır. Aynı şekilde bir çok büyükelçiliğin kalın duvarlar ardındaki bahçelerine de. Hepsi şehrin göbeğinde cennetten bir köşe gibidir, ama halka kapalı oldukları için özelliklerini bir türlü dışarı yansıtmazlar. Örneğin, ABD Elçiliği’nin özel çimleri, Alman Elçiliği’nin harası bile bulunan geniş bahçesi, TBMM’nin içinde balıkların yüzdüğü havuzlu köşesi bir sır gibi Ankaralılardan saklanır durur. İşte bu hafta gözden ırak bazı özel bahçelerle birlikte halkın kullanıma açık parkları yazmayı düşündüm. Zira bu tür alanlar özellikle sonbahar aylarında Ankara’yı bir başka güzelliğe büründürüyor. Bu arada Başkent’in sosyal yaşamına yeni katılan işletmelerden de bahsedip, çok özel bir çarşıya yönelik gözlemlerimi de ilave ettim.
Hiç kuşku yok ki, siyasetin kalbi Ankara’da, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde atıyor. Peki, Meclis’in kalbi nerede atıyor? Tabii ki hararetli tartışmaları ile vekillerin kürsüden hem halka, hem de birbirlerine seslendikleri Meclis Genel Kurul Salonu’nda. Ve ardından bitmek bilmeyen heyecanı ve koşuşturmasıyla 350 dekarlık "Meclis Bahçesi"nde.
Büyüklük bakımından kıyaslandığında Londra ve Budapeşte’deki parlamento binalarından sonra üçüncü sırada yer alan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin projesini, 1938 yılında düzenlenen uluslararası bir mimarlık yarışmasını kazanan Prof. Holzmeister hazırlamış. 1961 yılında hizmete açılan TBMM binasının bu projesine uygun bir bahçe için de, 1965 yılında peyzaj mimarlığı alanında ilk resmi ulusal yarışma açılmış. Her ne kadar seneler içinde meclisin park ve bahçe alanı genişlese de, özünde yarışmayı kazanan Prof. Dr. Yüksel Öztan’ın projesine sadık kalınmış. 1968- 72 yılları arasında ön bahçeler, 1979- 99 arasında arka bahçe ve Milli Egemenlik Parkı, 2001’den 2006 yılları arasında da spor tesisleri ve üretim alanları arası bölüm yapılabilmiş.
ÖNÜ BAŞKA ARKASI BAŞKA BİR GÜZEL
Dergi Grubu Ankara Temsilciliği muhabiri Buket Güler ile foto muhabiri Haşim Kılıç’ı, Ev Bahçe Dergisi için Meclis’e yollayıp, profesyonel gözle incelemelerini istemiştim. Topladıkları bilgilere ve gözlemlerine göre; Meclis’in Eskişehir yolundan görünen ön bahçesinde binanın horizantal yapısını kuvvetlendirecek geniş çim alanlar kullanılmış. Ayrıca, bina köşelerine dört mevsim algılanabilecek sütun formlu yüksek ağaçlar dikilmiş. Gezinti, oturma, çevreyi izleme amaçlı yapılan arka bahçe ise, kent içinden yeşil bir tepe algılaması yaratmak için özel olarak dizayn edilmiş. Bahçenin bu bölümünde genellikle doğal özellikte ve görünüşteki bitki türlerine yer verilmiş. İlgi çekici ve uzaktan algılanabilen ağaç ile çalı türleri kullanılmış.
HAVUZDAN FIŞKIRAN KUVVETLER AYRILIĞI
Meclis’in güney ucunda yer alan Başkanlar Parkı da 2005 yılında TBMM’nin 85. yıldönümü etkinlikleri kapsamında açılmış. Parka gelen ziyaretçileri kuzey-güney doğrultusunda uzanan çiçeklerden oluşan Türk Bayrağı motifinin karşıladığı bu parkta, Mustafa Kemal Atatürk’ten başlayarak, 22 Meclis Başkanı için törenle Anıt Ağaç dikilmiş.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ve varlığını simgeleyen Türk Bayrağı’nın yıldız motifinin üzerine cumhuriyetimizin devamlılığını ifade eden çınar ağacı dikilmiş. Ayrıca, parkın ortasında yer alan havuzun içine de yasama, yürütme ve yargıyı temsil eden üç granit küp yerleştirilmiş. Küplerden kaynayan su kuvvetler ayrılığını, küplerin ortasından fışkıran su ise bağımsızlığı simgeliyor. Meclis’in 350 dekarlık park ve bahçe alanında 100’e yakın türde 22 bin civarında bitki bulunuyor.
TBMM’nin açılış resepsiyonları ve bazı özel davetler "Havuzlu Bahçe" denilen kulis bahçesinde yapılıyor. Bu bahçe parlamenterlere genel kurul çalışmaları sırasında kısa sürelerle de olsa dinlenme ve hava alma imkanı sağlıyor. Meclis’te bulunan diğer kulis bahçeleri de, yine milletvekilleri tarafından dinlenme ve gezinti amacıyla kullanılıyor.
BAŞKENT’İN GÖBEĞİNDEKİ ALMAN CENNETİ
Buket ile Haşim, TBMM bahçesiyle yetinmeyip, bir başka cennet köşenin bilgi ve fotoğraflarıyla da döndüklerinde "Hadi canım, Ankara’nın göbeğinde böyle bir yer var mı?" soruma yanıt vermek zorunda kaldılar. Zira bahçeden biraz daha fazlasına sahip Ankara’nın tam merkezindeki Almanya Büyükelçiliği’nin şehri kıskandıran manzarasına bakınca gözlerime inanmamıştım.
Şehrin tam merkezine konumlanan Almanya Büyükelçiliği, Ankara’da ilk açılan büyükelçiliklerden biri. 1924’te 28 bin metrekare büyüklüğündeki büyükelçilik, şimdi tam 65 bin metrekareye yayılmış durumda. İçindeki yapıları Başkent’in hızlı siyasi yaşamında pek çok ulusal ve uluslararası önemli davete ve toplantıya ev sahipliği yaptığından, görünümlerine de Ankara’daki herhangi bir yapıdan çok daha fazla önem gösteriyorlar. Ne de olsa burada ülkelerini temsil ediyorlarÖ
KASABA GİBİ BAHÇEDE TİMMİ İLE YÜRÜYÜŞ
Dile kolay tam 6 hektarlık bir araziye yayılmış bahçeleri var. Hani neredeyse küçük bir kasaba büyüklüğündeÖ Bahçe, rengarenk çiçekleri, yeşilin her tonundaki ağaçları ile insana huzur veriyor. Gerçek bir doğa dostu olan Büyükelçi Eckart Cuntz için bahçe "huzur ve özgürlük" demek. Cuntz, boş zamanının önemli bir bölümünü bahçesinde geçiriyor ve küçük köpeği Timmi ile yürüyüşe çıkıyor. Büyükelçilikte köpek, kedi ve kaplumbağaların yanı sıra üç tane de atları var. Dolayısıyla da bahçelerini büyükelçiliklerin aynası olarak değerlendiren Eckart Cuntz, 15 bin metrekare çim alan ile 25 bin metrekare üzerinde de çeşitli ağaç, çam, maki ve süs bitkileriyle çevrili olan bahçeleri ile deyim yerindeyse gurur duyuyor.
Ankara’nın kalbinde hayvan ve bitki dünyasının çok sayıdaki türüne vaha olarak yaşam alanı sağlayan Prusya tarzı mimariyle uyum içindeki muhteşem güzelliğe sahip park alanı, bin 125 bitki türünün habitatı gibi. Bitkilerin 175’i endemik türden, yani memleketi Ankara olan ve sadece Ankara’da olan bitkiler.
ANKARA PARKLARINDA SONBAHAR GÜZELDİR
Özellikle sonbaharda gitmenizi tavsiye edeceğim halka açık birkaç park ise insana doyumsuz zevkler veriyor. Bana göre Ankara’nın sonbahar güzeli hiç kuşku yok ki Kuğulu Park... Gölbaşı’ndaki iki gölden birisi olan Eymir, deniz özlemini bir parça olsun giderebileceğiniz ve her mevsim çok güzel olan ender mekanlardan biri. Ama özellikle sonbahar bir başka güzel oluyor. Ağaçların sarıdan kırmızıya kadar olan renk değişimi, gölün muhteşem manzarasıyla birleşince tadına doyulmaz bir seyir zevki sunuyor. Çankaya’nın göbeğindeki Botanik ve Seğmenler Parkı ise şehir içinde birer vaha gibi. Eryaman’da, etrafı sazlıklarla çevrili Susuz Göleti’nin parka dönüştürülmüş hali olan Göksu Parkı ise beğeninizi kazanacaktır. Tıpkı Dikmen Vadisi Parkı ve Altınpark gibi.
SOBA SATIŞLARINDAKİ PATLAMA MEDYA UYDURMASI MI?
Yine aynı şey oldu ve doğalgazda gerçekleşen son artışın ardından, "sobalar" yine gündemin başköşesine oturdu. Satışlarda artış yaşandığı; halkın artık doğalgaz fiyatından bunalıp, tekrar eskiye, o sobalı günlere döndüğü söylendi. Peki gerçek böyle mi? İşte bu sorunun yanıtını büro elemanlarım Hüseyin Keten ve Bülent Ercan ile Ankara Ulus’taki Sobacılar Çarşısı’nı ziyaret ederek aldık.
Doğrusunu söylemek gerekirse, hem 20 kadar dükkanın bulunduğu sokağın tenhalığı, hem de satıcıların anlattıkları, durumun hiç de öyle olmadığı gösteriyor. Yani, soba satışlarında bir "patlama" söz konusu değil. Hatta geçen seneye oranla fiyatlar daha da düşük. 40-250 YTL arasında değişen, kovalı, kuzine ve odun sobaları alıcılarını bekliyor, ama neredeyse bütün esnaf, günü siftahsız kapatıyor. Çünkü doğalgazın rahatına alışan halk, o eski sobalı günlere dönmeyi o kadar da çok istemiyor. Soba alan tek tük kişi oluyor ki, bunlar da, tek göz oda gecekonduda oturanlar, inşaatlarda çalışan işçiler ve nostaljik takılmak isteyenler.
Peki bu satış patlaması hikayesi nereden çıktı. Esnafa göre tamamen medyanın uydurması. Ha bir de belediyelerin dağıttığı bedava kömürlere aldanıp yanlış kanıya varanların hayal mahsulü.
ANKARA’NIN CALIFORNIALISI EĞLENCEYE DE EL ATTI
Soğuk kış gecelerine ev sahipliği yapacak eğlence ve yemek dünyasına yönelik işletmeler bu sezon sayıca daha fazla ve dinamik... Evde oturmaktansa dışarı çıkma fikrinin ağır bastığı akşamlardan birini yaşıyorsanız gidilecek mekanlara bir yenisi daha eklendi. Alışıla gelmiş dekor ve mönüsünü yenileyip müşterileriyle ilk kez buluşan Ivy Kyu Club, rekabette "ben de varım" diyor. Yıllardır Arjantin Caddesi’nde hizmet verdikten sonra Filistin Caddesi’ndeki yeni yerine taşınan Ivy’nin sahibi Serhat Çelik, Suat Durkan ve Cem Gökoğuz ile oluşturduğu işbirliğiyle Ankara gecelerine de damgasını vuracağa benziyor.
Son yirmi yıldır Ankara’nın sosyal yaşamına Ivy, Mayday, Ivy Summer, Mıscha, ve D blyu gibi markaları kazandıran Serhat Çelik ile Jackies’s, T-Shirt, Section gibi ünlü markaların yaratıcısı Suat Durkan, tecrübelerini ve vizyonlarını birleştirerek Ivy Kyu Club ı hizmete soktular. Ivy; modern, şık, aynı zamanda da sıcak dekorasyonuyla yeni yerinde Meksika ve Kaliforniya mutfağından oluşan yepyeni menüsü ile gün boyu hizmet vermeye başladı. Kyu Club ise ünlü DJ ler ve özel partiler ile gece hayatına yön vermek için tasarlandığını her halinden belli ediyor. Serhat da, Suat da bir süredir evlerine kapanan orta yaşı dışarı çıkaracaklarını iddia ediyor. Sanıyorum bunu da başaracak gibiler. Zira, gençlerle, kendini genç hissedenlerin ortaklaşa eğlenebileceği bir mekan yaratılmış ki, her yaş grubu kendine özgü bir şeyler buluyor. Bunun yanı sıra ekonomik krizi göz önüne alarak hazırlanmış mönü fiatları bir hayli cazip. Hani bazı yemekleri evde hazırlasanız daha pahallıya gelecek kadar ucuz. İnşallah bu fiyat politikalarını kaliteden ödün vermeden sürdürürler
STOP TABELASI GÖREN GARSON 30 SANİYEDE YANINIZDA
Aslına bakarsanız Serhat Çelik her açtığı mekanda beni hep şaşırtmıştır. İnsanın kendini bu kadar yenilemesi, yeni konseptlere yönelmesi doğrusu beceri gerektiriyor. Örneğin garson çağırma tabelasını ilk kez onun açtığı mekanda görmüştüm. Masalarda bulunan çift taraflı minik bir tabelanın yeşil renkle yazılmış bölümünde "Run", kırmızı renkli bölümünde de "Stop" yazıyordu. IVY’ye gelip de, masaya oturduğunuzda sizi "Run" konumundaki tabela karşılıyordu. Hal böyle olunca da sipariş vermek için etrafa bakınıp duracağınıza, tabelanın "Stop" bölümünü çevirmeniz yetiyordu. En geç 30 saniye içinde bir garson masanızda beliriyor ve siparişinizi alıyordu. Giderken de tabelayı tekrar "Run" pozisyonuna çevirmeyi ihmal etmiyordu. Bu ne işe yarar demeyin. Günümüzde kalabalık bir restaurantta bir garson yakalayıp da, ona sipariş vermek hiç de kolay değil.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2008
Geçen dönem Meclis albümünü baştan sona inceleyip, özellikle AKP’li milletvekillerinin yabancı dil durumunu gözden geçirmiştim. 367 AKP’li parlamenterden sadece 62’sinin yabancı dil hanesi boş bırakılmıştı. Yani iktidar partisinin 305 milletvekili bir, hatta birkaç yabancı dil biliyordu. Üstelik o kadar renkli bir dil armonisi vardı ki, sanki Birleşmiş Milletler’deki tüm diller AKP grubu tarafından konuşuluyordu. Özgeçmişlerine göre 195 AKP’li sular seller gibi İngilizce konuşuyorduÖ 74’ü Arapçayı ana dili gibi kullanıyor, içlerinden 18’i ise üç dil birden biliyordu. Almanca, Japonca, Bulgarca, Rusça, Kazakça, Boşnakça, Flamanca, Fransızca, Farsça bilenlere rastlanıldığını gibi, az ya da orta seviyede konuşanlarla ülke lisanı sayısı artıyordu. Bu arada az İngilizce veya Arapça ile orta seviye de Almanca biliyorum diyenlerin durumu ilgimi çekiyordu. Belli ki, dil haneleri boş kalmasın diye, az kelimesini ilave edip, bu işten sıyrılma çabasına girmişlerdi. Zira birkaç diplomatik davette ve TBMM’de yabancı konuklarla yan yana gelince, dertlerini anlatmak için el kol hareketleriyle komik duruma düştüklerine tanık olmuştum. Kimiyse yüksek sesle ve tane tane Türkçe konuşarak yabancı konukların kendilerini anladığını zannediyordu. İçimden "Adamlar sağır değil, sadece Türkçe bilmiyorlar" diye geçirip, kafa bulma arzusuna kapıldığım anlarsa hiç de az değildi.
AKP’lilerde ilgimi çeken ise Arapça bilenlerin sayısının 74’de kalması idi. Açıkçası, dini bütün ve ezanı Arapça okutmakta kararlı AKP’de bu sayının daha fazla olmasını bekliyordum.
REKORTMEN İRBEÇ’İ BİR FARKLA KAYATÜRK İZLİYOR
Ve geliyoruz bu döneme, yani 23. dönem milletvekillerine... Yabancı dille haşır neşir olma açısından daha gelişmiş bir AKP grubu karşımıza çıkıyor. Aralarında 6 dili sular seller gibi konuşan olduğu gibi, 4 ya da 3 dil bilenlerin fazlalığı dikkat çekiyor. En önemlisi de hiç bilmeyen milletvekili sayısındaki önemli oranda azalma. Bu arada albüme yeni yeni dillerin girdiğini de gözlüyorum. İsterseniz 23. dönemin dil panoramasına asistanım Dilek Duman’ın yaptığı araştırma sonuçlarıyla bir göz atalım.
AKP Antalya Milletvekili Yusuf Ziya İrbeç tam 6 dille rekoru elinde bulunduruyor. Çok iyi düzeyde Fransızca, Almanca, İngilizce, İtalyanca, Arapça ve Rusça bilen İrbeç’in öğrenmek için yeni lisanlara da yöneldiği söyleniyor. Onu 5 ülke lisanıyla AKP Ankara Milletvekili Burhan Kayatürk izliyor. Aynı zamanda Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu üyesi olan Kayatürk, Hintçe, İngilizce, Urduca, Arapça ve Japonca biliyor. Tam dört dil bilen AKP’li milletvekili sayısı ise dört. Diğer siyasi parti mensuplarını da sayarsak Meclis’teki 4 dil bilen parlamenter sayısı 8. AKP’li Mehmet Hanifi Alır, Haluk Özdalga, Fazilet Dağcı Çığlık, Mehmet Şahin, CHP’li Tacidar Seyhan ile Onur Öymen, DSP’li Mücahit Pehlivan ve MHP’li Mehmet Günal bildikleri dört dil ile üçüncülüğü paylaşıyorlar.
GÖRÜNEN O Kİ BU MECLİS’İN TERCÜMANA İHTİYACI YOK!
Meclis’in üç ülke lisanı konuşan milletvekili sayısı 23 olurken, tam 22 tanesi AKP sıralarında yer alıyor. Onlara tek bir CHP’li eşlik ediyor. AKP grubunun 2 dil bilen milletvekili sayısı ise toplam 81 olurken, Türkçe dışında bir yabancı dilde kalanların sayısı 204. Ayrıca 96 AKP’li milletvekili bir dili az bildiğini beyan ederken, 43 milletvekili ise hiç dil bilmediğini söylüyor. Yani geçen döneme göre bilmeyenlerin sayısında önemli ölçüde bir düşüş olduğu gözleniyor.
22 dönem Meclis’e giren 367 AKP milletvekilinden 62 tanesi dil bilmediğini aktarırken, bu dönem 338 AKP’li milletvekilinden sadece 43’ü Türkçe dışında bir lisanı olmadığını söylüyor. Peki, Meclis albümündeki bu bilgiler gerçeği yansıtıyor mu? İşte orası meçhul! Zira iyi İngilizce konuştuğunu beyan eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu güne kadar tek bir cümle konuşmadığı herkesçe malum! Keza yabancı dil bildiğini vurgulayan bazı AKP’lilerin de yukarında belirttiğim gibi, el kol hareketi ve garip ses çıkarmalarla yabancıları ağırladığı yadsınamaz bir gerçek. Ama olsun, koskoca TBMM albümü ve ona beyanda bulunan anlı şanlı milletvekillerimiz yalan söyleyecek değil ya!
İNGİLİZCE BAŞTA OLMAK ÜZERE AKP’NİN DİL PANORAMASI
Gelelim AKP milletvekillerinin en çok hangi dili konuştuğuna ve bildikleri akla hayale gelmeyecek lisanlara. İngilizceyi çok iyi bilen AKP’li sayısı tam 166Ö Orta kıvam konuşanların sayısı ise 87. İngilizceden sonra en çok bilinen dil ise Arapça. Tam 42 milletvekili çok iyi düzeyde, 31 milletvekili ise orta düzeyde Arapça konuşuyor. Fransızca ise 24 AKP’liyle üçüncülüğe yerleşiyor. AKP’lilerin bildiği diğer dillere gelirsek: Almanca 21 kişi, Farsça 6 kişi, Rusça 3 kişi, İtalyanca 2 kişi, Japonca 2 kişi. Aralarında Hintçe, Urduca, İsveççe, Çince, Çekçe bilen birer milletvekili bulunurken, orta düzeyde Bulgarca, Yunanca, Hollandaca, Arnavutça konuşan da var.
Diğer partilere de kısaca göz atarsak Meclis’te 98 sandalyeyle temsil edilen CHP’de 22 milletvekili Türkçe dışında hiçbir dil konuşamazken, 31 milletvekili orta düzeyde, 45 milletvekili de iyi düzeyde yabancı dil biliyor. 69 sandalyeli MHP’de ise bilmeyen sayısı 15, az bilen sayısı 20, çok iyi konuşan sayısı ise 34. Bu arada Arapça bilen CHP’li sayısı 5, MHP’li sayısı ise bir. Her iki partide de en çok İngilizce konuşulurken, ikinciliği Fransızca alıyor.
AYNI DİLİ KONUŞMADAN TELEFONDA NASIL ANLAŞIYORLAR
Hazır söz AKP’nin dil panoramasından ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İngilizcesinden açılmışken; yabancı dil bilmeyen bir hükümet başkanı olarak, "bir başka ülkenin hükümet veya devlet başkanıyla telefonda nasıl görüşüyor?" sorusunun yanıtını vereyim. Daha önce de yazmıştım ki, hatırlatmanın tam sırası.
Telefon diplomasisi olarak adlandırılan ve ülkelerin dış politikalarında önemli rol oynayan bu temaslar, sanal ortamda olsa da heyetler arası görüşmeden farklı bir şey değil. Yani her iki tarafta da masanın etrafında oturmuş insanlar var ve birbirlerini görmeden ses aracılığıyla diplomasi yürütüyorlar.
Aslında bu yöntem hiç de kolay değil. Üstelik acil durumlar dışında hemen anında, yani telefon edildiğinde görüşme yapılması gibi bir durum da söz konusu olmuyor. İsterseniz somut örnekten yola çıkalım ve bu görüşmelerin nasıl yapıldığına bir bakalım:
Örneğin, ABD’nin yeni başkanı Barack Obama, Recep Tayyip Erdoğan ile telefon aracılığıyla konuşmak isterse, Beyaz Saray görevlileri, "This is White House" diyerek Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü’nü ararlar. Kendilerini tanıtıp, Başkan’ın, Başbakan’la telefon görüşmesi yapma istediğini aktarırlar. Bu görüşmenin zamanlaması konusunda ise "Şu saatler aralığında" diyerek karşı tarafa opsiyon tanırlar. Türk-Amerikan ilişkileri çok boyutlu olduğu için de, Erdoğan’ın özel kalemi, hazırlık yapmak amacıyla görüşmenin konusunu nazikçe sorar.
TELAŞ EN AZ İKİ SAAT ÖNCE BAŞLIYOR
Bu görüşme, başkanların görüşmesinden en az iki saat önceden yapılır. Talep Erdoğan’a iletilir; uygun görüşü üzerine, ABD tarafına talebin kabul edildiği ve bu görüşmenin tercüman aracılığıyla yapılacağı bildirilir. Bu mutabakat sonrasında hemen hazırlık başlatılır. Öncelikle tercümanlığın kimin tarafından yapılacağına karar verilir. Bu kişi genellikle görüşmeye de katılacak olan Dışişleri Bakanlığı’nın üst düzey bir bürokratıdır.
Bu tür görüşmelerde tercümeyi yapan kişi, diplomasi dilinde "Servis Notu" olarak adlandırılan tutanak tutmakla da görevli olur ve tutulan tutanak Dışişleri Bakanlığı arşivine gönderilir.
İngilizce, Fransızca gibi çok bilinen dillerin dışındaki bir dilin kullanımı halinde ise, tercüme görevi bu dili çok iyi bilen bir Dışişleri görevlisi tarafından üstlenilir. Tercümanın belirlenmesinden sonra, görüşmeye kimlerin katılacağı kararlaştırılır. Bu karar da Başbakan’a aittir. Başbakan’ın talimatına göre görüşmeye katılacak bakan, bürokrat veya danışmanlara haber verilir.
GÖRÜŞME HANDFREE YADA KONFERANS CALL DÜZENİNDE GERÇEKLEŞİYOR
Bu sürede Obama’nın görüşme konusuna göre hazırlık yapılır ve Erdoğan için bir konuşma metni hazırlanır. Görüşme sürecinde gelebilecek sorular (ki bunlar diplomatlar tarafından önceden tahmin edilen konulardır) ve muhtemel yanıtlarla ilgili ön çalışma yapılır. Bu çalışma Başbakan’ın bilgisine önceden sunulur.
Telefon saati geldiğinde taraflar bir masanın etrafında toplanmıştır. Telefon görüşmesi "handfree" veya "konferans call" düzeninde gerçekleştirilir. Birincisinde masanın etrafındakiler karşı tarafın konuşmasını mikrofondan duymaktadır, ikincisinde ise masanın etrafındaki herkesin kulağında telefon vardır.
Önce, arayan taraf olarak Obama konuşur; daha doğrusu önündeki metni okur. (Bazen iki sayfalık metin okuyan liderler bile oluyor.) Obama’nın metni okumasından sonra Erdoğan, aynı işlemi yapar. Bunun ardından, konuşmalarla ilgili masanın etrafındakilerin özel uyarıları yoksa sorular bölümüne geçilir.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2008
Perakende sektörü son günlerde alışveriş merkezlerinde çıkan isyanı tartışıyor. Daha doğrusu AVM’lerdeki yüksek kira rakamlarına yönelik başkaldırıyı. Ankara’da başlayıp, İstanbul başta olmak üzere Anadolu’nun birçok ilinde yankı bulan bu isyan duracağa da pek benzemiyor. Çok değil birkaç ay öncesine kadar AVM’ler medyanın ekran ve sayfalarında en parlak haberler arasında yer alıyordu. Öyle ki, yatırımcılar yeni AVM’ler açmak için Anadolu’nun dört bir tarafında arsa kapma yarışına girmişti. Türkiye’nin ünlü markları da bu yeni açılan mekanlarda yer bulmak telaşına düşmüştü.
Türkiye’de son bir yıl içinde açılan AVM sayısı 170’den 203’e çıktı. Bugün itibarıyla inşaatı süren AVM sayısı ise 123. Hepsi bu kadar mı? Elbette değil, Tam tamına 151 AVM de planlanma aşamasında temel atma törenini bekliyor. Kısacası bu yatırımları topladığımızda önümüzdeki dönem 274 adet yeni AVM daha kapılarını müşterilerine açacak demek. Ankara’da şu anda 17 adet AVM’nin faaliyetini sürdürdüğünü ve planlanan ile inşaatı sürenler tamamlanınca, sayının 60’ı bulacağını da ilave edeyim. .
Şimdi bu rakamları aktardıktan sonra gelelim AVM’lerin Ankara’nın sosyal hayatına getirdiği değişimlere. Yeni tarz bir yaşam biçimi oluştururken, konfor, güvenlik ve rahatlık gibi birçok avantajları bünyelerinde topladığı yadsınamaz bir gerçek. Arabanızı geniş bir otoparka bıraktıktan sonra giyim ya da gıda alışverişini yapacaksınız, sinema zevkini gidereceksiniz ve ister ayaküstü, istersen de rahat rahat oturup yemek keyfini sürdüreceksiniz. Kısacası alışveriş merkezleri Ankaralıların da gün içerisinde sosyalleşmek ve ’biraz yemek biraz eğlence’ için tercih ettikleri adreslerin de başında geliyor.
YAŞAM AVM’LERE KAYDI ŞEHRİN DAMARI TIKANDI
Bunların hepsi tamam ama, unutulan bir gerçek var ki, o da şehrin cadde ve sokaklarında yaşamın durma noktasına gelmesi. AVM’lerde yer kapma yarışına giren büyük markaların göçü, otopark sıkıntısı, işportacılar, bakımsız yollar derken şehrin ana damarları cadde ve sokaklar ölüme mahkûm edilmiş durumda. Hálbuki çağdaş ülkelerde cadde ve sokaklar korunurken, büyük alışveriş merkezlerine kentin göbeğinde değil, banliyölerinde izin verilir. Bakın Paris’e, New York’a, Londra’ya hepsi şehrin dışında. Amaçsa o şehrin yaşam damarlarını tıkamamak.
Bizde ise bir furya aldı başını gitti ve yaşam neredeyse tümüyle şehrin göbeğindeki AVM’lere kaydı. Bundan kentin trafiği de etkilendi, esnafı da, sosyal yaşamı da. Örneğin Eskişehir yolunu bir düşünün. Şu anda faaliyette olan, yan yana 4 adet AVM bile trafiğin kilitlenmesine yetiyor. İnşaatı ve projesi sürenler de devreye girdiğinde bu yoğunluk kat ve kat artacak.
FİLİSTİN’İN ÜSTÜ YEMEK VE EĞLENCENİN YENİ ÜSSÜ
İşte AVM’lerin böylesine hayatımıza girdiği bir ortamda Ankara’da güzel şeyler de olmaya başladı. Eskisiyle yenisiyle bazı caddeler canlanmaya, AVM’lere karşı direnmeye başladı. Örneğin kaderine terk edilmek üzereyken yeniden hayata dönen Filistin Caddesi’nde yaşananlar gibi. Hatırlayın çok değil, bundan bir yıl öncesi Arjantin Caddesi’ni geçip, Filistin Caddesi’ne girildiği zaman bir iki işletme dışında soluklanacak yer bulunmaz, yoldan geçen arabalar parmakla sayacak kadar az olurdu. Derken bir kadın girişimci gözünü karartıp, çok hoş bir mekan açtı. Bir anda da caddenin kaderi değişti. Çok geçmeden de onu yenileri takip etti. Hatta caddeyi terk etmek için işletmesini devredecek yatırımcı arayan bazı müesseseler bu fikrinden vazgeçip, dekorunu yeniledi. Ve Filistin Caddesi şimdilerde İstanbul’un Bebek semtindeki Cevdet Paşa Caddesi’ne rakip oldu. Sabah kahvaltı ile başlayıp, öğlen ve akşam yemeğiyle süren, gece yarısına kadar da eğlence imkanı tanıyan, kısacası neredeyse 24 saat yaşayan bir hüviyete büründü.
CADDENİN KADERİNİ DEĞİŞTİREN KADIN
Gelelim caddenin kaderini değiştiren mekana ve sahibesineÖ Bu işletmenin adı Big Chefs... Sahibesi ise eski eşi Boğaç Üner’le birlikte Cafemiz, Kuki, Quick China gibi markaları yaratan ve daha sonra tek başına bu güzel işletmeyi oluşturan Gamze Cizreli. Big Chefs öylesine tuttu ki, zincire dönüştürdüğü tüm mekanları dolup taştı. Hal böyle olunca da, Filistin Caddesi’ne konuşlandırdığı "Amiral Gemisi" diğer yatırımcıların da dikkatini çekti. Çok geçmeden de The House Cafe, caddeye renk getirdi. Daha çok giyim koleksiyonuyla adından söz ettiren Home Store ise tepeden tırnağa kendini yenilemek ve giriş katı başta olmak üzere, 4 katını kafe restorana dönüştürmek için kolları sıvadı. Anlaşılan o ki, Home Store’ların yeni sahibi Erdal Acar, İstanbul Akmerkez’deki iddiasını buraya da taşıyacak.
Bu arada Gamze Cizreli’nin Big Chefs markasını İstanbul’a da taşıyacağını ilave edeyim. Ancak sakın yanlış anlamayın bu taşınma marka ismiyle sınırlı kalacak. Filistin Big Chefs amiral gemisi, Gamze Hanım da Ankaralı olarak yaşamını sürdürecek.
VELİAHT TARİHİ BİNALARINI BU ŞEKİLDE KORUDU
Filistin Caddesi’nin bir diğer önemli markası da Kitchenette olacak. İstanbul’da ünlenen ve kısa zamanda zincire dönüşen bu markanın çoğunluk hisselerini ünlü Amerikan şirketi Lehman Brothers almıştı. Hatırlanacağı üzere dünyadaki ekonomik kriz, ilk sinyali bu şirketin batmasıyla vermişti. Sanıyorum Kitchenette zincirinin yaratıcısı ve sahibi Büyükuğur Ailesi sattığı yüzde 51 hisseyi tekrar geri aldı. İşte İstanbul dışındaki ilk yatırımını Ankara’da Big Chefs’e 20 metre mesafede bir binaya yapıyor. Konuşlanacağı yapı ise Big Chefs’in kopyası. Zira Big Chefs binası ünlü şair Necdet Evliyagil’e, Kitchenette’in ki ise kardeşi Şevket Evliyagil’e ait ve her ikisi de yıllarca konut olarak kullanıldı. Aslında her iki binayı da kiraya veren ve Filistin Caddesi’ne hareket gelmesini sağlayan kişi Evliyagil Ailesi’nin veliahttı Sarp Evliyagil. Bu şekilde aileye ait tarihi binaların yıkılıp apartmana dönüşmesi yerine, restore ettirerek yaşamasını sağlıyor.
Onarımdan geçip, bambaşka havaya bürünen bir diğer mekan ise caddeye çok şeyler katacağa benziyor. Arjantin Caddesi’ndeki 4 katlı binayı terk edip, daha önce Mischa adıyla hizmet veren mekanına taşınan IVY bir hayli iddialı hazırlanıyor. Üst katları modernize edilmiş dekoruyla ve yenilenmiş mönüsüyle IVY’nin alt katları ise kulüp tarzında hizmet verecek. Bugüne kadar May Day, IVY Summer, D’ablyu gibi birçok başarılı projeye imza atan Serhat Çelik’in ünlü işletmeci Suat Durkan’ı da yanına alarak hazırlandığı mekan Aralık ayında müşterilere "Merhaba" diyecek.
YAŞAM ARTIK BU KÖŞE BAŞINDA BAŞLIYOR
Arjantin ve Filistin caddeleri ile Attar sokağın kesiştiği köşeyi tutan Coconot’da bu sezona hızlı giren bir mekan. Dekorunu baştan aşağıya yenileyip, farklı lezzetler sunan Coconot’da sahibi Suat Başer çok iyi bir konsept yakalamış. Müstakil binasında kendine has tarzına, mönü zenginliğini de ekleyince 7’den 70’e tüm müşterilere hitap edecek bir performans sağlamış. Hele hele Brezilya mutfağının o meşhur şişlerini mönüsüne katması hoşluk yaratmış. Hemen yanındaki Sushi Co ise her zamanki talep gören hüviyetini koruyor.
Filistin Caddesi fırtınasına katkı sağlayacak bir diğer işletme ise Kuki olacak. Yıllarca Arjantin Caddesi’nde hizmet verdikten sonra Home Store’un tam karşısındaki binaya taşınacak Kuki, iddialı konseptini bir adım öteye taşıyacak. Cafemiz, Quick China gibi Ankaralı markaları yaratan Boğaç Üner’in en değerli markası Kuki’nin Filistin’deki yeni yerinde çok daha başarılı olacağı kesin. Çünkü alkol servisi için yeni yerinde ruhsat sorununu geride bırakacak.
Yenilenen dekoruyla Palet, enfes mutfağıyla Gar Restoran, cıvıl cıvıl dekoruyla Miadia gibi müesseseler caddenin diğer renklerini oluşturuyor. Ayrıca Filistin Caddesi’ne bağlanan sokak başlarındaki işletmeler de bu arterin gücüne güç katıyor. Marka değerini perçinlemiş Trilye Balık Restoran’ın, tarihten gelen lezzetleriyle ayakta kalmayı başarmış Piknik Kafe’nin, eğlence kalesine dönüşmüş Şömine Bar’ın, sahnesinde ünlüler geçidi sunan Salata, Satsuma gibi mekanların gücünü kim inkar edebilir?
NEW YORK’UN PARK AVENUE CADDESİ GİBİ
Caddelerdeki devrimin yaşandığı bir başka köşe ise Ümitköy’deki Park Caddesi. Şekillendirilip bu hali almasında, New York’taki meşhur Park Avenue’nün etkisinin olup olmadığını hala merak ettiğim Park Caddesi’ndeyim bu sefer. Cadde, şehir merkezinden uzak, şık evlerinde banliyö hayatı yaşayan Ankaralıların yanı dibinde, banliyö sakinlerinin eğlence ihtiyaçlarını giderme amaçlı oluşturulmuş bir proje hissi uyandırıyor en başta. Şık, popüler restoran ve kulüplerin derli toplu bir halde, şehirden kısmen uzak bir bölgede bir arada olması ise gayet hoşuma giden bir durum. Programında yemek sonrası eğlence olanlar için trafikten kurtarılmış bu bölgede takılmak son derece keyifli.
Kulüplerden ziyade restoranların ağırlıkta olduğu Park’ta tercihim ise caddenin hemen girişindeki sol sokağa konumlanmış Wall’dan yana oluyor. Wall da modern ve şık dekor, esprili detaylarla bütünleşince ortaya gayet başarılı bir iş çıktığı gözlenen ilk unsur. Akşam yemeği ve sonrasında içilecek birkaç kadeh içki için oldukça ideal bir mekán. DJ, popüler parçaların farklı versiyonlarını çalarak neşeli bir hava katıyor geceye. İlerleyen saatlerde hareketlenen müzik eşliğinde mekán, elinizde içkiniz yerinizde salınmanıza yetecek bir kıvama geliyor.Her gün bir yeni mekanın açıldığı caddede Wall gibi Quick China, Sorti, Kıtır gibi işletmeler büyük rağbet görüyor. Bu arada Yüksel Karaca’nın sahibi olduğu Wall’da her Çarşamba günü jazz geceleri yaşandığını ve rezervasyonsuz gidenler için kapıda kalma riski olduğunu ilave edeyim.
AVM’LERDEKİ TREND MEKANLAR
Park Caddesi’ne yakın birkaç mekanı ise portföyünüze eklemekte fayda var. Bunlardan ilki, 2 katlı binasında özellikle Pazar günleri sunduğu enfes brunch ile hizmet veren Leda Dekor ve mönüde Filistin Caddesi’ndeki yıllanmış pastanesinden çok farklı bir içerikle hizmete giren Leda’nın sahibi İbrahim Aksu, bu işin erbabı olduğunu bir kez daha göstermiş. Korukent’teki Salata ise canlı müzikteki bayraktarlığını kimseye kaptırmazken, Ümitköy’ün son durağı olma özelliğini halen koruyor.
Bu arada yazıya alışveriş merkezleriyle girmiştik. Birçoğu bünyesindeki özel işletmelerle yarışa devam ediyor. Örneğin Panora Alışveriş Merkezi, Branca, Num Num, Midpoint, Tike gibi markalarıyla ilgi odağı olurken, D’ablyu, Chocolate, Big Chefs, Budakaltı gibi markalarıyla Minasera Alışveriş Merkezi bu yarışta ben de varım diyor. Bu arada fastfood tarzı mekanları kategori dışında tuttuğumu belirteyim.
Şimdi Sakarya, Arjantin, Bahçelievler 4. Cadde, Bestekar Sokak gibi arterleri neden yazmadığımı soranlar olabilir. Kayda değer işletmeleri olsa da onlar da ayrı bir yazı konusu. Önümüzdeki haftalarda değinirim.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2008
Geçenlerde Eğirdir Dağ Komando Tugayı’nda, Başbakan Tayyip Erdoğan, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu üyesi 4 bakanla birlikte operasyonlara hazırlanan komandoların eğitimlerini izledi. Medya ise bu ziyaretten yola çıkarak,
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un da hazır bulunduğu tatbikatı yayın organlarına taşıdı. Ancak hiç birinde
Bordo Bereliler dediğimiz özel kuvvetleri anlatan detaylı bilgi yoktu. İşte buradan hareketle ismi çok duyulan, ama özellikleri pek bilinmeyen
Bordo Berelileri anlatacağım. Tıpkı, üç hafta önce köşeme taşıdığım
Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekat Daire Başkanlığı’na bağlı özel tim elemanlarını aktardığım gibi.
Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde, genelde
’özel’ sıfatı ile tanımlanan nitelikli harekát taburlarına Efeler (Hakkári), Dadaşlar (Siirt), Kobralar (Tunceli) gibi isimler veriliyor. Bu birliklerin temelini Jandarma birlikleri oluşturuyor. Çünkü genelde hepsi bunralardan seçiliyor ve gerçekten de bu sıfatlara layık özel bir eğitime
tutuluyorlar.
Jandarma Komando ve Jandarma Özel Harekát birlikleri ile A, B, C timleri bu genel oluşumun çatı yapılarını meydana getiriyor. A; rütbelilerden, subay ve astsubaylardan oluşuyor. Bu tim 1994’ten sonra kaldırıldı. Yurtdışında görevlendirilmeye başlandılar. B; kısa dönem acemi eğitimlerini tamamlayan onbaşı ve çavuşlardan meydana geliyor. Bunlar ağır makineli ve roketatar gibi silahları kullanabiliyor. Başlarında uzman çavuş bulunuyor. C timinin komutanı astsubay. Emri altındakiler çavuş ve er. Manisa Kırkağaç’ta eğitim görüyorlar. Jandarma Komando Birlikleri, acemi erler arasından seçiliyor. Manisa Kırkağaç ve İzmir Foça’da komando eğitimi alıyorlar.
ASKERİ HASTANEDEN RAPOR ALMALARI ŞART
Jandarma Özel Harekát (JÖH) elemanları, öncelikle askerliğini jandarma komando olarak yapan erler arasından alınıyor. Sözleşmeli uzman çavuş rütbesiyle görevlerine başlıyorlar. Askeri hastaneden
’komando olabilir’ raporu almaları şartıyla sözleşmeleri iki yılda bir yenileniyor. Tunceli, Siirt, Erzurum, Diyarbakır, Van ve Jandarma Genel Komutanlığı’nda (ihtiyati birlik) konuşlandırılıyorlar.
JÖH, bölük ve taburdan oluşuyor. Sözleşme yenilemenin ardından Foça’da, ’
Tazeleme Kursu-Doğu’ya Hazırlık’ adı altında eğitim alıyorlar. Dört kez şark görevine gidiyorlar. Her tayin arası üç-beş yıl.
JÖH’e en fazla 25 yaşındakiler girebiliyor. Fiziki olarak çeşitli testlere tabi tutuluyorlar.
JÖH’lerin ortalama maaşları 1500-1800 YTL arasında değişiyor.
Ayrıca jandarma, hava, kara ve deniz kuvvetlerinin komando birlikleri arasından da seçiliyorlar. Piyade ve paraşütçü komando, subay ve astsubaylardan oluşan
Muharebe Arama Kurtarma (MAK), astsubay ve uzman çavuşların oluşturduğu
Deprem Arama Kurtarma (DAK), Sualtı Taarruz (SAT), Sualtı Savunma (SAS) birliklerinde görevlendiriliyorlar.
AĞIR ŞARTLAR ARASINDA BAŞKA ÜLKELERİN MARŞLARI DA VAR
Aslında bununla birlikte terörle mücadelede en tepede asıl bilinen özel kuvvetler komutanlığı, yani meşhur
Bordo Bereliler bulunuyor. En seçkin birlik
Bordo Bereliler önce altı ay süreyle özel kuvvetler kursuna katılıyorlar. Buradaki testlerde başarısız olmaları durumunda eski birliklerine geri gönderiliyorlar (Bu durum aralarında refüze edilmek olarak tanımlanıyor).
Bordo Bereliler; kayak kursu, uçak kurtarma, yüzme, paraşüt, sorgulama, sorguya dayanma, hayatı idame, yerel dil, pusu, psikolojik harekat, gayri nizami harp eğitimleri görüyorlar.
Kimi zaman komutanları tarafından, dayanıklılıklarını ölçmek için en ağır şartlara tabi tutuluyorlar. Günlerce aç, bir odada tek başına bile bırakılıyorlar. Başka ülkelerin askeri marşları dinletiliyor. Bu kurstan geçen,
Bordo Bereli olabiliyor. Süre bazen 3 yıla kadar ulaşabiliyor. Teorik olarak iç ve dış siyaset, mahalli dil kursları, terör örgütlerinin (ülkemizde faaliyet gösterenler) kurucuları, yöneticileri, neler yaptıkları, eylem yoğunlukları anlatılıyor. PKK terör örgütü özel ders konusu. Amaçları, hedefleri anlatılıyor. Nasıl eğitildikleri gösteriliyor. Her sabah 10 kilometre ısınma koşuları var. Özel kuvvetler haftada bir tam teçhizatlı 30 kilometre koşmak zorunda. Atış talim ve eğitimleri uçan kuşu gözünden vurmak üzerine veriliyor.
A TİMİ YURT DIŞI GÖREVDE
Bordo Bereliler, başka işlerde yorulmamaları düşüncesiyle arama-kurtarma faaliyetlerinde kullanılmıyorlar. Çatışma haberi geldiğinde helikopterlerle bölgeye indiriliyorlar. Astsubay ve subaylardan oluşan taburlar (A Timi) Afganistan, Bosna ve Kuzey Irak’taki (Erbil, Süleymaniye) karargáhlarda da görevlendiriliyor.
ABD’nin çuval geçirme hadisesinden sonra, güvenliği artırmak için bu karargáhlarda uzman çavuş taburları da görevlendirilmeye başlandığı belirtiliyor.
DOLANDIRICILARDAN PARMAK ISIRTACAK TAKTİKLER
Gün geçmiyor ki yeni bir dolandırıcılık vakasıyla karşı karşıya kalmayalım. Taktik ve tekniklerini sürekli değiştiren bu suç şebekeleri, arkalarında birçok mağdur bırakıyor. Son ayların gözde iki yöntemi ise dudak uçuklatan cinsten. Birincisi telefonla yapılan bir sahtekárlık. Eğer mobil telefonunuza ulaşıp, adını soyadını vererek sizi Emniyetten aradığını söyleyen kişiler olursa aman dikkat! Zira inanılmaz bir yöntemle soyguna başlayan kişinin ilk hamlesine tanık oluyorsunuz demektir. Nasıl mı? Örnek vererek anlatayım.
İsim ve soyadını vererek kurbanı cep telefonumdan arayan kişi, kurbanına ismiyle hitap ederek, evinin ya da çalıştığı yerin dışına çıkmasını, çok önemli bir konuda görüşme yapmak istediğini ve bu konuyu kimseyle paylaşmaması gerektiğini söylüyor. Devamında da, kurbanın T.C kimlik numarasının ve cep telefonu numarasının terör örgütü PKK tarafından internet üzerinden tespit edildiğini ve sahte kimlik düzenlendiğini anlatıyor. Daha da önemlisi birçok bankadan yüksek miktarlarda kredi çekildiğini ilave ediyor.
FONDA TELSİZ SESİ ESTİKÇE ESİYORLAR
Bunları aktarırken de arka fondan gelen telsiz sesleri hiç kesilmiyor. Söylemlerini sürdüren bu kişi kurbanını korkutmaktan da geri kalmıyor ve terör örgütünün eline geçen bilgilerinin başka olaylarda da kullanma ihtimali olabileceğini vurguluyor. Ayrıca kurbanın terör örgütünün eline geçen T.C kimlik numarası kullanılarak diğer telefon şirketlerinden hat alındığını, kurbanın vereceği kimlik ve adres bilgileri ışığında bu şahısların yerlerini tespit edebileceklerini de söylüyor. Tabii, kendinden habersiz çıkan kredi kartlarının iptalini gerçekleştirilebileceklerini de ilave ederek.
Bu kadarla da kalmayıp, birkaç şehir ismi vererek bu numaralara ait sinyallerin uydu üzerinden alındığını ve takip edildiğini, kendi güvenliği için kurbandan bir an önce bilgileri vermesini de istiyor.
İçine şüphe düşüp, gerçekten Emniyet mensubu olup olmadığını soranlar için ise yanıtları çoktan hazır. Gizli istihbarat servisinden, bilmem kaç sicil numarasına sahip filanca isimli görevli olduğunu bir çırpıda anlatıyor. Hatta bir mobil telefon numarası da veriyor.
ARANAN KURBANLARIN YARISI OLTAYA TAKILIYOR
İşte bu tuzağa düşüp, dolandırıcının istediği bilgileri verenler yandı. Zira o bilgilerle kurbanın banka hesabı boşalmaya, adına alış veriş yapılmaya çoktan başlanıyor. Hatta telefon alımı, kredi kullanımı gibi başvurular için zemin ise hazır hale getiriliyor.
Peki, bu durumda yapacağınız ilk şey ne olmalı? Böyle bir telefon aldığınızda
"155 Polis İmdat" telefonunu aramak, ya da en yakın karakola gidip bilgi vermek.
Bakın
Ankara Emniyeti Dolandırıcılık Masası yetkilileri ne diyor;
"Her gün onlarca kişinin bu şeklide arandığını biliyoruz. Kimi, dolandırıcılara kanıp kimlik bilgilerini veriyor, soyulduğunu anladığı an bize başvuruyor. Kimi de telefonla arayan kişiye inanmayıp doğrudan bize ulaşıyor. Maalesef arananların yarısı kanıp, bilgilerini vererek mağdur duruma düşüyor."
KIZ ARKADAŞIMLA BULUŞACAĞIM PARAM YOK DERSE İNANMAYIN!
Gelelim ikinci dolandırıcılık vakasına... Dev alışveriş merkezlerinin otoparkında arabasıyla dolaşan temiz yüzlü bazı gençler, havalimanın gümrüksüz mağazalarından birinde çalıştığını, elinde fotoğraf makinesi, video kamera gibi elektronik eşyalar ile parfümler olduğunu belirtip, çok ucuz fiyata satabileceğini söylüyor. Akşam kız arkadaşıyla buluşacağı için nakit paraya ihtiyacı olduğunu, o yüzden çok ucuza verdiğini vurgulamaktan da geri kalmıyor. Piyasada 700 Euro’ya satılan video kamerasını 100 Euro’ya, 150 Euro’luk parfümü ise 60 Euro’dan satabileceğini belirtirken, pazarlık marjı da bırakıyor.
İşte bu aşamada ucuz mal kapma sevdasına kapılanlar mağdurlar listesine adını yazdırıyor. Zira 100 Euro, yaklaşık 200 YTL verdiği kamera aslında taklit mal pazarlarında 20 YTL’ye satılan Çin malı oyuncaktan farksız bir ürün. Parfümler ise ambalajı taklit edilen sahte ürünler. Yine bu taklit mal pazarlarında fiyatı 10 YTL’yi geçmiyor. Yani 120 YTL’ye aldığı parfüm için 110 YTL fazla ödemesi bir kenara, kullanımı bile sakıncalı lüzumsuz bir ürünün sahibi oluyor.
DOLANDIRICI SIVIŞIRKEN MAĞDUR KOKU TESTİ YAPIYORDU
Geçenlerde bu sahtekárlardan biriyle Eskişehir yolu üzerindeki bir alışveriş merkezinin otoparkında burun buruna geldim. Beyaz Opel marka arabasıyla kurbanının yanına yaklaşıp, koltuğun üzerine yaydığı malları satmaya çalışıyordu. Taktik ise aynıydı.
"Akşama para lazım, yoksa bu kadar ucuza satmam imkansız".
O esnada çevrede polis arayıp, yakalatmak istedim ama yoktu. Mobil telefonumu ise büroda unutmuştum. Dönüp, alışveriş merkezinin güvenlikçilerine haber verdim, ama geri döndüğümüzde dolandırıcının ve bindiği arabanın yerinde yeller esiyordu. Tam o sıra gözüme bir bayan çarptı. Az önce dolandırıcının satmak istediği parfümlerden birkaç paket almış ve birini açıp el ayasına sıkarak kokluyordu. Sıktıkça sıkıyor, nefes alış verişi hızlanıyor, ama belli ki burnuna bir koku gelmiyordu. Yanına gidip, dolandırıcı kurbanı olduğunu söyleyeyim dedim, ama baktım olan olmuş, o da vurgun yediğini geç de olsa anlamış. Yarasına bir parmak tuz da ben basmayayım diye, sessizce oradan ayrıldım.
Neyse, bu dolandırıcılık hikáyelerini elime ulaşan çok güzel bir fıkrayla tamamlayıp, Pazar keyfinize katkı sağlayayım.
HAK YOLUNDA HALT EDENLERİN FIKRASI Almanya’da din motifli bazı yardım kuruluşlarının başkanları özel bir toplantıda yanyana gelmiş konuşuyorlar. Konu dönüp dolaşıp, toplanan paralara ve onların hak yolunda kullanılmasına gelmiş. İlk olarak bir Yahudi yardım kuruluşunun yetkilisi sözü almış;
"Biz topladığımız paraları 5 metre öteye bir çizgi çizerek, çizgiye doğru fırlatırız. Çizgiyi geçenleri hak yolunda kullanırız, geçemeyenler de bize kalır."
İkinci olarak bir Hıristiyan yardım kuruluşunun yetkilisi söz almış;
"Biz de benzer bir yöntem kullanıyoruz. Kilisede toplanan paraları 5 metre öteye koyduğumuz bir kavanoza atarız. Kavanoza girenleri hak yolunda kullanırız, girmeyenler bize kalır" demiş.
Son olarak bizim
Deniz Feneri’nin yetkilisi söz almış. O da;
"Bizde de durum pek farklı sayılmaz" diyerek konuşmasını sürdürmüş,
"Biz de topladığımız paraları yukarıya doğru fırlatırız, Yüce Rabbim ihtiyacı olduğu kadarını içinden alır, gerisi bize kalır."Yazının Devamını Oku