Zurnanın son deliği ve zırt dediği yere gelmek

Eleştiren bir kişi işin tepki göstermenin en kolay yolu, "Cevap vermeye gerek duymuyorum. Kendisi zurnanın son deliğidir..." cümlesini kurmaktır.

Müzik kültürü fakiri olduğum için de, zurnanın son deliğinin ne işe yaradığını hep merak eder dururdum. Geçenlerde bir zat benim için bu sözleri söyleyince araştırdım, öğrendim. Bir de siyasetçi bir büyüğümüz "Zurnanın zırt dediği yere geldik..." vecizesini söyleyince bilgi eksikliğimin iyice farkına vardım. Sahi ya, zurnanın nerede, nasıl, niye "zırt" dediğini bilmiyordum. Onu da merak ettim.

Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen "zurna"nın özelliklerini öğrenmek fazla vaktimi almadı. Sözlük karşılığına baktım. "Dilliler bölümünden bir álettir, boyu 30-56 santim arasında değişir, batıdan doğuya gittikçe boyu kısalır" yazıyordu. Ayrıca "Biri gövde, öbürü sipsi, iki kısımdan oluşur" diye ilave ediliyordu.

Azeri, Özbek, Tacik ve Gürcü soydaşlarımızın Türkiye’ye zurnayı nasıl soktuklarını Hızır Ağa ve Evliya Çelebi külliyatından teferruatıyla öğrenebilirsiniz...

AVANTA(J)LI ZURNA PEŞREVİ

Şimdi gelelim icraatlarıyla hepimizi zurna gibi sarhoş eden ve zurnanın son deliğine getiren Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e... Her gün yeni bir marifetini öğrenip, nasıl peşreve geldiğimizi anlıyoruz. Doğalgaz sayaçları, otobana dönen yollar, 15 yıldır yerinde sayan metro yatırımları, halkın park alanına tecavüz eden özel villa derken, belediyenin garip bir emlak takasına da tanık olduk. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın damadının bir bina karşılığı avanta(j)lı belediye arsasına sahip oluşunun öyküsünü duyduk. 1,5 milyon TL’lik binaya karşı, 6 milyon TL’lik arazi. İlgili yerlerden bir sürü açıklamalar geldi ama herkes gibi ben de tatmin olmadım, zurna peşrevini dinledim durdum.

Şunun şurasında zurnanın zırt dediği yere gelmemiz için 3 aydan kısa bir süre kaldı. 29 Mart seçimlerinde Başkentli peşreve tamam mı, değil mi kararını verecek. Bense her gün onlarca insanın sıkıntısını dile getirecek yazılarıma devam edeceğim. Yine yaya haklarını rafa kaldıran yollardan bahsedeceğim, kavşak ve alt geçitlerle donanan cadde ve sokakların trafik sıkışıklığını daha da arttırdığını dile getireceğim, belediyenin keyfi uygulamalarının şehrin ruhunu öldürdüğünü söyleyeceğim. Tabii, metro için kılını kıpırdatmayan Melih Gökçek’ten hesap sormaya devam edeceğim.

KARANLIKLAR ÜLKESİNİN GİRİŞ KAPISI

Geçenlerde havalimanından şehre dönerken yollardaki aydınlatma direklerine gözüm takıldı. Yarıdan fazlası yanmıyordu. Merak ettim, Eskişehir yolu, Konya yolu, Turan Güneş Bulvarı gibi ana arterleri de gezdim. Onlardaki lambalarda havalimanı yolundaki emsallerinden farksızdı. Sanıyorum her bir direk ve tesisatı için ciddi paralar ödenip, yeniden yapılmışlardı. Ama şaka gibi yolların bir bölümü karanlık, bir bölümü aydınlık konumlarını hiç kaybetmemişlerdi. "Madem, yanmayacaktı, niye bu kadar paralar harcandı?" sorusunu sormadan edemedim. Örneğin, Konya yolundan Oran’a dönülen ve yapımı iki ay önce tamamlanan kavşak "Karanlıklar ülkesinin" giriş kapısı gibiydi. Üç şeritten iki şeride bir anda düşen yolun yanlış tasarımının yanı sıra bir de karanlığı kazalara davetiye çıkarır gibiydi. Tıpkı Ümitköy girişindeki kavşak gibi.

Zaten şehrin Kızılay, Tunalıhilmi, Arjantin Caddesi gibi piyasa yapılacak caddeleri akşam karanlığına teslim olurken, yayalar için bile tehlikeli değil mi? Bazen düşünüyorum da, cadde ve sokaklarındaki gezinti alanlarıyla ruh kazanan şehrin, sosyal hayatı özellikle mi baltalanıyor. Zira Ankara’nın dört bir tarafında mantar gibi biten ve bitmeye de devam eden alışveriş merkezleri cazibe merkezi haline mi getirilmek isteniyor. Çağdaş ve ileri ülkelerdeki emsallerine bakınca birçoğunun şehrin dışında olması gereken bu AVM’ler için şehir kasıtlı mı karanlıklara gömülüp, otobana dönmüş yollarıyla trafiği güvensiz hale getiriliyor?

ESKİ ANKARA ÇARŞILARI BURAM BURAM TARİH KOKUYOR

Geçen hafta nereden esti bilmiyorum, ama rüzgára tutulmuş yaprak gibi bir oraya bir buraya savrulup, belki de yıllardır gitmediğim yerlerde gezinmeye başladım. Biraz geçmişe özlem, biraz merak derken de kendimi Ulus’taki çarşıların içinde buldum. Ankara Kalesi eteklerinde yan yana sıralanan çarşılardan neredeyse hepsine girip çıktım. Koyun Pazarı, At Pazarı, Çıkrıkçılar Yokuşu, Saman Pazarı derken zamana karşı ayak direten tarihi mekánlarda dolaştım durdum.

Bir yanda Ankara Kalesi, diğer yanda At Pazarı, Koyun Pazarı, Saman Pazarı, Bakırcılar Çarşısı, Çıkrıkçılar Yokuşu ve Pirinç Han. Anladım ki Ankara’nın bu tarihi yerlerinde değişen sadece takvim yaprakları. Geçmiş yüzyılın penceresinden de, 2 binli yılları yaşadığımız bu yüzyılın çerçevesinden de görüntü aynı. Biraz eskimişlik, biraz dökülmüşlük göze çarpsa da, yel değirmenleriyle savaşan Donkişot ruhlu ustaları, nostalji kokan eserleriyle yine ziyaretçilerini bekliyor.

ANKARA ’NIN TARİHİ ÇARŞILARI SON ÇIĞLIKLARINI ATIYOR

Geçmişte bu yokuşları tırmananlar, çıkrıklarının yenilenmesi için uğraşır, saman pazarında hayvanları için balya balya saman yükler ve atına nal çaktırırdı. Koyun Pazarı’ndan etini alıp, bakırcılarda lengerini, tasını, kara dipli tenceresini kalaylatanlar ise hiç azımsanmayacak çoğunluktaydı. Bugün ise gidenlerin amaçları çok farklı. Geçmişin güzelliklerine meraklı birkaç koleksiyoncu, aile büyüklerinden kalan hasarlı eşyasına çare arayan insanlar ve ucuza süs eşyası bulmaya meraklılar hepsi o kadar.

Her pazarın girişi ve çıkışı arasında değişen dekor da bir o kadar etkiliyor insanı. Ama Bakırcılar Çarşısı en belirgin olanı. Elleri titreyerek 50 yıllık uğraşını hala sergilemeye çalışan bir ustanın yine titrek çıkan sesiyle söylediklerine kulak veriyorum, "Siz eksiden görecektiniz buraları. Çekiç sesinden kulaklar sağır olurdu. Şimdiki bir kaç meraklıya çalışıyoruz " derken buruklaşıyor.

Kalaycılar da onlardan farksız, üç beş kamu şirketi de olmasa batacaklarını biliyorlar. Kısacası bütün esnaf eskiyi özlemle anıp, hiç değil mi turizm için bu tarihi dokunun korunmasını istiyor. Ancak bilmiyorlar ki, yeni imar planıyla Ankara’nın tarihi çarşıları son çığlıklarını atıyor.

ORTA KUŞAK MEKANI 25’İNCİ YILINDA

Size çok özel bir mekándan bahsetmek istiyorum. Adı Siyah BeyazÖ Diplomatından işadamına, tiyatrocusundan ressamına kadar birçok insanı aynı ortamda buluşturan Ankara’nın bu ünlü barı tam 25 yaşına bastı. Siyah Beyaz, galeri ve bar olarak iki ayrı kavramı birlikte sürdüren ender yerlerden biri. Geçmişten geleceğe yolculuk yapmak, hele 1940’lardan bu yana klasikler arasında yer almış ünlü caz ve rock ustalarıyla buluşmak ve nostaljiye takılmak isteyenler için dinlendirici mekanların başında geliyor.

Galeri-barın sahibi mimar Faruk Sade ile eşi Fulya Hanım’ı çok eskiden beri tanırım. İkisi de ticari kaygılardan uzak, dost meclisi ve sanat aşığı birer insan. Özellikle Faruk Sade için eski dostlarının önemi çok büyük. Bu yüzden de orta kuşak mekanı olarak çizdiği stratejisini hiç bozmuyor. Ancak işletmesinin dokusu ve ilkelerini bozmadan her nesle hitap etmenin yollarını da sunuyor.

Bu arada gitmeyenler için Siyah Beyaz’ı kısaca şöyle tarif edeyim. Mekandan içeriye ilk adım atanlar için duvarlara egemen siyah beyaz lekeler göze çarpıyor. Yaklaştıkça bu lekelerin, iki bine yakın siyah beyaz fotoğraf olduğunu fark etmek ise gecikmeden algılanıyor.

Zemin beyaz, yüksek tavanlar siyah. İki zıt rengin böylesine sıcak bir iklim yaratacağı umulmaz ama bu duyguyu tamamlayan, üstelik daha da güçlendiren, müdavimlerin kaynaşması. 1940’lardan bugüne kadar uzanan yolda ünlenmiş caz ve rock ustalarının çalan parçaları ise müzik düzeninin vazgeçilmez konukları. Nat Kingcole’den Dean Martin’e, Paul Anka’dan Rolling Stones’a, Paul Simon’dan Eric Clapton’a neredeyse tüm yıldızları dinleyebiliyorsunuz.
Yazarın Tüm Yazıları