8 Mart 2009
Birçoğu neredeyse Cumhuriyetimizle yaşıt elçilik binaları Ankara’nın toplumsal yaşamında önemli bir yer tutar. Hatta bir bölümü adres tariflerinin mihenk taşı gibidir. "Filanca elçilikten sağa dön, tam karşındaki bina" cinsinden anlatımları çok duyarız. Aslında çeşitli ülkelere ait elçilik ve rezidans binalarının bulunduğu cadde ve sokaklar da ayrı bir anlam taşır. Bazı cadde ve sokaklar kimi zaman o ülkeye, kimi zaman da hiç anlaşamadığı ülkelere ait isimleri taşır. Hal böyle olunca da, yabancı elçilikler arasında başkentin cadde ve sokaklarının isimlerini kapma konusunda gizliden gizliye savaş yaşanır. Nasıl mı? Fazla merakta bırakmadan yaptığım kısa bir araştırmanın sonuçlarını aktararak anlatayım.
Öteden beri hedef tahtası olarak gördüğü İran’a girmenin sinyallerini veren ABD’nin Ankara Büyükelçisi, İran Caddesi’nde oturur. Ayrıca İran’ın Orta Asya’dan stratejik komşusu olan Pakistan da bu caddedir. Buna karşılık ABD’ye inat rejimini devam ettirmeye kararlı İran’ın Büyükelçilik posta adresi Tahran Caddesi’dir.
CADDE VE SOKAK İSİMLERİNDE ELÇİLİK SAVAŞLARI
Filistin’in varlığını kabul etme konusunda yıllarca ayak direyen İsrail, Mahatma Gandi Sokak da yer alırken, Türkiye’nin yıllar önce devlet olarak tanıdığı Filistin’in Büyükelçiliği Filistin Sokak’tadır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Hindistan ile Pakistan’ın ayrılmasında önemli rol oynayan Pakistan’ın lideri Muhammed Ali Cinnah’ın adı Ankara’nın en ünlü protokol caddesinde yaşar. Hindistan ve Pakistan zaman zaman şiddetlenen Keşmir-Cammu çekişmesiyle savaşın eşiğine gelse de, Hindistan’dan Ankara Büyükelçiliğine gönderilen mektuplar Pakistanlı lider Cinnah’ın adını taşıyan caddedeki adresine ulaşır.
Dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusunun yaşadığı ve laiklik ile şeriat arasında mücadelelere sahne olan Endonezya’nın Ankara Büyükelçiliği ise İslam’a karşı tavrından dolayı "Allah düşmanı" manasında "Adüvvullah Cevdet" diye anılan Abdullah Cevdet Sokak da yer alır.
Hollanda ve Fransa en şanslı elçilik binalarına sahiptir ki, biri Hollanda Caddesi’nde, diğeri ise Paris Caddesi’nde konumlanır. Keza Romanya Elçiliği Bükreş Sokak’ta, Azerbaycan Elçiliği Bakü Sokak’ta, Fas Elçiliği Rabat Sokak’ta yer alır. Almanya, Willy Brand Sokak’ta, Macaristan ise Layoş Koşut Caddesi’nde konuşlanır ki, ülkelerine ait önemli bir şahsiyetle temsil edilirler.
BU HAMSİLER KOLAY SOFRAYA GELMEDİ
Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal ile tanışmamız yıllar öncesine dayanır. Tarih 1978 yılını gösterirken, Hacettepe Üniversitesi’nde idealist bir tıp adamı olarak karşıma çıkmıştı. ABD’de öğrendiklerini ülkemize aktarmak üzere organ naklindeki çabaları ilgimi çekmişti. Bu konuda yoğunlaşmış birikimi vardı, ama yeterli maddi ve manevi desteği bulamamanın sıkıntısını yaşıyordu. Bir yandan insanüstü çabalarına, diğer yandan da ülkemizde organ naklinin ne işe yaradığını bilmeyen insanların ezici çoğunluğuna tanık olmuştum.
İşte böylesine vahim bir görüntü içinde Haberal, yılmadı, çalıştı ve insanlara organ naklinin yaşam kurtardığını göstermeye başladı. Bir yandan organ yasalarının çıkması için müthiş mücadele verdi, diğer yandan da Türkiye Organ Nakli Vakfı’nı kurdu. Hep gözümün önündedir, vakıf merkezi üç beş sandalye, bir çalışma masasından daha fazla mal varlığına sahip değildi. Derken diyaliz makineleri gelmeye, yatakların sayısı bir bir çoğalmaya başladı. Dahası Haberal’ın gönüller ordusuna her gün yeni neferler katılırken, hastalar için umut ışığı gitgide güçlendi.
KADAVRA ORGANLAR GÜMRÜĞE TAKILMIŞTI
Sevindirici bir diğer olay da yurt dışındaki tıp merkezlerinden gelmeye başlayan kadavra organlardı. Zira ülkemizde organ bağışı ile kadavradan tedarik edilebilecek organ sayısı neredeyse sıfıra yakındı. İnsanlarımız böbrek yetmezliği gibi birçok hastalıktan boş yere ölürken, bağışlarla yaşama tutunacaklarını bilmiyorlardı. Özel saklama kaplarında uçak kargosuyla gelen ilk kadavra böbreklerde oluşan sıkıntıları halen unutamam. Kutu içindeki böbrek kısa bir sürede hastaya nakledilmesi gerekirken, bizim gümrükçülerin prosedürüne takılması üzerine, zamana karşı verilen yarışlar bugün bile aklımda. Aslında gümrükçülerin çıkardığı bu güçlükler Haberal’ın dünya rekoru kırmasını sağlamıştı. Geliştirdiği teknikle, böbreklerin canlı kalmasını sağlayan özel karışımının işlev süresi artmış ve üst üste dünya rekorları kırmıştı.
Üç odalı bir dairede start alan vakfı, gitgide büyümüş, peş peşe diyaliz makineleri alınmış ve hastane normlarına bürünmüştü. Onu başka illerdeki merkezlerde takip etmiş ve yetiştirdiği elemanlarıyla beraber böbrek hastalarının kurtarıcısı olmuştu. Bense, onun takdire şayan bu çabalarına hayran kalmış ve tüm aşamalarında ona yazılarımla destek verip, toplumu aydınlatma çabasına girmiştim.
İdealist çizgisinden hiç şaşmayan bu vakıf, zamanla tıp alanında yeni şirketleri, rehabilitasyon merkezlerini ve en sonunda da Başkent Üniversitesi’ni yaratmıştı. İşte bu üniversitenin, daha doğrusu Karadenizliliğiyle her zaman övünen Mehmet Haberal’ın geleneksel hale getirdiği Hamsi Günü’nde yaşananlar gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Tavasından tatlısına, turşusundan mezesine hamsinin onlarca çeşit yemeğini tadarken zaman zaman hüzünlendim. Ama daha çok ilerlemiş yaşına rağmen idealist kalmayı becermiş Haberal’ın yarattığı şifa dünyasıyla gururlandım. Sofradaki bir hamsi parçası kadar katkım olduysa ne mutlu bana.
ÇAMUR DERYASINDA DOĞDU, KUM FIRTINASI YARATTI
Başkentte en hoşuma giden şeylerden biri de kendi alanında üstün çaba gösteren ve başarıdan başarıya koşan insanların bolluğudur. Hiç kuşkusuz bunlardan biri de Ankara Giyim Sanayicileri Derneği (AGSD) Başkanı Canip Karakuş’tur. Çamur deryasından doğan tekstil üssü Balgat’ı tanıtmak, üstüne üstlük İstanbul’un Mahmutpaşa, Merter ve Osmanbey gibi tekstil merkezleriyle yarıştırmak onun eseridir. Bunu da meslektaşlarını dernek çatısı altında toplayıp, ülkenin ilgisini çekecek etkinliklerle sağladı. En önemli girişimi de bu yıl 17’incisi gerçekleşen "Başkent Moda Günleri" oldu. Sheraton otel’de gerçekleşen defilede medya aracılığıyla tüm Türkiye Ankara tekstilinin gücünü gördü, Anadolu’nun dört bir tarafından gelen mağaza sahipleri vitrin ve rafları için büyük anlaşmalar yaptı.
Canip Bey’in yılmadan, binbir güçlükle sürdürdüğü defile organizasyonuna sırf bu çabaları desteklenmek için gittim. Ön sıradaki protokolün arasına monte edilmem ısrarlarına rağmen, gerilerde oturmayı yeğledim. Tüm salonu kuşbakışı izleme arzumun yanı sıra şık bayanların öndeki koltuklara daha yakışacağını düşündüm. Zira öne, tören kıtasının askerleri gibi dizilmeyi seven erkekler ordusunun bir neferi olmak istemedim.
"Kum fırtınası" temasının işlendiği defile başladı ve tüm salondakiler gibi salına salına yürüyen mankenlerin sunduğu şovu izlemeye koyuldum. Dekoltesi bol gece elbiselerinden hamile giysilerine, spor giyimden tesettür kıyafetlerine kadar her tarzda ürünler mevcuttu. Doğal olarak da bu karışım, Ankara panoramasını en iyi şekilde yansıtıyordu. Daha önceki defilelere göre bu yıl konukların kıyafetlerini daha özenli ve gecenin şanına uygun seçmiş olduğunu fark ettim. Kısacası podyumun üstü de yanı da güzel görüntüler sergiliyordu. Gecede tek anlamadığım unsursa bir mankenin fenalık geçirip, yere düşmesiyle; salonda o kadar insan varken yardımına ilk koşanların ATO Başkanı Sinan Aygün ile Safiye Soyman’ın ekürisi Faik Öztürk’ün olmasıydı. Ne tesadüf değil mi? Anlaşılan önde, protokol sırasında oturmanın başka özellikleri de varmış!
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2009
Ankara bir yanda küresel krizle boğuşurken, diğer yanda da 29 Mart’ta yapılacak yerel seçimler nedeniyle ezeli bir rekabete sahne oluyor. Türkiye’nin en önemli dördüncü makamı olarak değerlendirilen Büyükşehir Belediye Başkanlığı için dört dönemdir başkanlık koltuğunda oturan Melih Gökçek ile DSP destekli, CHP adayı Murat Karayalçın kıyasıya yarışıyor. Sağ cephede Gökçek’in karşısına MHP’nin adayı olarak çıkan Beypazarı Belediye Başkanı Mansur Yavaş ise yarışta "ben de varım" diyor.
Dört dönemdir yoksul halk kesimlerini gıda paketleri, kömür torbaları ile kendine mahkûm eden Gökçek; raylı ulaşım sistemleri yerine yaptığı alt ve üst geçitler, köprülü kavşaklarla Başkent’i tam anlamıyla ’modern köye’ dönüştürmekle suçlanıyor. Gökçek’in Ankaralıları çileden çıkaran son icraatını ise Türkiye’nin en kaliteli şebeke suyuna sahip bu kentin musluklarından artık ’zehir tartışmasının yapıldığı su’ akması oluşturuyor.
Başkent adaylığı için başında bulunduğu SHP ile yollarını ayıran Karayalçın ise; uygulayacağı tedavi programıyla Ankara’ya kaybettiği itibarını iade edeceği sözünü veriyor. Ancak ihtiyacı olan her aileye 600 TL’lik sosyal yardım paketi ulaştıracağını söylemesi ise; "Gökçek insanları hazıra alıştırdı, yardım paketleriyle oy topluyor" eleştirileri yöneltenleri umutsuzluğa itiyor. Ancak planlı yapılaşmanın simgesi Batıkent, Dikmen vadisi ve metronun temellerini atan kişi olması nedeniyle Karayalçın, özellikle sosyal demokrat kesimin tüm oylarını toplayacak görünüyor. Yardım paketi projesi ise, Gökçek’e mahkûmiyetten bıkan yoksulların oyunu hedefliyor.
Karayalçın’ın en önemli söylemini ise Kızılırmak suyunu gerçekten arıtan bir tesis yapmanın ötesinde, Gerede havzasındaki ’zehirli olmayan suyu’ Ankara’ya getirmek oluyor. Bu söylem de çok tutmuş görünüyor ki, Melih Gökçek, hemen Gerede Projesini programına alıyor. Bu durumda da vatandaş haklı olarak şu soruyu soruyor. "Madem Gerede projesini yapacaktın da, Kızılırmak suyuna ne gerek vardı? "
Zaten bu seçim döneminde lafla peynir gemisi yürütmenin doruklara ulaştığı söylemlere tanık oluyoruz. Nasıl mı? Özellikle Gökçek’in geçmiş icraatlarını şöyle bir hatırlarsak ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
ALTIMIZI OYDU, METRO YERİNE OTOBANI KOYDU
Aslında herkes biliyor ki, büyük kentlerde ulaşımın ana çözümü toplu taşım araçlarında. Yani hafif raylı sistemlerde, metrolarda ve düzenli işleyen otobüslerde. Gel gör ki, toplu taşım araçları yönünden Başkent çok gerilerde. Daha doğrusu kavşak, alt üst geçit ve otoban sevdası yüzünden ihmale uğramış durumda.
Aslında Ankara, Türkiye’nin gelişmiş ilk metrosuna ve raylı sistemine sahip, ama ilk olma dışında başka bir özelliği yok. Birçok ana arterinde metro çalışması var ama, çukurlar, tüneller kazıldığıyla kalmış. Yıllardır ne bir ray döşeniyor, ne de vagon siparişi veriliyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’da bu durumun farkına varmış olacak ki, Ankara’da yerel seçim startını verdiği gün metronun Ulaştırma Bakanlığı tarafından tamamlanacağını söyledi. Bu demektir ki, belediye başkanı Melih Gökçek’te olsa, Mansur Yavaş’ta olsa, Murat Karayalçın’da olsa metroyu Ulaştırma Bakanlığı bitirecek. Tabii, Gökçek seçimleri kaybeder de, Başbakan, "Ben bu işten caydım" demezse. Böyle bir davranışın hiç etik olmayacağını, güvenirliğine gölge düşüreceğini ve yalancının mumunun yatsıya kadar yanacağını Başbakan herkesten çok iyi bilir.
KALDIRIMLAR DARALIYOR YAYALAR BUNALIYOR
Melih Gökçek, 1998 yılında başlayan Akay Kavşağı projesinden sonra, Ankara’yı kelimenin tam anlamıyla bir "köstebek yuvasına" çevirdi. Seri halde başlayan alt geçit ve üst geçit projelerinin ilki sayılan Akay Kavşağı projesi, çok fazla eleştirildi. Hiçbir işe yaramadığı, çok yüksek paralara mal olduğu gibi eleştiriler, o dönemde gazete sayfalarını doldurdu. Ama hiç biri Gökçek’i yıldırmadı. Birbiri ardına açılan iptal davalarına rağmen, Ankara’nın ortasından bir otoban geçirdi. Çankaya’yı, Esenboğa’ya, trafiğin hiç aksamadan akması hayaliyle birleştirmeye karar veren Gökçek, trafik tıkanıklığı gördüğü her yeri alt ve üst geçitlerle doldurdu, Ankara’nın çehresine, geri dönülmez müdahalelerde bulundu.
Kısacası Ankara’yı, kelimenin tam anlamıyla, sadece otomobillerin yaşadığı bir şehre dönüştürmeyi istiyor. Hal böyle olunca da yolların genişletilmesi için, yayaların kullandığı kaldırımlar, gitgide daraltılıyor.
BAŞKAN SEÇİLDİĞİNDE İLK İCRAATI SANATA TÜKÜRMEK OLDU
Şimdilerde Başkenti "Kültür kenti" yapmak istediğini söyleyen Melih Gökçek, koltuğa oturduğunda ilk çıkışını sanatın içine tükürerek yapmıştı. 1994 yılında, Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un, Altınpark’taki "Periler Ülkesi" isimli eserini, "Böyle sanatın içine tüküreyim. Ahlaksızlığın adını sanat koymuşlar" diyerek parçalatınca, bir anda tüm Türkiye’nin gündemine oturmuştu. Daha başkan seçildiğinin ilk yılında bu eylemiyle tepki toplayan Gökçek, daha sonraki süreçte yapacaklarının da sinyalini vermişti.
Heykel operasyonları ise bununla sınırlı kalmamıştı. Bakım için depoya kaldırılan kadınlar ve çocuklar heykelini de, yine "müstehcen" bulduğu gerekçesiyle, bir daha depodan çıkartmamıştı. Bu arada içine tükürerek parçalattığı "Periler Ülkesi" heykeli için de, eserin sahibi Mehmet Aksoy’a yüklü bir tazminat ödemek zorunda kalmıştı. Aslında Gökçek’in kültür anlayışı İbrahim Tatlıses gibi sanatçıları açık hava toplantılarında ve açılışlarda sahneye çıkarmaktan öteye gitmemişti. Her çeşit sanat dalında uluslararası etkinlikler, festivaller ve yarışmalar Melih Bey’in anlayışından çok uzaktı.
HUYUNDAN YETMEZMİŞ GİBİ SUYUNDAN DA ÇOK ÇEKTİK
2007 yazı, Ankara’nın tarihine "susuz yaz" olarak kazındı. Su konusunda gerekli tedbirleri almayan ve yatırımları yapmayan Melih Gökçek, Ankara’yı susuz bıraktı. Ankara aylar boyunca, bir tek damla suya hasret kaldı. Gökçek’in gereksiz yere suyu kesmesi ise sıcaktan kavrulan Başkent’e Kerbela’yı yaşattı.
Oysa 2004 yılında Ankara Büyükşehir Belediyesi uyarılmış ve birkaç yıl içinde yatırım yapılmadığı takdirde, Ankara’nın susuz kalacağı söylenmişti. Ama Gökçek, "Su önceliğimiz değil" diyerek, bu uyarılara kulak asmamıştı. Su konusunda Allah’a sığınan ve yağmur duasına çıkmayı önerirken, "Cenab-ı rabbim yağmur yağdırırsa, susuzluğa çare buluruz" diyerek, tarihi açıklamalarından birini yapmıştı..
Su krizi Ankara’da giderek büyüyordu. İşte günlerce süren su kesintileri devam ederken, devreye Başbakan Recep Tayip Erdoğan giriyor, daha doğrusu girmek zorunda kalıyordu. Bir gece Gökçek’i AKP Genel Merkezi’ne çağıran Erdoğan, rivayetlere göre onu epey haşlıyor ve "Hatası panik çıkartmak" diyerek eleştiriyordu. Zaten ertesi gün de su kesintileri son buluyor, birkaç günlük suyu kaldı denen Ankara’da daha sonraki günlerde su kesintisi yaşanmıyordu.
ZİHNİ SİNİR PROJELERİN SON VERSİYONU
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in 2004 seçimlerinde yeniden seçilmesi halinde yapacağı işleri sıraladığı bildirgesi elime geçti. Şöylesine bir gözden geçirirken "Zihni Sinir" projelerini çağrıştıran bölümlere takılıp kaldım. Uçuk kaçık projeler arasında neler yoktu ki? Ankara’nın sekiz ayrı girişine dev heykellerden restoranlar yapmak, safari alanları oluşturmak, maymunlar cenneti yaratmak. Kısacası say say bitmiyordu. Tüm bunlar ise Ankara’nın turizm kentine dönüşmesi için yapılacakmış. İşte, uçuk projelerden bazı örnekler:
Çubuk Barajı’nın yanında bulunan binlerce dönümlük ormanlık arazinin etrafını çitlerle kapatarak safari alanı haline getirecekmiş. Ancak üstü kapalı araçlarla gezilebilecek parkta, Afrika’daki safari alanlarında bulunan zürafa, fil, aslan gibi vahşi hayvanlardan oluşan sürüler dolaşacakmış. Bir başka bölgede de maymunlar cenneti yaratılacakmış. Dünyada bulunan birçok maymun cinsi bu özel alanda ziyaretçileriyle buluşacakmış. Bir diğer projeyle de, Ankara Kalesi’nin 150 metre uzağında bulunan tepede, iki tane dev yolcu uçağı restoran olarak hizmet verecekmiş. Yaklaşık 50 metre yüksekliğindeki özel direkler üzerine oturtulacak uçaklarda, Ankara’ya yukarıdan bakarak yemek yenecek, kanat kısımlarında kenti seyir zevki sağlanacakmış.
Peki bu projelerden gerçekleşeni, ya da başlananı var mı? Bırakın kazma kürek vurulmasını, bu gün hiç biri Sayın Gökçek tarafından telaffuz bile edilmiyor. Önümüzdeki yerel seçimin projeleri arasında neyi seslendiriyor? Dısneyland, Hayvanat Bahçesi ve Ankara Fuar Alanı. Anlaşılan o ki, 2004 seçimlerindeki Zihni Sinir Projeleri’ni unutup, büyük ihtimalle yine tozlu raflara kalkacak yeni projelerini sayıp duruyor.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2009
THY ile her uçak seyahatimde, pilot kabininin hemen yanındaki bölmede asılı duran nazar boncuğunu dikkatimi çeker. İlk sıradaki koltukların hemen önündeki panele sabitlenmiş boncuk, tabir-i caizse at nalı büyüklüğündedir. Belli ki, THY yönetimi uçaklarını kem gözlerden korumak için oraya astırmıştır. Bu nazar boncuğunu her görüşümde aklıma Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tüm il müftülüklerine yolladığı genelge gelir. Bu genelgede ne yazıldığına gelince...
"İnsanları hayrete hatta dehşete düşürecek tarzda bid’at ve hurafelerin taraftar bulmasını, özellikle türbe ziyaretlerinden şifa istenmesini, dilekte bulunulup ağaçlara bez ve çaput bağlanılmasını, nazar boncuğu vb. şeylerden medet dilenilmesini, akılla, mantıkla ve dinimizle bağdaştırmak asla mümkün değildir."
Aslında, Diyanet halk arasında elden ele dolaşan, pazarlarda satılan bu mavi camın hiçbir değeri olmadığını vurguluyor. Nazarlıklarda koruyucu bir kuvvet aramanın cehalet, akılsızlık, en tehlikelisi de şirk, yani Allah’a ortak koşmak olduğunu belirtiyor.
SAYILAR ARİTMETİĞİNİN SENTEZİ
Bu nazar boncuğu bana başka bir gerçeği daha hatırlattı. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemiz insanında da sayıların hayatımızı etkilediğine dair inancı... "Aman şeytan kulağına kurşun" sözcüğünün hemen ardından üç kez tahtaya tıklamak, aynı duayı üç kez ardı ardına okumak, adanan veya dilenen bir isteğin yerine gelmesi için 7 kez dönüp durmak gibi bir sürü uygulama toplumsal yaşamımızda var olan inanışlar arasında... Aslına bakarsanız sayılardan medet umma alışkanlığı bir hayli eskilere dayanıyor.
41 kere maşallah demek, çocuğu 40 günlük olduğunda aile içi küçük bir törenle yıkamak gibi bir takım gelenekselleşmiş olaylar da yine sayıların bir kerameti olarak karşımıza çıkıyor. 13 rakamının uğursuzluğuna inanmak, üstelik bu 13’ün ayın bir Cuma gününe denk gelmesi sonucu daha da kötü şeyler beklemek, kimilerine göre batıl, kimilerine göre yerinde bir davranış olarak algılanıyor.
İnanışlara, bölgelere ve birbirine göre değişimler gösteren bu sayılar aritmetiğinin içinden sentezler çıkaranlar da azımsanmayacak kadar çok gözüküyor.
İNANÇLARIN SAYILAR ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Sayıların bu karmaşık dünyasını araştıran yazar Annemarie Schimmel kitabında ilginç saplamalarda bulunuyor. Schimmel’e göre "Bir" rakamı tanrıyı simgeliyor. Araştırmalarını geniş bir yelpazede sürdüren yazar Schimmel, İslam kültürü uzmanı olarak değerlendiriliyor. Sayıları Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet kavramlarına göre inceleyen yazar, Aztek uygarlığından Kızılderili kültürüne, Çin felsefesinden egzotik Hint düşüncesine kadar örneklemeler yaparak konuyu irdeliyor. "Sayıların Gizemi" olarak adlandırdığı kitabı değişik düşüncelerin ve görüşlerin yaptırımlarını anlatıyor.
Bazı sayıların uğurlu, bazı sayıların da uğursuz olarak nitelendirilmesi yine inanç sistemleri ile ilintili görülüyor. Hıristiyanlar "13" rakamını uğursuz kabul ediyor. Hatta bu sayı en korkunç rakam olma özelliğini koruyor. Öyle ki, batılılarda yerleşik bir inanış 13. kat sendromu haline bile dönüşüyor. Bu rakamla başlayan evler, daireler, sokaklar, katlar, ofisler, kod numaraları tepki çekiyor. Fiyatların düşmesine, alıcı bulunmamasına, hatta bu günlerde iş randımanının ve gücünün kaybına bile neden olabiliyor.
Hıristiyanlar için 13’ün uğursuzluğu, İsa’nın katledilişi ile bağlantı taşıyor. İnanışa göre, İsa ayın 13’üne rastlayan bir Cuma günü, 13’ncü müridinin ihaneti sonucu öldürülüyor. Bu nedenle, 13 rakamı bu inanca bağlı kişilerde nefret uyandırıyor. Üstelik bu nefret öylesine güçlü ki, kimse evinde 13 kişilik konuk ağırlamıyor. Toplantılar 13 kişi ile gerçekleştirilmiyor. 13. cumaya denk geliyorsa, çalışma gücü düşüyor. Çünkü çoğu kişi işe gitmiyor. Uçak yolculukları iptal ediliyor.
6 MÜKEMMEL 7 VE 3 RAKAMI KUTSAL SAYILIYOR
6 Tanrı tarafından yaratılan dünyanın mükemmel sayısı, 7 ve 3 sayıları ise kutsal kabul ediliyor. 21 mükemmelliğin vazgeçilmez sembolü, 72 bolluğu ifade eden sayı olarak kabul ediliyor. İslamiyet’te ise 40 sayısının çok büyük bir önemi bulunuyor.
13 sayısı nasıl İsa ile ilintiliyse, İslamiyet’te de 40 rakamı Hazreti Muhammed ile bağıntılı bulunuyor. Hazreti Muhammed’in isminin başında ve ortasında bulunan mim harfi sayısal anlamda 40 olarak değerlendiriliyor. Peygamberimizin ilk vahini 40 yaşında alması, 40 sayısının peygambere ait bir sayı olduğuna inanılması düşüncesini kuvvetlendiriyor.
Hamileliğin 40 hafta sürüşü, 40 gün süren Nuh Tufanı, Hazreti Ali’nin 40 müridi, 40 şehitler, 40 erenler gibi oluşumlar da İslamiyet’te 40 sayısı inancını pekiştiriyor. "Bir kahvenin 40 yıllık hatırı olması","Bir işi başarmak için 40 fırın ekmek yemek", "40 gün 40 gece süren düğünler","40ıncı gününden sonra lohusaların yataktan çıkmaları","Çocuğun 40 günlük olmasının önemi","40’ından sonra değişmek","40 kapının ipini çekmek" gibi tüm söylemlerin 40’a dayalı bulunması da İslamiyet teki inanışı gösteriyor.
Bazı inanışlara göre de, dünyanın sonu gelmeden önce Mehdi’nin 40 yıl dünyada yaşayacağına inanılıyor. Dünyanın yok olmasından sonra, 40 yıl yeryüzünün kararacağına, yeniden bir oluşumun 40 yıllık bir zamana yayılacağına, Tanrının Adem’i yaratırken hazırladığı çamuru 40 günde yoğurduğuna dair inanışlar da bulunuyor.
7 RAKAMININ İLGİNÇ BAĞLANTISI
Peki, "7" rakamının gizemine ne demeli? Geçenlerde e-posta adresime gelen bir yazıya göre, hafta 7 gün, gökkuşağı 7 renk, gökyüzü 7 kat, dünyada var olmuş 7 kıta, soyumuz 7 göbek, dünyanın etrafında 7 gezegen, büyükayı 7 yıldızlı, insan 7 çakralı, notaların sayısı 7...
Eh madem 7 rakamı bu kadar önemli, o halde birazdan sayacağım başlıkları da düşünebiliriz. Hürmüz bile 7 kocalı, kedi 7 canlı, dinlenmek haftanın 7. gününde, 7 tepe üstüne Rio, 7 tepe üstünde Roma, 7 tepe üstünde İstanbul, James Bond bile 007, Pamuk Prenses ve 7 cüceler. Ve, "Türkiye" 7 harf, Türkiye 7 bölge, 7 Cihan üstümüze gelse, Türküz 7’den 77’ye ve Atatürk koca koca 7 harf.
TREN HIZLANDIKÇA YAŞAMIMIZ DEĞİŞECEK
Atatürk Cumhuriyeti’nin en büyük özlemiydi, tüm yurdu demir ağlarla örmek. Ama olmadı. Atatürk’ün başlattığı hamle bir türlü tamamlanamadı. Cumhuriyetin bütün hükümetleri, demir yollarına değil de karayoluna daha çok önem verdi. Yurdun dört bir yanı, asfalt kaplandı. Oysa çağdaş ülkelere bakıldığında, kara taşımacılığının büyük bir yüzdesini demiryolları üstlenir. Demiryolları, hem güvenli hem de ucuz ulaşımın en önemli yoludur. Biz bunu başaramadık. Son 25 yıldır ise bir "hızlı tren"dir tutturduk gitti. Amaç; İstanbul ve Ankara gibi iki büyük şehri, demiryoluyla birbirine, en hızlı şekilde bağlamak. Son 25 yıldır iktidara gelen her hükümet bunu başarmak için uğraştı durdu. Ama yine gereken hamleler bir türlü atılamadı.
AKP hükümeti ise yaşadığı korkunç tren kazası sonucu, sanki bu hamleyi mecburen yapmak zorunda kaldı. 2004 yılında Pamukova’da gerçekleşen ve 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan "Hızlandırılmış tren" kazasından sonra, hızlı tren çalışmalarına önem verildi. Böylelikle, Haziran 2003’de temeli atılan Ankara-Eskişehir-İstanbul güzergáhında yolcu ve yük taşıyacak olan hızlı tren projesinin ilk etabı olan 236 kilometrelik Esenkent-İnönü Yüksek Hızlı Tren Hattı’nın inşasına başlandı. Ve nihayet artık hızlı trende son aşamaya gelindi.
Türkiye, Hızlı Tren’de kullanılan trenleri İspanya’dan alıyor. CAF firması tarafından imal edilen hızlı tren setleri, saatte 250 kilometre hıza sahip. Bir set, 419 yolcu kapasiteli ve 6 vagondan oluşuyor.
HIZLI TRENİN İLK YOLCULARI KUM TORBALARI
2008 yılının Temmuz ayı başında trenin deneme sürüşleri başladı. 80 kiloluk 417 adet kum torbasının yerleştirildiği trende, fren, hızlanma, savrulma gibi yönleri test ediliyor. Değişik hızlarda, ne kadar durma mesafesine sahip olduğu anlaşılmaya çalışılıyor...Deneme sürüşlerinden yeteri kadar veri alınıp, trenin tamamen güvenli olduğuna karar verilirse en kısa zamanda yolcu taşınmasına geçilecek. Trenin, Ankara-Eskişehir arasını 1 saat 10 dakikaya, Ankara-İstanbul arasını ise 2,5- 3 saate indirmesi bekleniyor.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2009
Aradan tam bir hafta geçti, sorularıma Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’ten tek bir cevap yok. Aslında yanıtını beklediğim sorular öyle çok zor ve araştırılması gereken bir içerikte değil. Sadece Turan Güneş Bulvarı üzerindeki Funda Sitesi’nde oğlu için aldığı villanın kanunsuz olarak halka ait park alanı ile trafo merkezini bahçesine katış hikáyesini öğrenmek istedim, hepsi o kadar. Bir de televizyon programında söz verdiği halde bu alanları bir buçuk yıldır geri vermemesinin gerekçesini. Her konuda laf yetiştiren, kendince açıklama yapan Sayın Gökçek’in ağzından bu kadar basit bir konuda tek laf çıkmaması normal mi? Bence normal, zira bu konuda diyecek tek sözü yok. Cevaplasa ne söyleyecek; "Evet, halkın park alanı yanlışlıkla bizim bahçeye girmiş. Üstelik trafo merkezi de ona eşlik etmiş" mi diyecek?
Bir buçuk yıl önce Kadir Çelik’in hazırladığı Objektif programında bu soruya kendince bir cevap bulmuştu ama, bugün aynı sözleri söylese kargalar bile gülmez miydi? Programı izleyenler ve köşemi takip edenler iyi hatırlayacaktır, benim bu kamu alanlarını işgal etme konusunu açmam üzerine; " Siz yazana kadar buranın halka ait park alanı ve trafo merkezi olduğunu bilmiyordum. Çankaya Belediyesi gelsin alsın" dememiş miydi? Aradan bu kadar zaman geçtikten sonra aynı bahaneye sığınacak hali yoktu ya!
VİLLADA DA KOOPERATİFTE DE YANIT AYNI
Ancak, MHP Grup Başkan Vekili Oktay Vural’ın belgeleriyle kamuoyunun bilgisine sunduğu son kooperatif vakasından sonra Melih Gökçek’in benzer açıklamasını okuyunca çok güldüm. Vural, Ankara Büyükşehir Belediyesi bürokratlarının, belediyenin 30 bin metrekare arsasını, kendi aralarında kooperatif kurarak düşük bedelle satın almaları skandalını belgeleriyle açıklıyordu. Melih Gökçek de cevaben, "Haberim yok, basından öğrendim, soruşturma emri verdim" savunmasını yapıyordu. Yani konular farklı, cevaplar aynı. "Benim haberim yoktu!"
Sizce bu son cevap mantıklı mı? Kooperatifin Başkanı, aynı zamanda Büyükşehir Belediyesi Teftiş Kurulu’nun da Başkanı. Başkan yardımcısı ise İmar Dairesi Başkanı... Diğer yöneticileri de en yakınında çalışan kişiler. Bu kooperatif olayı Encümen’den geçiyor, onaylanıyor, ama nedense Gökçek’in haberi olmuyor. Ne kadar ilginç değil mi? O zaman insana sormazlar mı, çevresinde ne olup-bittiğini bilmeyen belediye başkanı, milletini hakkını hukukunu nasıl koruyacak?
Olaylı televizyon programları, mahkemeye taşınan yazılarım derken 2007 yılının Mayıs ayından beri iddia ettiğim her şey tek tek ortaya çıkıyor. Bu durum da benim haklılığımı bir kez daha gözler önüne seriyor. Son olarak MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, villanın kaçak olduğunu, bu nedenle ceza kesildiğini açıkladı. Çankaya Belediye Başkanlığı da villanın, imara aykırı olduğunu ve bu nedenle ceza kesildiğini doğruladı.
VİLLADA KAÇAK VAR
MHP’li Vural’ın paylaştığı belgelere göre, Gökçek’in 8 Mayıs 2007’de satın aldığı villa hakkında, Çankaya Belediyesi İmar Müdürlüğü’nce tutanak tutuldu. Tutanakta, villanın kapalı garaj, ilave yapı, terasın kapatılması, park ve trafo alanının villa bahçesine katılması işlemlerinin kaçak olduğu belirtildi.
Çankaya Belediye Encümeni, villanın Gökçek’e geçmesinden bir ay sonra 5 Haziran 2007’de yaptığı toplantıda, villayla ilgili imara aykırılıklarına ilişkin tespit tutanağını görüşerek, 5 bin TL ceza kesti. Ceza, kaçak tutanağındaki tarih dikkate alınarak Gökçek’e değil, villayı satan Mahir Şahin’e kesildi. Sonrası mı? Malum kaçak bölümler olduğu gibi duruyor. Melih Bey ise kılını bile kıpırdatmıyor.
Gökçek’in villa hakkında konuşmadığı, daha doğrusu konuşamadığı bu günlerde kafama ilginç bir şey takıldı.
Uğur Mumcu öldü, hepimiz araştırmacı gazeteci olduk! Ecevit öldü, hepimiz sosyal demokrat olduk! Hrand Dink öldü, hepimiz Ermeni olduk! Barış Akarsu öldü, hepimiz popçu olduk! İsrail bombalar yağdırdı, çocukları bile katletti, hepimiz Filistinli olduk!
Sözün özü; Allah, Melih Gökçek’e uzun ömür versin... Aynı zamanda Bülent Ersoy, Fatih Ürek gibi popüler isimlere de.
BİR DUAYENİN MÜZİK PINARINDA RUHU TAZELEMEK
Neyse yıpratıcı siyasi gündemi bir kenara bırakalım, yaşamın başka bir yönündeki güzel şeylerden de bahsedelim. Çok değil, bundan kısa bir süre öncesine kadar Ankaralı sanatçı dendiği zaman ayrı bir köşeye konurdu. Yaptıkları müziğe ve yarattıkları bestelere büyük saygı gösterilirdi. Gerek müzik, gerekse sinema dalında kalitenin birer temsilcileri olarak görülürlerdi. Keza Başkentteki eğlence mekanları da bu kaliteyi işletmelerine taşımak için kıyasıya rekabete girerdi.
Şimdi öyle mi? "Haydi eller havaya" deyip, ezberlediği üç beş şarkıyla sesinin yettiğince sahneye hakim olmaya çalışan sözde sanatçılar piyasanın hakimi oldu. Detone olacağını anladığı an "Hep birlikte" deyip, durumu kurtarmaya çalışanlar, şarkı söylemekten çok elindeki mikrofonu konuşmak için kullananlar almış başını gidiyor.
Bir de "Ankara havaları" üzerine yazılan müstehcen türküler ve Ankaralı Turgut ile Namık, Sincanlı Oğuz Yılmaz gibi, adının önüne Ankara imajı koyarak parçalar yapan bazı sanatçılar var. Bir yerde pavyon kültürüyle hareket eden bu insanlar, Ankara kültürünü yozlaştırarak, imajını fena halde zedelemiyor mu?
İşte böylesine yoz bir ortam içinde geçenlerde tam bir müzik vahasına düştüm. Gazi Osman Paşa semtindeki Nenehatun Caddesi üzerinde yer alan Satsuma isimli kulüpte müzik pınarından ruhumu tazeledim. Sahnede yılların eskitemediği duayen Alpay ve genç ekibi vardı. Benim gibi birçok Ankaralının kalbinde ayrı biri yeri olan Karpiç gecelerini yaşatıyorlardı. Bilmeyenler için söyleyeyim, Ayrancı Semtinde, ünlü sanatçının çok özel bir mekanı vardı. Her gece hem kendi, hem de bir çok ünlü isim sahnesinde boy gösterir, iş adamından bürokratına, gencinden yaşlısına herkes o ufak mekanda yer bulmak için sıraya girerdi.
YÜZÜNÜN GÜZELLİĞİ SESİNE AKSETMİŞ
Neyse gelelim Alpay’la Satsuma’da yaşanan Karpiç gecelerine. Her Perşembe günü saat 23.00 de başlayan müzik şöleninde benim gibi salonu dolduranların kulaklarının pası siliniyordu. Yaşlısıyla genciyle mekanı dolduran müşteriler kaliteli sahne şovunun nasıl olması gerektiğine tanık oluyordu. Nostaljik bir yolculukla başlayan şarkılar demeti, günümüze kadar uzanıyor ve hep bir ağızdan söylenerek kaliteye ne kadar susamış olduğumuzu ispatlıyordu. İlerlemiş yaşına rağmen geçmişteki performansından en ufak kayıp yaşamayan Alpay ise coştukça, coşturuyordu. Yetiştirdiği yeni seslerle düeti ise izleyenleri başka dünyalara götürüyordu. Hele yüzünün güzelliği sesine de yansımış olan Hale isimli genç kız bayrağı devralacağını her haliyle belli ediyordu.
Kısacası geçmişin o kaliteli gecelerini tekrar yaşamak için Alpay gibi sanatçılara daha çok ihtiyacımız var.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2009
15 yıldır Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan ve 5 yıllık dördüncü dönem Başkanlık için de AKP’den aday olan Melih Gökçek, programa katıldığı Samanyolu TV’de eşinin ve kendisinin mal varlığını açıkladı. Başka bir deyişle de ekran başındakiler tümünü açıkladığını zannetti. Hálbuki ilk kez benim kamuoyunun bilgisine sunduğum ve bu yüzden mahkemelik olduğumuz Oran’daki villası saydığı mülkleri arasında yoktu. Bu önemli unutkanlığı da MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural belgeleriyle hem Melih Bey’e, hem de Türk halkına hatırlattı.
Melih Gökçek’in Turan Güneş Bulvarı üzerinde oğlu Ahmet Gökçek otursun diye satın aldığı villayı daha önce de yazmıştım. Belki de Ankara’nın en değerli arazisi üzerindeki bu villanın kamuya ait park alanını ve trafo merkezi için ayrılan bölümü hiç çekinmeden bahçesine ilave ettiğini belgelerle aktarmıştım. Ayrıca, halkın kullanımına açılması için de Melih Gökçek’in işgal ettiği alanlardan çekilmesini ve Çankaya Belediyesi’nin harekete geçmesi gerektiğini belirtmiştim.
O günden beri her iki taraftan da ne bir ses geldi, ne de bir hareket. Anlaşılan o ki, halk dışında herkes bu istiladan memnun. Çağdaş ülkelerde böyle bir durum olsa, vatandaş ayağa kalkar, yetkili kurumlar hemen harekete geçer, mahkemeler ve siyasi irade kanunsuz bir uygulamaya imza atan Melih Gökçek gibi kamu görevlileri hakkında işleme başlardı. Ama burası Türkiye!
SAKLADIĞI VİLLANIN VE KONUMLANDIĞI SİTENİN GİZEMİ
Daha önce yazdığım yazıyı kaçıranlar için ufak bir hatırlatma yaparak anlatmak istediğim esas konuya gelelim. Turan Güneş Bulvarı üzerindeki 81146 numaralı plan kapsamındaki Funda Sitesi, 186 adet apartman dairesi ile 17 adette bağımsız villadan oluşan bir yerleşim birimi. Gökçek, bu villalardan en şanslı konumdaki 26 676 ada, 2 parsel 1 numaralı bağımsız bölümdeki villaya sahip. Yanında koskocaman bir bahçe, önünde de alabildiğine geniş ve korunaklı park olan bina sanki cennetin göbeğinde. İşte, sorun da burada ortaya çıkıyor.
Etrafı duvar ve ağaçlarla örülen bahçenin villaya ait kısmı azınlıkta kalırken, bir bölümü halkın kullanımına açılması gereken parka, bir diğer bölümü de yine kamuya ait trafo alanına ait. Yani, halka açık olması gereken park ile trafo alanını villasının bahçesine eklenivermiş! Üstelik Çankaya Belediyesi’ne ait Mevzii imar Plan’ına göre bu bahçenin etrafına çit ve duvar yapılması yasakken, hapishane duvarı gibi duvarlar yapılmış.
Villanın yanı sıra Funda Sitesi’nin önünde yer alan dev yeşil alan da aynı şekilde halka ait park olması gerekirken, site sakinlerinin özel kullanım alanına çevrilmiş durumda. İçinde çocuklar için oyun alanları, kamelyalar, basket sahası var. Gel gör ki, Turan Güneş Bulvarı ile Funda Sitesi arasında kalan bu parka, site dışından giriş yok. Üstüne üstlük bu parkın tüm bakımını da Çankaya Belediyesi yapıyor.
SÖZÜM ONA BİLMİYORDU ÖĞRENDİ AMA HALEN GEREĞİNİ YAPMIYOR
Melih Gökçek öncelikle televizyon programında "Ben villayı satın aldığımda durum böyleydi" demişti. Ben de. " Siz aldıktan sonra böyle bir duruma şahit olduysanız, halen niye görevinizi yapmıyorsunuz? Vatandaşın ve kamunun malına sahip çıkmak sizin göreviniz değil mi? Yoksa bu durum villanızdan dolayı işinize mi geliyor?" diye soru yöneltmiştim.
Melih Bey’in, villanın illegal şekilde el konulan bahçesi için verdiği daha sonraki yanıtlar da ekran başındakileri güldürür içerikteydi. Sonuçta "Burayı satın alırken ve sen yazana kadar bu durumdan haberim yoktu. Çankaya belediyesi gelsin parklarını alsın" diyerek teslim bayrağını çekmişti.
Aradan bir buçuk yıldan fazla süre geçmesine ve konuyu defalarca köşeme taşımama rağmen vatandaş Ankara’nın en gözde yerindeki bu parklarına kavuşamadı. Üstelik villanın bahçesini çevreleyen çit şeklindeki ağaçlar daha da büyüdü ve bırakın içeri girmeyi, görmeyi bile engelledi. Aynı şekilde Funda Sitesi’nin önündeki dev park alanı da halkın kullanımına bir türlü açılmadı. Belediyeye ait elemanların bakımını yaptığı yemyeşil alana adım atmak, site sakinleri dışında kimseye nasip olmadı.
HALKIN PARKINDA ONLARCA KAMERA KİMİ GÖZETLİYOR?
Geçenlerde hem villanın, hem sitenin el koyduğu halka ait park alanlarına alıcı gözle bir kez daha baktım ki, ilginç bir duruma daha tanık oldum. Halka ait bu alanları çevreleyen çitlerde onlarca kameraya rastladım. Doğrusu, vatandaşa ait park alanını kim ve neden görüntülüyordu? Bankalardaki güvenlik kamerasından daha sık aralıklarla parka yerleştirilen kameralar kime aitti? Sordum soruşturdum, cevabını öğrendimÖ
Bu güvenlik kameralarının Emniyet Müdürlüğü, Çankaya Belediyesi, Büyükşehir Belediyesi gibi resmi kurumlardan birine ait zannederken, sahibi Funda Sitesi güvenlik birimi çıktı. Haksız bir şekilde halkın malına el koymaları yetmezmiş gibi kamerayla izleyerek bir kanunsuzluğa daha imza atmışlardı. Her halde duvarı aşıp, giren olursa müdahale etmek için tedbir almışlardı. İçimden bir tek elektrik verilmiş dikenli teller eksik diye geçirdim.
GÖKÇEK’İN YÜREĞİ YETİYORSA BU SORULARA YANIT VERSİN!
Şimdi Sayın Melih Gökçek’e birkaç sorum olacak. Siz Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olarak, halka ait park alanları vatandaşın kullanımına kapatılıp, el konulurken neden kılınızı kıpırdatmıyorsunuz? Üstüne üstlük dört bir tarafına kameralar döşenerek güvenlik duvarı oluşturuluyorsa müdahale etmeniz gerekmez mi? Dahası villanızın bahçesi halka aitken ve güvenlik kamerası oraya bile döşenmişken sizin araziye el koymayı sürdürmeniz doğal mı? "Çankaya Belediyesi gelsin geri alsın" demeniz biraz komik olmuyor mu? Suçlandığınız her konuya cevap verirken, bu konu da suskun kalmanız kabahatinizi örtme çabanızın sonucu mu? Yüreğiniz ve vicdanınız yetiyorsa lütfen bu sorduklarıma cevap verin de Ankaralılar olarak biz de cevaplarını öğrenelim.
Tabii burada Çankaya Belediyesi’ne de bir sorum olacak. Eğer Melih Gökçek ve Funda Sitesi halkın malının üzerine yatıyor ve söylenenleri kulak arkası ediyorsa, siz neden gidip araziye sahip çıkıp, geri almıyorsunuz?
YAYIN ARALIĞI DA İÇERİĞİ DE DEĞİŞTİ
Size bu hafta iki önemli eserden bahsedeceğim. Birincisi Doğan Burda Dergi Grubu bünyesinde yer alan ve benim de Ankara Temsilciliği görevini üstlendiğim Tempo Dergisi. Tempo’yu 22 yıl boyunca haftalık haber dergisi olarak bildiniz ve okudunuz, ama artık ayda bir çıkıyor. Üstelik şimdi bambaşka bir içerikle beğeninize sunuluyor. Yayın aralığıyla olduğu kadar yazı ve fotoğraflarıyla da farklı bir formata oturan dergiyi okumaya başladığınızda ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Tempo’nun Yayın Yönetmeni Çınar Oskay ve ekibi gerçekten çok farklı ve güzel bir yayın hazırladı. Kuzguna yavrusu hoş görünürmüş misali kendi fikirlerimi bir kenara bırakıp, dergiyi eline alan okurların görüşlerine başvurdum. Hepsi ağız birliği etmişçesine bu yeni formatın çok güzel olduğunu ve etkilendiklerini söyledi. İlginçtir bir tek olumsuz görüş gelmedi. Demek ki, Türkiye’nin böylesine değişik bir içerikte hazırlanan dergiye ihtiyacı varmış.
Peki, yeni formatıyla derginin okuyucusu kim olacak? Çınar Oskay, hedef kitlesini şöyle tarif ediyor: "Dünyayı takip eden, yabancı dergileri, gazeteleri okuyan, yılda 23 kez yurtdışına gitme fırsatı bulan, edebiyatta batıyı takip eden, uluslararası konferanslara katılan bir kitle."
Açıkçası biz daha önce bu tip arayışta olan insanların biraz gerisinde kalıyorduk. Artık yeni içeriğiyle Tempo, Türkiye’deki bu boşluğu dolduracak. Üstelik çok özel ekleri ve sayfa düzeniyle sizleri şaşkına çevirecek. Unutmadan söyleyeyim, bu ay dergiyle beraber koleksiyonunuza ya da kütüphanenize koyabileceğiniz 144 sayfalık "Gökyüzünden Türkiye"nin yer aldığı nefis bir kitap var. Zaten birçok kişi bu yeniliklerin farkına varmış olacak ki, bayilerde Tempo kısa zamanda tükenince ikinci baskısı yapıldı.
BİRYANDAN ANLATIR BİRYANDAN DA BIYIK ALTINDAN GÜLER
30 yılı geçkin bir süredir dostluğundan büyük güç ve keyif aldığım gazeteci-yazar arkadaşım Saygı Öztürk, yine muhteşem bir esere imza attı. "Devletin Derinliklerinde", "Madalyalı Mahkum", "İsmet Paşa’nın Kürt Raporu", " Belgelerle Ergenekon" gibi kitaplarının ardından, birbirinden çarpıcı belgelerin ve açıklamaların yer aldığı "Apo Olayının Perde Arkası" adlı eseriyle birçok bilinmeyeni gözler önüne serdi. Türkiye’ye getirilişinin 10. yılında, Öcalan’ın MİT’le ilişkisinin kaynağı, ona niçin "Bizim Apo" denildiğinin de ortaya konulduğu kitabında, Türkiye’de "Kürtçülük Faaliyetleri"nin Cumhuriyet’ten bu yana gelişiminin de örgütsel şemasına da ilk kez açıkladı.
Ayrıca Abdullah Öcalan’ın Emniyet’e ilk düştüğü 1972 zaman çekilen fotoğrafları, sorgusu, "Şafak Bildirisi"ni niçin dağıttığı, bu bildiriyi dağıttıktan sonra Genelkurmay Başkanlığı’na niçin gittiği, kayın pederinin MİT’le ilişkisi, Öcalan’ın polis muhbirliğinin nereden kaynaklandığı da kitabında detaylarıyla aktarıyor.
Bu arada Saygı Öztürk ile yıllardır kader birliği etmişçesine her gün en az bir saat muhabbet yaparız. Kimi zaman gündemden, kimi zaman özel hayatımızdan, kimi zaman da ortak arkadaşlarımızdan bahsedip, dertleşiriz. İki gün görmesem meraklanır, telefona sarılır sesini duyana, sağlık haberini alana kadar heyecanlanırım. Keza o da aynı şekilde. Yıllardır yaşamı bu kadar paylaştığım arkadaşım, her yeni çıkan kitabında beni bir kez daha şaşırtır. Zira kitap sayfalarına döktüğü bilgilerin birçoğunu ya konuşmamış oluruz, ya da benim de bildiğimi zannedip kendine saklamış olur. Bu yüzden de her çıkan kitabından yeni bir şeyler öğrenir ve onu soru yağmuruna tutarım. O da yeni bir şey anlatmanın verdiği zevkle sıkılmadan cevaplarını sıralar, müstehzi müstehzi bıyık altından güler.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2009
SON tartışmalar toplumsal hafızamızın zayıf olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Çok değil, 6 yıl önce 48.Eurovision Şarkı Yarışması öncesi ve sonrası yaşananlar çok çabuk unutuldu. Ve bugün halen Hadise’nin yarışmada şarkısını Türkçe mi, yoksa İngilizce mi okuması gerektiği tartışmalarını yaşıyoruz. Daha da önemlisi, düne kadar İngilizce şarkı söylemeye şiddetle karşı çıkan AKP İktidarı bugün tam tersi görüşleri savunuyor. Şöyle bir hatırlayınÖ Sertap Erener’in, şarkısını İngilizce seslendirmesinden ve şovunda oryantalist bir yaklaşım sergilemesinden dem vurup, gidişini engellemeye ve eleştiri yağdırmaya çalışanlar, birincilik ülkemize gelince sanatçıyı alkış yağmuruna tutmuştu. Hatta işi daha da ileri götürüp Meclis’e soru önergesi verenler, bakanlık soruşturması açanlar, sanki hiçbir şey olmamış gibi tebrik mesajları çekmişti. Bakın o dönem siyasiler yarışma öncesi ne demişti.
O sıralar TRT’den sorumlu Devlet Bakanlığı görevinde bulunan, şimdiki İçişleri Bakanı Beşir Atalay, "Niye İngilizce şarkı seçildi?" diyerek TRT yönetimine soruşturma açmıştı. Bunun üzerine Sertap Erener’e ülkeyi temsil görevini veren o zamanki TRT Genel Müdürü Yücel Yener, bu soruşturma karşısında basın toplantısı yapmış ve "Ortada bir suç varsa bu bana aittir, ama biz İngilizce parçayla katılmaya kararlıyız" demişti.
Genel Müdür Yücel Yener’in bu basın toplantısı üzerine, o dönemde ki Meclis Başkanı Bülent Arınç başta olmak üzere, birçok AKP’li milletvekilinin sert demeçler verdiğini ve hatta işi daha da abartıp söylemlerini soru önergesi haline dönüştürdüğünü görmüştük. Üstelik bir AKP Milletvekilinin verdiği soru önergesi, birçok yandaşı tarafından destek bulmuştu. İşin komik tarafı, eleştiri yağdıran AKP’li siyasilerin safına bazı müzisyenlerle köşe sahibi yazarlar da katılmış ve koro halinde aynı nameyi söyleme başlamışlardı.
DÜN SERTAP ’A KARŞI ÇIKANLAR BUGÜN HADİSE’YE SARILIYORLAR
Ve yarışma sonrası birçoğunun sessiz sedasız kenara çekileceğini beklerken, saf değiştirip, övgü yağdıran kitlenin içine karıştıklarını görmüştük. "Macarca şarkıyla katılsak daha iyiydi" diyerek, daha önce dalgasını geçen dönemin TBMM Başkanı Bülent Arınç, yarışma sonrası Sertap Erener ve ekibini ilk kutlayanlardan biri olmuştu.
Şimdilerde aynı içerikli tartışmaları bir kez daha yaşıyoruz. Kimi siyasiler, bürokratlar, hatta sanatçılar geçmişi çabuk unutup, Hadise’nin şarkısını İngilizce söylemesine karşı çıkıyorlar. Dahası, "Düm Tek tek" şarkısının İngilizce söylenmesine onay verenler ise ne oryantalist yaklaşımdan söz ediyor, ne de Türkçe söylenmesi gerektiğini söylüyor. Kısacası, bundan 6 yıl önce savundukları fikirler, nedense kendi dönemlerinde gündeme bile gelmiyor. Buradan, dik durmasını bilen eski TRT Genel Müdürü Yücel Yener’i ve yanlıştan dönme cesaretini gösteren şimdiki Genel Müdür İbrahim Şahin’i kutlamak gerekiyor.
Bu arada muhalefeti sürdürenlere bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Eurovision’da oy kullanan izleyici ve dinleyiciler ağırlıklı olarak Avrupa ülkeleri vatandaşları. Hal böyle olunca da insanlara bildiği dilden seslenmek gerekiyor.
TRT ŞEŞ TAMAM DA TÜRKİYE’DEKİ DİL PANORAMASINA GÖRE REYTİNGİ NE OLUR?
Avrupa Birliği’ne uyum çabası içindeki Türkiye, ana dilde eğitim ve yayın gibi sorunlarla da mücadele ediyor. Hatta bu uyum çerçevesi içinde TRT’nin Kürtçe kanalı TRT 6 bile yayın hayatına başladı. Dahası, YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın, üniversitelerde, "Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü" açılması önerisi Üniversitelerarası Kurul toplantısında tartışılmaya başlandı. Peki, hiç düşündünüz mü, ülkemizde konuşulan ve ana dil olarak kabullenilen dillerin panoraması ne durumda? İşte bu sorunun yanıtını öğrenmek için tam 49 yıl öncesine gittim ve herkesin merak ettiği yanıtlara ulaştım.
Türkiye’de yapılan nüfus sayımında, "Ana diliniz nedir?" sorusu en son 1960 yılında sorulmuştu. O sıralar ülkemizin nüfusu 27 milyon 754 bin 820 kişiydi. Bu sayıma göre verilen cevaplar birazdan aktaracağım rakamları oluşturmuştu. Hiçbir yorum yapmadan istatistiki verileri bilginize sunuyorum.
Türkçe: 25 milyon 172 bin 535 kişi, Kürtçe: 1 milyon 847 bin 674 kişi, Arapça: 347 bin 690 kişi, Rumca: 65 bin 139 kişi, Çerkezce: 63 bin 137 kişi, Ermenice: 52 bin 756 kişi, Gürcüce: 32 bin 944 kişi, Pomakça: 24 bin 098 kişi, Lazca: 21 bin 703 kişi, Yahudice: 19 bin 399 kişi, İngilizce: 18 bin 477 kişi, Boşnakça: 14 bin 570 kişi, Arnavutça: 12 bin 25 kişi.
22 bin ile 100 kişi arasındaki yelpazede de beyan edilen ana diller ise şöyle sıralanıyor: Sırpça, Rusça, Hırvatça, Bulgarca, Lehçe, Portekizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Almanca, Abazaca, Acemce ve diğer diller ile ana dili bilinmeyenler.
ONLARI SAKIN ÇAKMA KONSOLOS ZANNETMEYİN!
Siyaset ve bürokrasinin olduğu kadar diplomasinin de merkezi olan Ankara’da şehrin en güzel alanları yabancı büyükelçiliklere ait. Özellikle ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkelerin binaları ve bahçeleri Ankara’nın en gözde yerleri. Dolayısıyla da ülkelerini temsil eden büyükelçiler ise kalburüstü kitlenin baş rol oyuncuları. Tüm bu şatafatın yanı sıra Türk vatandaşı olup da, yabancı bir ülkenin Türkiye’deki temsilcileri de var ki, tam olamasa da diplomatik ayrıcalıklardan yararlanırlar. Peki kim mi bu kişiler? Cevabı uzatmadan vereyim, "Gönüllü elçi" de denen "Fahri konsolos"lar. Görevleri ise temsil ettikleri ülkenin yaşadığı şehirdeki veya bölgedeki sorumluluğunu üstlenmek.
Fahri konsolos olmanın yoluna gelirsek... Yabancı bir ülke önce bu görevi üstlenebilecek isim belirleyip, ona teklif götürür. Kişinin fahri konsolosluğa sıcak bakması halinde, ismi önce Türkiye’nin Dışişleri Bakanı’na, ardından da Cumhurbaşkanı’na bildirilir. Detaylı bir şekilde incelenen söz konusu isim hakkında olumsuz bir rapor yoksa fahri konsolosluğu onaylanır. Cumhurbaşkanları ve dışişleri bakanları tarafından onaylanan kişiye verilen yetki mektuplarıyla göreve başlayan kişi, böylece başka bir ülkeyi kendi ülkesinde temsil etmeye başlar.
İKİ ÜLKE İLİŞKİLERİNİN YANI SIRA KENDİ İŞLERİNİ DE GELİŞTİRİYORLAR
Fahri konsoloslar, şöhreti yaşadığı şehri aşmış, maddi sorunu olmayan, kariyerinin zirvesine çıkmış kişiler arasından seçilir. Büyükelçi gibi çalışan, ancak bu iş karşılığında bir ücret almayan fahri konsoloslar, bu görevleri daha çok prestij için üstlenirler. Davetlerde protokolde yer alır, kırmızı pasaport kullanır, yarı diplomat sayıldıkları için konsolosluk plakası takabilirler. En önemlisi de askerlikten muaf tutulurlar. Arşiv ve belgelerinin dokunulmazlığı olduğu gibi koruma da alabilirler. İki ülke arasında köprü kurup, ilişkileri güçlendiren fahri konsoloslar, bu sayede kendiişlerini de geliştirebilirler.
Gelelim Ankara’da görev yapan fahri konsoloslara. Antalya, İzmir, Adana, İstanbul gibi birçok şehirde bulunan fahri konsoloslar, ülkemizde faaliyet gösteren büyükelçilik ve konsoloslukların uzantısı gibi. Onlar bulundukları şehrin işleriyle uğraşırken, muhatapları büyükelçiler. Ankara’dakilerin farkı ise Türkiye’de Büyükelçiliği olmayan ülkelerin diplomatik misyonunu üstlenmeleri. Yani fahri elçisi olduğu ülkenin Türkiye’deki tek temsilcileri.
Şu anda Ankara’da 11 ülkenin fahri elçisi görev yapıyor. Bir çoğu ülkemizin yakından tanıdığı simalar. Örneğin Gabon’un fahri konsolosu Kaya Toperi, bir zamanlar Türk Dışışleri Bakanlığı’nda büyükelçilik görevlerinde bulunmuş, Rahmetli Turgut Özal’ın döneminde Cumhurbaşkanlığı sözcülüğünde bulunmuş bir kişi. Keza son Osmanlı olarak bilinen Enver Paşa ve Nacıye Sultan’ın torunu Peru fahri konsolosu Ahmet Osman Mayatepek gibi. İşte Ankara’da görev yapan fahri konsolosların isimleri ve ülkelerinin listesi.
Gana: Yalçın Çevikel, İzlanda: Faruk Okandan, Mali: Hüseyin Başaran, Myanmar Birliği: Ercan Aygun, Orta Afrika Cumhuriyeti: Kemalettin Özdemir, Sierra Leone Cumhuriyeti: Sözer Özel, Sri Lanka Demokratik Sosyalist Cumhuriyeti: Celasin Egel, Togo Cumhuriyeti: Ali İhsan Kaya, Uruguay: Yüksel Erimtan.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2009
Ankara’nın gece yaşamı bana hep sıcak gelmiştir. Gece hayatıyla bütünleşen sözde mankenler ve playboyların kokuşmuş ilişkilerine itibar etmeyen yapısından mı, yoksa dejenerasyona taviz vermeyen düzeyinden mi nedir bilemem, ama Başkent’in eğlence mekanları ve restoranları özellikle İstanbul’daki emsallerinden gözüme daha hoş görünür. Arada sırada bir ya da iki konserlik sahne çalışması yapan ünlüleri bile daha zevkle izlerim. Ancak, nostaljik bir yaklaşımla geçmişi bu günle karşılaştırmaktan hiç geri kalmam. Eğlence kültürü Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar uzanan Ankara’nın geleneksel yapısında kalite her ne kadar ön planda olsa da ve yaşanan o şaşalı geceler halen dillerde dolaşsa da, bugün geçmişi bir hayal olarak arar olduk. Zira eğlencenin tarzıyla beraber, mekanların yapıları ve müşterilerin profilleri çok değişti. Restoranların yerini kafeler, gece kulüplerinin yerini ise yüksek volümlü müzik yayını sunan dev diskolar ve barlar aldı. Marjinal eğlence ve giyim ise özellikle gece hayatının genç kesiminde egemenliğini ilan etti.
BODYGUARDLARIN AĞZINDAN DÜŞMEYEN ÜÇ CÜMLE
Bu baş döndürücü değişimden gece yaşamının temel aktörleri de nasibini aldı. En büyük değişim de, mekanın giriş kapısında yaşandı. Bir zamanların yüzü façalı, mahpushane görmüş kapı önü fedailerinin yerini, iri yarı, temiz yüzlü, genç bodyguardlar aldı. Kendilerini "halkla ilişkiler" veya "güvenlik görevlisi" olarak tanımlayan bu gençlerin birçok ortak noktası var. Şiddete karşı çıkmak, gerektiğinde asık suratlı, gerektiğinde güler yüzlü olabilmek, kitap okumak, Viyana’da müzik eğitimine devam etmeyi düşünmek, fussion tarzında jazz dinlemek, gazetesini internette okuyacak kadar iletişim çağına ayak uydurmak belli başlı özellikleri arasında. En büyük sıkıntıları ise insanların kafasında oluşan bodyguard resmi... Bu resim, internetteki birçok popüler sitede biraz abartılı biraz da ironik, şöyle anlatılıyor:
"Eğer barlardan söz etmeye başlayacaksak buna barın girişiden başlamamız gerekir. Çünkü burada dünyanın en renkli simaları; bodyguardlar ile karşılaşırız. Bodyguardlar bizleri sevmezler, asık suratlıdırlar, kolları kalındır ve şu üç cümleyi kullanarak var olurlar: Damsız girilmez, Kapatıyoruz arkadaşım, içersi çok dolu. "Damsız" lafının embesilliğini idrak edebilen bir grup bodyguard; "Bayansız almıyoruz birader" diyerek bunu biraz daha yumuşatır, medenileştiğini, kibarlaştığını düşünür..."
BACH İÇİN KAPI ÖNÜNDE DURUYOR
Aslında bu mesleğe kapağı atan birçok gencin ortak noktası para kazanmak. Aralarından bazılarıyla uzun uzadıya sohbet etmiştim. İçlerinden biri vardı ki, anlattıklarıyla çok ilgimi çekmişti. İsmini vermeden duygu ve düşüncelerini anlatacağım bu gencin idealleri çok farklıydı. Bir üniversitenin Güzel Sanatlar Fakültesi’nde şan ve piyano eğitimi alıyordu. Karakteriyle hiç ilgisi olmadığını düşündüğü bu mesleğe, sırf para kazanmak için başlamıştı. En büyük rüyası ise yurt dışında eğitimine devam etmekti. Bir opera sanatçısı adayı olarak, yeterli potansiyele sahip olduğunu düşünüyordu. Ancak bu rüyanın gerçekleşmesi için gerekli tek şey paraydı ki, o yüzden bodyguardlık yapıyordu.
"Hangisi daha zor, piyanoda Bach çalmak mı, yoksa bodyguarlık yapmak mı?" diye sormuştum.
"İkisinin de zorluğu var. Piyano çalmak benim mesleğim, ilgi alanım, hobim, her şeyim. Sadece müzik yapmıyorum, dinlemekten de büyük zevk alıyorum. Bodyguarlığı ise aileme fazla yük olmamak ve okul masraflarımı karşılamak için yapıyorum" demişti.
Ailenin ve çevresinin tepkisine gelince, O da çoğu arkadaşı gibi, ilk başlarda yaptığı işi saklamış ve barlarda müzik icra ettiğini söylemişti. Çevresini inandırmış olsa da, daha sonra foyası ortaya çıkmıştı.
KIZ ARKADAŞI KARŞI AMA O POPÜLER OLDUĞUNA İNANIYOR
Yine bir üniversitenin İşletme Bölümü’nde okuyan genç ise bu işe dört sene önce başlamıştı. Bodyguardlık mesleğini üniversite giderlerini finanse edecek bir iş olarak görüyordu. Asıl amacı eğitimini yurtdışında devam ettirmekti.
"New York Cambridge’de okuyan bir arkadaşım var. Onun yanına gidebilmek için bu işi bir ek gelir olarak yapıyorum" derken, benim için toplumdaki genel bodyguard imajını değerlendiriyordu. Bu imajın pek de yanlış bir kanı olmadığını söylüyordu açık sözlülükle:
"Bu işi yapan arkadaşlarımı kötülemek istemem. Ancak gülün de dikeni var misali, aramızda bu işi hakikaten bilmeyip, yanlış yerlerde yanlış insanlarla çalışıp, yanlış hareket eden ve tüm bu bodyguardlara mal olan olumsuz bir imaj var. Yalnız yiğidi öldürüp de hakkını yememek lazım. Bu işe hakikaten profesyonelce bakıp, profesyonelce yapmaya çalışan insanlar da zaten hemen belli oluyorlar... "
İngilizce ve bilgisayar bilen, akademik bilgi almış insanlar olarak kendisinin ve arkadaşlarının o genel kanının dışında kaldığını belirtiyordu. Ailesinin ve arkadaşlarının bu mesleği kendisine yakıştıramadığını anlatırken de şu ilginç sözleri söylüyordu.
"Onlarda da o genel yargılar olduğu için, senin gibi bir insan bu işi nasıl yapıyor diyorlar. Bu mesleği yapan herkes gibi, benim kız arkadaşım da pek olumlu bakmıyor. Beni sevdiği ve değer verdiği için, başıma bir şey geleceğinden korkuyor. Ailem de aynı şekilde olumsuz yaklaşıyor. Bunun yanında işin avantajları da var. İyi bir çevre yapıyorsunuz. Her türlü insanı tanıyorsunuz. Okulda biraz daha popüler oluyorsunuz"
UZAKDOĞU MUTFAĞI ÜZERİNE KÜÇÜK BİR BİLGELİK
Bir fırsat doğmuş ve iki haftalığına da olsa hevesini hep içinde hissettiğim bir ülkeye, yani Japonya’ya gitmiştim. Japonya’da her zaman iyi olduğum nadide şeylerden bir tanesi de Japon restoranlarını seçmek olmuştu. İrili ufaklı, kaliteli salaş derken de birçok restoranını ziyaret etme fırsatını yakalamıştım. Bir gurme kadar olmasa da bu adalar ülkesinin mutfağını öğrenmekte gecikmemiştim. Ve bu küçük bilgeliğin de Türkiye’de kendileri için lezzeti bulmak isteyenlerle paylaşacak kadar yeterli olduğuna inanıyorum. Bu makalede yer alan her konu benim şahsi deneyimlerim üzerine kurulu olduğunu da unutmadan tavsiyelerime kulak asıyorsanız yazımı okumaya devam edin.
Ankara’da Uzakdoğu mutfağından hoşlananlar için bir çok güzel mekanlar var. Sushico, Quikchina, Çin Seddi bunlardan bir kaçı. İşte tüm bu restoranlara Ümitköy’de bir yenisi daha eklendi. Adı Sushisu Restoran ve tam bir lezzet durağı. Her şeyden önemlisi de sahibesi bu işi layıkıyla yerine getiren yetenekli bir bayan. ODTÜ mezunu, ABD’den Japonya’ya kadar yurt dışı deneyimi ve gözlemi olan Gamze Çelikel Civelekoğlu, maddi ve manevi birikimlerini bu işletmeye adamış iyi bir yatırımcı. Yüzünden hiç eksik olmayan güler yüzüyle, servisten mutfağa Sushisu’nun dört bir yanına hakim. Mesa Plaza’nın içindeki küçük dükkánından, Minasera Alışveriş Merkezi’nin az ötesindeki binaya markasını taşırken, müşterisinin önüne daha donanımlı çıkmanın huzuru içinde. Sushinin yanı sıra Çin ve Vietnam mutfağından örneklerinde yer aldığı mönüsünü ise bir hayli zengin. Japonya’daki emsallerini aratmayan yemekleri ve sahibesinin tatlı dili için gidilmeye değer bir restoran.
Bu arada benim favorilerim arasında yer alan Quikchina Restoran’da başlayan yeni bir uygulamadan da söz edeyim. Her Pazartesi akşamı 100 çeşit balık müşterileri bekliyor. Hem gözünüzün, hem de karnınızın doyması için güzel bir kampanya. Seçilen balığa göre de her keseye hitap ediyor.
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2009
Artık her şeyin, ama her şeyin tarifi değişti. En başta da kadın- erkek ilişkilerinin tarifi. Fırıncının kızı ve samanlığın seyran oluşuyla açıklanan aşkın tarifi bile günümüzde daha esnedi. Yasak, umursamazlık ve bencillik erkeğin elinden alınan bir silah... Evine ve erkeğine bağımlı kentli kadın, yaşama bağlı kadına dönüşüyor. Siber seksin kablolara taşıdığı duyguları ve tatmini kendine döndürmesi için erkeğin, önce kadının başını döndürmesi gerekiyor. Kolay değil tabii, siber dünyada seçici olan kadının sizin üstünüzü tıklaması.
Geçmiş yıllarda gördüğümüz kadından çok farklı bir kadın var artık karşımızda. Yenilenmiş, estetiği cinsellikten soyutlayıp, "kendine özen"e çevirmiş bir kadını, etkilemek çok kolay değil. Hele hele yasaklar zinciriyle kadını sosyal yaşamın kıyısında tutmak hiç kolay değil.
Yenidünya düzeninden nasibini almış Türk kadını ise toplumsal yaşamda ağırlığını hissettirdikçe bazı şeyler daha da güzelleşiyor. Yasaklarla örülü duvarlar bir bir yıkıldıkça da mutlu olan ve partnerini mutlu eden kadınlar yaşama renk katıyor. Ancak bir yandan da halen süren yasaklar zincirinden kurtulmanın yollarını arıyor.
Örf, adet, din, ahlak ve hukuk kurallarınca ortaya konan yasaklar, Osmanlı’dan günümüze kadar kadına, farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Bu yasakların bir kısmı bugün hiç uygulanmıyor olsa da, belli zaman dilimleri içinde hayata geçirilenler yüzünden bu esareti kıramamanın bedelini, yaşamları ile ödeyen kadınların sayısı azımsanmayacak sayılara ulaşıyor. İşte bu hafta kadına uygulanan ilginç yasakları köşeme taşıyacağım. Günümüzde süren sıkıntıları tekrar gündeme getirmek yerine de Osmanlı döneminde uygulanan yasakları hatırlatacağım. Bakalım bugün bile geçmişin özlemiyle yanıhp tutuşanlar aşağıdaki satırlarda aktardığım trajikomik yasaklar için ne düşünecekler?
OSMANLI’DA YASAKLAR VE KADIN
Osmanlı toplumunda yasaklar, kadının toplumsal hayatını büyük ölçüde etkilerken, tepkilerin cılız kaldığı yadsınamaz bir gerçek. O dönemde kadının evde oturması gereken bir süs eşyası olduğu belgelerle saptanıyor. 1453’de İstanbul’un fethinden, l909 2. Abdülhamit devri sonlarına kadar, yani 456 yıl kadınların erkeklerle beraber kayığa binmeleri yasaklar listesinin başında yer alıyor. 25’inci Osmanlı Sultanı 3. Osman tahta çıkması ile birlikte bir ferman yayınlıyor. Padişahın sokağa çıktığı üç gün boyunca, kadınların süslenerek dışarı çıkması yasaklanıyor. l573 yılında kadınların kaymakçı dükkánlarına girmesine izin verilmiyor.
Lale devrinde dar feracelerin giyilmesi men ediliyor. Ayrıca gösterişli uzun yakaların, yemenilerin, kurdelelerin kullanılmasına yasak getiriliyor. l725 yılında ise kadınların yemeni ile sokağa çıkmalarına izin verilmiyor. Süslü ve büyük başörtüsü kullanan kadınların, elbiselerinin yırtılacağı ve bu tür elbiseler diken terzilerin de sürüleceği fermanı veriliyor. l752’de kadınların sevgilileri ile buluşmalarını önlemek için, mesire yerlerine gitmeleri engelleniyor. l870 yılında açılan kız öğretmen okulunda, on yaşından büyük kızlara erkek öğretmenlerin ders vermesi yasaklanıyor.
KADINLARIN ERKEKLERLE AYNI KAYIĞA BİNMESİ YASAK
Yıllar geçtikçe yasaklar şekil değiştiriyor, ama eksilmiyor. l5 Ağustos l88l yılında Levant Herald Gazetesi, halka açık yerlerde kadınların çarşafla dolaşmasının yasaklandığını açıklıyor. Kadınların Beyazıt, Aksaray, Şehzadebaşı gibi yerlerden araba ile geçmeleri de men ediliyor. Aynı yıllarda, kadınlara, laf atmak, işaret etmek ceza kanunun 202. maddesine göre suç sayılıyor. 2. Abdülhamit ferman yayınlıyor: Saray kadınları dışındakilerin ferace giymelerini yasaklıyor.
Osmanlı döneminde de şimdi olduğu gibi kadınların dövülmesine büyük tepkiler gösterilmiyor. Ancak o dönemde, yabancı basın, bu konuyu değişik şekillerde işliyor. Sultan 1. Mahmut, kadınların erkeklerle aynı kayığa binmelerini yasaklıyor. Sultan 3. Mustafa da kadınların her ne şekilde olursa olsun, sokağa çıkmalarını men ediyor.
KADINLARA ÖZEL TRAFİK KURALLARI
Yavuz Selim’in Kanunnamesi’nde, kadınların su taşıdıkları yerlerde erkeklerin dolaşması yasaklanıyor. Kadınların erkeklerle yan yana gelmesini önlemek için, tramvay, vapur ve şimendifer gibi araçlarda tahta bölmeler yapılıyor. Çoğu zaman ev ziyaretlerinde kadınlarla erkekler ayrı ayrı odalarda oturuyorlar. l900’lü yılların başında da, ulaşım araçlarında kadın ve erkek ayrımı uygulaması sürdürülüyor. Kadınların kocaları ile faytona binmeleri de men ediliyor. Yasak olmayan ve olan sokaklardan oluşan, yasak mesire yerlerinin belirlendiği, bir şehir haritası yaratılıyor. Kadınların ne tür araçlarla, hangi yönde hareket edeceklerini belirleyen bir trafik kuralı hayata geçiriliyor.
1914 yılında yayınlanan bir ferman ise, Türk kadınlarının ince kumaşlardan yapılmış çarşaf ve yeldirme ile dolaşmalarını yasaklıyor. Kadınların, şarkı söylemesi, tiyatroya gitmesi, ticaret ile uğraşması resmen olmasa da fiilen yasaklar kapsamına giriyor. Ayrıca kadınların toplu halde bazı yerlerde bulunmaları da yasaklanıyor. Rüşvet o dönemde de yasaklar içindeki yerini koruyor. Hele rüşvet veren kadın olursa suçun affı olmuyor.
Ve geliyoruz bu günlere. İletişim çağının getirdiği olanaklarla haklarını bir bir öğrenip, elde eden kadın halen yasaklarla boğuşuyor. Hatta zaman zaman kazanmış olduğu hakların geri alınmaması için mücadele ediyor. Bir yanda Osmanlı döneminin özlemiyle yanıp tutuşup, Ortaçağ kurallarına göre hareket tarzı benimseyen erkeklerin karşısına dikiliyor, diğer yandan da bu uğurda canını feda ediyor.
ATATÜRK ’ÜN YADİGARI ASIRLIK ÇINAR YOLUNA DEVAM EDİYOR
Birçok Ankaralının kalbinde özel yeri olan çok özel bir restorandan bahsedeceğim. Alkollü mü, alkolsüz mü olsun tartışmalarının yaşandığı bu mekanın adı Merkez Lokantası. Tam 79 sene önce Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün özel mutfağı olarak Atatürk Orman Çiftliği’nde açılan ve 1930 yılında restorana dönüşen muhteşem bir yer. Atatürk, akşam yemeklerinde devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet ettiği, ülkenin sorunlarını tartıştığı ve sık sık gidip dinlendiği bu mekanı 1937 yılında varlığının büyük bir kısmıyla beraber hazineye bağışlamıştı. Daha sonraki yaklaşık 20 yıl boyunca müşterilerine hizmet veren restoranın 1956 yılında Alman mimarlar tarafından bahçe düzenlemesi yapılmış ve salonları büyütülmüştü. Bu süre zarfında Tarım Bakanlığı’nın işlettiği Ata yadigárı restoran 1964 senesinde özelleştirilmişti. Daha sonraki sahipleri de bu tarihi mekánı koruyarak bugünlere getirmişti.
Restorandan içeri adım atanlar, ilk önce Atatürk’ün nüfus cüzdanı veya İsmet Paşa’yla beraber yemek yiyip sohbet ederken çekilmiş bir fotoğrafıyla karşılaşır. Türk Mutfağı’nın egemen olduğu restoranda sizi bekleyen mönü ayrıca dünya mutfağının seçkin örneklerini ve mevsim balıklarını içerir. Yemeklerin yanı sıra yerli ve yabancı tüm içki çeşitlerini bulmanız mümkün... Restoranın özel yemekleri arasında Kuzu Tandır, Kuzu Fırın, Ankara Tava, Su Böreği ve Kuru Fasulye ise tavsiye listemin ilk sıralarında.
Bu arada Merkez Lokantası’nın özel içkisi "Sarı Votka"yı ise mutlaka tadın. Bu içkinin hazırlanması için bir şişe votkanın içerisine limon kabuğu, karanfil ve çok az da tarçın konuluyor. Ardından bu karışım 2 hafta bekletiliyor. İki haftanın sonunda limon kabuğu, karanfil ve tarçının kokusunu ve rengini alan içki konuklara greyfurt suyu eşliğinde sunuluyor.
Yazının Devamını Oku