Erdal İpekeşen

Berlin haline şükretsin ki Gökçek gibi bir başkanı yok

27 Eylül 2009
Seçim sürecini izlemek üzere Almanya Federal Cumhuriyeti’nin davetlisi olarak dört meslektaşımla birlikte Berlin’e gittim. Başta Türk kökenliler olmak üzere değişik partilere mensup birçok önemli politikacı, bürokrat, gazeteci ve seçim yetkilileriyle görüşme trafiği gerçekleştirdik. Zira seçim sonuçları Türkiye- Almanya ilişkileri ve AB sürecimiz açısından bir hayli önemliydi. Yazımın satır aralarında bu görüşme maratonundan ilginç notlar aktaracağım. Ancak seçimler kadar başka bir konuyla da ilgilendim ve Almanların başkenti Berlin ile Ankara’yı çağdaşlık ve belediyecilik açısından karşılaştırdım. Bu kıyaslamada Berlin ayağı çok önemliydi. Çünkü Berlin, 250 Bin Türk nüfusuyla Türkiye’nin 82’inci vilayeti olmaya aday.

Alman Federal İstatistik Dairesi’nin saptamalarına göre ülkede 2 milyon 700 bin Türk yaşıyor. Bu sayının 780 bini Türk Kökenli Alman vatandaşı ve oy hakkına sahip. Anne ya da babalarından biri Türk olan Alman vatandaşının sayısı ise 260 bini buluyor. Dolayısıyla da oy kullanacak bir milyon’u geçen Türk kökenli Alman vatandaşının olduğu hesaplanıyor.

Hal böyle olunca da ilk durağımız Türklerin yoğun olarak yaşadığı Kreuzberg bölgesi oluyor. Çevredeki mağazalara, yolda gezinen insanlara bakıyorum ve bir anda kendimi Türkiye’de gibi hissediyorum. Sanki Ankara’nın ana caddelerinden birinde dolaşır gibiyim? İşte O anda da Ankara’da olmadığımı hatırlatan görüntülere tanık oluyorum. Üzerinde güler yüzlü insanların yürüdüğü ve bisikletiyle tur attığı kaldırımlar, trafik işaretlerine ve yol çizgilerine riayet eden sürücüler bir anda farklı bir mekanda olduğumu hissettiriyor. Düşünüyorum, onlar da Türk, Ankara’da yaşayanlar da. O halde Ankara’daki bu düzensizlik ve saygısızlık niye? O günü takip eden 5 gün boyunca Berlin’i karış karış geziyorum ve bu sorunun yanıtını buluyorum.

EĞİTİM DÜZEYİ BAHANE ESAS SORUN BAŞKA!

Aslında toplumsal yaşamdaki eğitimsizliğimiz önemli bir etken ama esas sebep Ankara’yı bu hale getiren zihniyette. Berlin’in ana bulvar ve caddelerini, sokaklarını, meydanlarını çağdaş yaşama göre düzenleyenlerin aksine, Ankara her geçen gün bu çağdaş dizaynın dışına çıkıyor. İlk söz olarak iki ülke arasındaki eğitim düzeyini söyleceksiniz. Ancak, çoğunluğu beden işçisi olan Berlin Türkleri, eğitim düzeyi en yüksek kentte yaşayan Ankaralılardan daha iyi eğitimli değil. Aradaki farksa, yöneticilerden kaynaklanıyor. Sen alt yapısını oluştur ki, insanları ondan sonra sosyal kurallara uydurmak için zorla. İşte, bütün mesele burada yatıyor. Sen, Ankara’yı yöneten belediye olarak işini tam yapmazsan, yanlış kararlar verirsen, bu insanları doğru davranışa yönlendiremezsin.

BU ALMANLAR ALTÜST GEÇİT YAPMASINI BİLMİYOR MU?

Tüm Berlin de yayaların geçiş üstünlüğü ön planda tutularak yaya kaldırımları ve geçitleri düzayak yapılmış. Şehrin bulvarları gezinti alanları ve parklarla donatılmış. Trafikte öncelik yayalara verilirken, gerek araçlar, gerekse yayalar için altüst geçitlerden uzak durulmuş. İnanın koskoca şehirde bir tek geçide rast geldim. O da Olimpiyat köyüne gidiş yolunda numunelik olarak duruyor. Gelelim Ankara’ya? Sadece Kızılay’da 20’ye yakın üst geçidin olması, kaldırım yüksekliklerinin insana duvara tırmanıyormuş hissi vermesi Gökçek’in yayalara gösterdiği ilgiyi apaçık gözler önüne seriyor. Üstüne üstlük kaldırım ve bulvarlar taşıt trafiği yüzünden sürekli daraltılıyor ve parça parça yok ediliyor. İnsanlar yaya kaldırımlarında büfe, taksi durağı, reklam panosu ve park halindeki araçlardan arta kalan kısımlarda yürümeye çalışılıyor. Bisiklet mi? Güldürmeyin canım, gidecek özel yol bulamadıkları için anayola inecekler, o zaman da yarısı Hakkın rahmetine kavuşacak.

TOPLU TAŞIMA UZAK DURDU ŞEHİR YAŞAMINI KALBİNDEN VURDU

Şimdi diyeceksiniz ki, tüm çağdaş kentlerde olduğu gibi Berlin’de de vızır vızır çalışan metro, tramvay gibi toplu taşım araçları var. Tabii ki adamlar ulaşım sorunu bu şekilde halledince şehrin üstünü insani boyutta tasarlayabiliyor. Doğrudur, toplu taşım araçları yönünden Ankara Berlin’in çok gerilerinde. Peki, hiç merak ettiniz mi bunun sebebini. Cevabı çok basit? Sayın Gökçek’in yaklaşık 15 yıldır süren kavşak, alt üst geçit ve otoban sevdası yüzünden.

Elbette ondan önceki yöneticilerin de vizyonsuzluğu var, ama Mehmet Altınsoy ile Murat Karayalçın’ın bu ihmali bertaraf etme çabasını yine Gökçek, sonlandırıyordu. Aslında Ankara, Türkiye’nin gelişmiş ilk metrosuna ve raylı sistemine sahip, ama ilk olma dışında başka bir özelliği yok. Bir çok ana arterinde metro çalışması var ama çukurlar, tüneller kazıldığıyla öylece kalmış durumda.

Basit bir hesap yaparak, düşünüyorum; Ankara cadde ve sokakları Berlin gibi dizayn edilse, o altüst geçitler ile yol genişletme çabalarına harcanan para metroya, hafif raylı sistemlere harcansa kötü mü olurdu? İnanın Berlin belediyesi, toplu taşımacılık sorununu hallettikten sonra bu çağdaş görüntü için Ankara’dan çok daha az para harcamıştır. O halde suç kimdeymiş, kararı siz verin? Sonuçta Almanlar, mucize başarmış değil. Sadece herkes görevini yerine getiriyor ve beraber yaşamanın kurallarını işletiyor, hepsi o kadar.

Büyük koalisyon ve alternatİfİ

Köşemi okuduğunuz bu gün, yani 27 Eylül 2009 tarihinde 82 milyon nüfuslu Federal Almanya’da seçim var. Tam tamına 61 milyon Alman sandık başına gidip, hem federal, hem de eyalet parlamentolarının milletvekillerini seçecekler; ya Merkel’in başı çektiği mevcut koalisyon 4 yıl daha iktidarda kalacak ya da yeni bir koalisyon görev başına gelecek. Alman geleneklerine ve seçim sistemine bakınca ufukta tek başına iktidar olabilecek bir parti görünmüyor.

Almanya son dört yıldır, Türkiye’nin AB’ye üye olmasına karşı duran ve “imtiyazlı ortaklık” teklif eden Başbakan Angela Merkel’in CDU’su ile “Türkiye kabul edilsin“ diyen büyük koalisyonun Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’in SPD’si tarafından yönetiliyor. Yeşiller ve SPD’den koparak Sol Parti şemsiyesinde birleşen muhalifler adaylığımızı desteklerken, Hür Demokrat Parti yani Liberaller ise Merkel’in CDU’suyla aynı görüşe sahip muhalefet partileri olarak seçim yarışına katılıyorlar.

Renksiz seçimde Türklerin durumu

Bu seçim maratonunda 780 bin Türk kökenli Alman vatandaşı ise 2 bin sandalyeli Federal Meclis’e Yeşiller, SPD ve Sol Parti’den aday olan 5 Türk kökenli milletvekilini sokma gayreti içinde. Eyalet seçimlerinde ise 31 Türk kökenli aday var. Ancak,aralarından dördü Federal Meclis’e girecek gibi görünüyor. Biri iktidardayken diğerinin iktidarda olana karşı muhalefet görevini üstlenmesi ile yürüyen alışılmış düzen, bu iki partinin yine “büyük koalisyon” oluşturmasıyla süreceğe benziyor. Bizim için kötü senaryo ise Merkel’in başını çektiği Hıristiyan Demokratlar ile Liberaller’in yeterli sayıya ulaşıp, koalisyon kurması.

Merkel’in önderliğindeki CDU ile Steinmeier’in SDP’si ülkelerini küresel ekonomik krizin etkilerinden başarıyla koruduğu için muhalefetin bu konudaki kozlarını bertaraf etmiş görünüyor. Bu da seçimlerin renksiz ve düşük profilli geçmesini beraberinde getiriyor. Hatta tüm ülkenin merakla beklediği iki büyük parti liderinin televizyon programında bu düşük profil gözlemini destekliyor.

İKİLİ TV KANALINDA GÖRÜŞTÜ

Düello düete dönüştü

Ekran başındaki Almanlar ise iktidarın iki ortağı Merkel ile Steinmeier arasında “Düello” beklerken, “Düet” yapmalarına tanık oluyor. Ekonomideki başarı sonucunda da muhalefetin elinde sadece eğitim ve çevre sorunlarına yönelik kozlar kalıyor. Bu da Alman seçmeninin ilgisini çekmiyor.

Almanya seçimlerinde bizim açımızdan en dikkat çekici olanı ise Türkiye kozunun hiçbir parti tarafından kullanılmaması. İktidarıyla, muhalefetiyle tüm partiler Türkiye’nin AB üyeliği, ülkedeki Türklerin sorunları üzerine neredeyse hiç görüş belirtmiyor. Bu durum da 780 binlik Türk kökenli Alman seçmenin ağırlığı olarak görülüyor. 2005 seçimlerini Merkel’in yüzde bir oy farkla kazandığı düşünülecek olursa neden kimsenin Türk kökenli seçmeni karşısına almak istemediği ortaya çıkıyor. Tabii, yanına çekmek için sonradan gerçekleştirilemeyecek sözlerin verilmesini de engelliyor. O nedenle de her seçim döneminde koz olarak kullanılan “Türkiye” derin dondurucuya bırakılmış görünüyor.
Yazının Devamını Oku

Bu tombala kazananları değil kaybedenleri sevindiriyor

12 Eylül 2009
Okuyucuyla aramda kurduğum telefon ve e-mail trafiğinden algılıyorum ki, birçok konuda doğru adımlar atmışım.

Öncelikle şunu belirtmeliyim, okuyuculardan gelen tüm telefonlara bizzat çıkarım ve e-postaları satırı satırına okurum. Bilirim ki hatam varsa düzeltirler, atladığım bir konu olursa uyarırlar. O haftaki yazıma yoğun ilgi gösterirlerse de doğru rotada seyrettiğimi anlarım.

En son iki hafta önce gündeme getirdiğim radarla hız kontrolü ve kazaya davetiye çıkaran orta refüj sulaması üzerine onlarca okur mesajı aldım. Hepsi de dört şeritli yollardaki 50 kilometrelik hız sınırından şikâyetçiydi. Keza orta refüjdeki sulama yüzünden kayganlaşan asfalt yolun olumsuzluklarından da. Birçoğu benimle aynı düşünceydi ama içlerinden iki okurun iletisi yarım kalmış bir yazıyı tamamlar nitelikteydi.

İlk yazı Sayın İsmet kürümoğlu’ndan gelmişti. Çayyolu’nda oturduğunu söyleyip, 5 Temmuz 2009 tarihinde yazdığım “Trafik ve tombala” ile ilgili yazıma ilave yapıyordu. Satırı satırına aktarıyorum:

“Yazınızın sonunda bir bölümün daha olduğunu, unutulduğunu hayal ediyorum. Adettendir, düette son bölüm birlikte söylenir. Sizin akıcı üslubunuzla şöyle bir şeyler olabilir miydi? Bu Yolda sık sık hız kontrolleri yapılır. Radar tuzakları kurulur, gidişte Sincan kavşağına, gelişte Cepa önüne. O süreçte dakikada yüzlerce araba geçer bu yoldan. Hepsi de 50 Kilometre hızın üzerinde seyrederler. Hepsine ceza yazmak mümkün değil, yazmasanız olmaz. İşte o zaman ‘Tombala’ yetişir imdada. Programlanan kadar çekilir. Kime isabet ederse, tombala 237 TL, çinko 180 TL. Makbuzlar verilirken sırtlar sıvazlanır, teselli hatırlatılır. Erken yatırırsan indirimi var denir. Belki de ilk defa ‘Tombala’yı kazanamayanlar mutlu, kazananlar adalete ve eşitliğe küskün ayrılır.”

Yazının Devamını Oku

Biri bu sulama işine ‘Dur’ demeli

30 Ağustos 2009
DAHA önce de defalarca dile getirdim ama duruma aldırış eden olmuyor. Bu umursamazlık yüzünden de peş peşe kazalar geliyor ve maddi hasar bir kenara insanlar yok yere canından oluyor. İnanın, şu sıralar birçok kişi gibi yetkililer hakkında hiç iyi düşünmüyorum. Hatta bazen Cumhuriyet Savcısına şikâyet etmek bile aklıma geliyor.

Bilmeyenler için bir kez daha hatırlatayım, Hürriyet Gazetesi’nin bulunduğu bina Eskişehir yolu üzerinde. Günün her saati yoğun bir araç trafiği var ve zaman zaman yan yana dört şerit bile akış için yetmiyor. Üstelik otobana dönüşmüş bu yolda sürücü ve yayalar için ciddi tuzaklar da var. Tıpkı, Konya yolu, Havalimanı yolu gibi...

Bu tuzaklardan en önemlisi ise orta refüjde bulunan bitkilerin sulanması esnasında uygulanan teknikten kaynaklanıyor. Kentin birçok cadde ve bulvarında bu alanların sulaması tehlikeyi bir kat daha arttırıyor. Otomatik sulamaya geçen fıskiyeler çim, ağaç ve çiçekleri sulaması gerekirken, yolları da ıslatıyor. Tankerlerle yapılan sulama ise daha da beter. Suyun asfalt üstündeki tozla birleşmesiyle yerler cila gibi kaygan hale geliyor. Güneşli ve kuru havada bu durumu fark etmeyen sürücüler de direksiyon hâkimiyetini kaybediyorlar. İnanın bu kaymalar yüzünden üst üste kazalar oluyor. Hele ki akşamları, yerdeki ıslaklığı fark etmeyen sürücüler tam anlamıyla can pazarının içine düşüyor. Kenarlara konan “Kaygan yol” levhaları ise hiçbir işe yaramıyor.

Sözün özüne gelecek olursak, belediye yetkilileri bu sulama işini asfaltı ıslatmadan yapamaz mı? Dünyanın birçok ülkesini gördüm ve asfaltı sular altında bırakan bir sisteme hiç rastlamadım. Acaba bizim ülkemizde uygulanması çok mu zor?

DUMANSIZ HAVA SAHASI SOSYAL YAŞAMA DARBE

Birçok çağdaş ülkede olduğu gibi ülkemizde de dumansız hava sahası uygulaması katı bir şekilde yaşamımıza girdi. Kapalı alanlarda sigara içmek bundan böyle yasak... Kuşkusuz bu uygulamadan en çok etkilenen yerler yeme içme ve eğlence mekanları oldu. Özellikle kahvehaneler, kafeler, restoranlar, meyhaneler, barlar ve kulüpler dumansız hava sahası nedeniyle önemli ölçüde müşteri kaybına uğradı. Dahası aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali, ya kurala uymayan müşterisini yetkililere şikayet etmek zorunda kalıyor, ya da göz yumduğu için yüksek cezalar ödüyor.

Benim üzerinde durmak istediğim konuysa bu uygulamanın başlangıç sürecinde yaşananlar. Global krizin etkilerini bertaraf etmeye çalışan işletmeler, sigara yasağının yaşattığı olumsuzluklarla mücadeleye hazırlanırken, bir de hizmetlerine zam yapmak zorunda kaldı. Verginin tekrar yüzde 18’e çıkarılması yüzünden hesap pusulalarına yüzde 10’luk bir ilave yapmak zorunda kaldılar. Bir taraftan sigara yasağı, diğer taraftan da zorunlu zam önemli ölçüde müşteri kaybına sebep oldu.

Şimdilerde görüştüğüm birçok işletme sahibinin eleştiri okları AKP iktidarına yöneliyor. Bu uygulamayı dumansız hava sahasına değil, alkolsüz yaşam tarzına geçiş olarak görüyorlar. Zira sigara yasağının start aldığı günlere rastlayan vergi artışının tesadüf olmadığını düşünüyorlar. İçlerinden bazıları, sigara yasağı konusunda Alman ya da İspanyol modelinin uygulanmasını istiyor. Yani işletmelerin belli bölümü sigara içenlere tahsis edilmesini, gereken ayrıştırma ve havalandırma koşullarının sıkı denetlenmesini, bu şekilde de içmeyenlerin mağduriyetinin önlenmesini istiyorlar.

Sonuçta bu katı yasaklar yüzünden yüzlerce mekan kapanabilir ve binlerce insan işsiz kalabilir. Ayrıca sosyal yaşam da mağaza vitrinlerine bakmaktan öteye gitmeyebilir.

Bu aşamada benim tavsiyem ise bu mekanlara gidişinizi kısıtlamayın. Varsın dumansız hava sahası olsun. Yoksa eğlencesiz bir yaşam sizi bekliyor olacak. İçeceğiniz bir bardak çay, yiyeceğiniz bir simit ve tabiî ki daha fazlası, sosyalleşebileceğiniz bu mekanların yaşaması için çok önemli. Sonra ev ailenizin ve yakın birkaç dostunuzun suratına bakmaktan başka seçeneğiniz kalmayabilir. Sigara içenler mi? Mümkünse bu illetten kurtulun, olmadı bu illeti yasaklayan zihniyetin Almanya veya İspanya’ya seyahat etmesini sağlayıp, kalbinin yumuşamasını bekleyin.

POTANSİYEL NERONLARIN PEŞİNİ BIRAKMAYIN

Televizyon ya da gazetelerde bir orman yangını haberi görünce içim “cız” eder ve yağmur duasına başlarım. “Yangın sönse de o canım doğa bu felaketten kurtulsa” derken de pencereye koşar, aşağıdaki yeşil alana bakarım. Aklıma hemen sigara izmariti gelir ve görüş alanıma giren her yeri telaşlı gözlerle tararım. Hatta sigara içen birini görürsem gözden kayboluncaya kadar izlerim.
Geçen gün arabayla Ankara’dan Antalya’ya doğru yol alırken Konya güzergâhını tercih ettim. Sarıya bürünmüş Konya ovasını geride bırakıp Toros Dağları’nın o enfes doğasına ulaşınca içimi bir huzur kapladı. Böylesine güzel ağaçları ülkemize bahşettiği için Tanrı’ya şükrederken de o kötü manzarayla karşılaştım. Yanmış kül olmuş bir alan ve karalara boyanmış bir doğa. Daha geçen yıl o alan da binlerce çam ağacı ve çiçekler vardı.

Neyse ki kısa bir süre sonra güzellikler tekrar belirdi ve yanan kısma nispet yaparcasına daha gür bir şekilde karşımda belirdi. Yüzümde tekrar gülücükler açmıştı ki, fren pedalına köküne kadar basmama sebep olan iğrençliği fark ettim. Yolun hemen kenarındaki ağaçların dibinde arabalarıyla birlikte konuşlanan üç adam, çalı çırpıyla doldurdukları mangallarındaki ateşi körüklemeye çalışıyordu.
Üçünü de Roma’yı yakan Neron’dan farksız görmüş olacağım ki, kızgınlıkla araçtan iniverdim. Yaptıklarının orman için büyük tehlike yarattığını, söndürmeleri gerektiğini filan söylerken, baktım aralarından biri eline aldığı taşı bana doğru fırlatmaya hazırlanıyor. Diğerleri de bir yandan arkadaşlarını galeyana getirip saldırmaya hazırlanırken, diğer yandan da yüksek sesle “Bıktık lan senin gibi çevrecilerden. Sizin yüzünüzden ağaç gölgesinde bir mangal keyfi bile yapamıyoruz” diyerek küfürle karışık bağırıyor. Allahın dağ başı ve üçüne karşı tek başınayım. Çaresiz arabaya binip, gaza basıp, yola koyuldum. Bir yandan telefona sarılıp emniyete ulaşmaya çalışırken, diğer yandan da yol kenarında derdimi anlatacak insanlar aramaya başladım.

SANKİ O BÖLGEDE YAŞAMIYORLAR

Dağların arasında telefon çekmeyince de 50 kilometre sonra karşıma çıkan benzin istasyonuna kadar durmadım. Pompanın yanındaki görevliye bir çırpıda konuyu aktarırken de yakında bulunan köylülerden müdahale etmelerini istedim. Aldığım yanıt ise daha şaşırtıcı. “Sana ne adamların mangal keyfinden! Elin adamlarıyla başımızı derde sokacak halimiz yok.”
İçimden “İş başa düştü” diye geçirirken, uzakta beliren trafik ekip otosunu gördüm. Derdimi bu kez de onlara anlattım ki, verdiğim koordinatlara hemen hareket ettiler. Tabii peşlerinden ben de. Ancak magandaların bulundukları yere vardığımız zaman bıraktıkları pet şişeler, naylon torbalar ve küllenmiş odun parçalarından başka bir şey bulamadık. O diklenen kabadayıların yerinde yeller eserken, ormanın muhtemel bir yangından kurtulmasına sevindim.

TAKSİCİ OLTAYA TAKILINCA ÇORAP SÖKÜĞÜ GİBİ ÇÖZÜLDÜ

Akşam saatlerine doğru huzura ermiş bir psikolojiyle Manavgat’ı geride bırakıp, Belek Turizm Merkezi’ne ulaştığım anlarda sinirlerim yine tepeme çıktı. Bu kez önümdeki taksinin şoförü yanan izmariti pencereden dışarı atarken, korna çalmama, selektör yapmama rağmen hızla gözden kaybolup gitti. Plakasını alamamanın üzüntüsüyle sağıma soluma baktım, kimse yok. Belli ki içinde yolcusu olmayan bu taksi oradaki duraklardan birine ait? En yakın durağa gidip o esnada yolda olan taksicinin kim olabileceğini soruyorum. İçlerinden biri,
“Ağabey, biz iki saattir buradayız, kimseyi görmedik” dedi. Sonra fark ettim ki, bana bu sözleri söyleyen taksicinin bindiği aracın ön kaputu haddinden fazla sıcak.

“O sendin!” diyerek yem attım ki, oltaya takıldı. “Evet, ağabey, o bendim ama lütfen şikayet etme. Evde çoluk çocuk ekmek bekliyor” cinsinden sözlerle ajitasyona başladı. Kısa bir nasihat faslından sonra bir ikazın bile aynı hatayı tekrarlamaması için yeterli olabileceğini düşünerek konuyu kapattım. Sonraki günler sorup, soruşturuyorum ki bu taksiciyi sigara içerken gören olmamış.
Kıssadan hisse; bu tipleri görünce peşlerini bırakmayın ve yakalarına yapışın. Ufacık bir çabanız, inanın kocaman bir ormanın yok olmasını engelleyebilir.
Yazının Devamını Oku

Başkanlığa soyunanlar ve ismi hafızaya kazınanlar!

23 Ağustos 2009
29 Mart 2009 yerel seçimlerinin üzerinden 5 ay gibi kısa bir süre geçti. Ankaralılar büyükşehir belediye başkanıyla beraber tam 25 tane ilçenin de belediye başkanını seçti. Peki, hiç düşündünüz mü; aradan bu kadar süre geçmesine rağmen icraatları ve söylemleriyle ismini hafızalara kazıyanlar kimler oldu? Bu soruyu önce kendime, sonra da önüme çıkan tanıdık, tanımadık birçok kişiye sordum. Ezici bir çoğunluk benimle aynı paraleldeki yanıtı verdiler. Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık, Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar ve Altındağ Belediye Başkanı Veysel Tiryaki. Geri kalan 22 belediye başkanın adı ise ya çok az miktarda telaffuz edildi, ya da hatırlanmadı.

Melih Gökçek ile Veysel Tiryaki’nin anımsanması doğaldı. Zira aynı koltukta Gökçek, 15’inci yılını, Tiryaki ise 5’inci yılını dolduruyordu. Ancak Çankaya Belediye Başkanlığı koltuğuna oturan Bülent Tanık ile Yenimahalle Belediye Başkanlığına gelen Fethi Yaşar bu görevde daha 5 aylık bir maziye sahipti. Benimse merakım, her ikisi de bir önceki dönemden enkaz devralmasına ve tam anlamıyla icraatlarına başlamamasına rağmen nasıl olup da bu kadar tanınabiliyordu? Belki bırakın Ankara’yı, Türkiye’nin en büyük ilçesi olan Çankaya’da Bülent Bey biraz da stratejik konumundan dolayı tanınabilirdi de, eski önemini kaybetmiş Yenimahalle’de Fethi Yaşar nasıl akıllara kazınmıştı?

Kendimce bir araştırmaya girdim ve bu bilinirliğin ardında yatan sebebi araştırmaya koyuldum. Sonuçta da çok ilginç kişiliklere ve icraatlarına rastladım.

Bilinirlik anlamında Melih Gökçek’i anlatmaya gerek yok. Ankaralıların yüzde 62’si kendisine karşı olmasına rağmen koltukta 15 yılı geride bırakmak bir başarı. Keşke bu yıllanmışlık başarısı icraatlarına ve kişiliğine de yansısa.

FETHİYLE BİRLİKTE YENİMAHALLE’DE GÜNEŞ HİÇ BATMIYOR

Görev kapsamına giren yüzölçümüne bakıldığı zaman Türkiye’nin 12’inci büyük şehri diyebileceğimiz Yenimahalle ilçesinin belediye başkanıyla sentezimize başlayayım. 60 yaşındaki Başkan Fethi Yaşar, tekstil ve turizm sektöründe yanında binlerce kişi çalıştırarak özel sektörde başarılı olmuş bir iş adamı. Çocukları ve torunlarıyla mutlu bir yaşam sürerken, babadan kalma CHP tutkusuyla, politikaya girip siyasal yaşam içinde de kendine yer buldu. Parti teşkilatı, Büyükşehir Belediye Meclis üyeliği derken de, son olarak Yenimahalle Belediyesi’nin kaptan köşküne oturdu. Para, pul, politik ikbalden daha çok vatandaşa hizmet anlayışıyla hareket ettiği için de çevresinde güvenilir bir insan intibası bıraktı. Zaten sık sık da söylüyor, "Torunlarıma bu dedemizin dedirtebileceğim eserler bıraksam bana yeter"

Kendinden önceki belediye başkanı Ahmet Duyar’dan aldığı mirası araştırdım. 110 milyar TL borç, lüks makam odaları ve aşçı, garson gibi özel hizmetliler... Bu borcun yaklaşık 40 milyar TL’si ise 5 aylık süreçte geri ödenmiş. Ardında yatan mucize ise tasarruftan geçiyor. Belediyede yanan lambalardan tutun da telefon görüşmelerine kadar her şey gerektiği gibi kullanılıyor. Bu nedenle de gelen aylık elektrik faturası 132 bin TL’den 24 bin TL’ye düşmüş. Üstelik yeni bir uygulamayla da Yenimahalle sınırları içindeki tüm parklar 24 saat ışıl ışıl aydınlatılıyor. Parklar güneş enerjisiyle aydınlatılınca, fatura beşte bir oranına düşmüş. Dolayısıyla da "Yenimahalle’de güneş batmıyor" esprisini boşuna yapılmıyor. Şimdilerde bakıyorum, o lüks makam odaları da tarihe gömülmüş, hizmetliler ise şahsa değil tüm belediye çalışanlarına destek veriyorlar. Örneğin aşçı ve garson tabldot yemeğe kaşık sallayan Fethi Bey’le beraber diğer personele de hizmet sunuyor.

SEYİR DEFTERİNDE VATANDAŞIN DA İMZASI VAR

En beğendiğim özelliğine gelirsek. Yeni bir proje mi hayata geçecek, tüm vatandaşların fikri alınıyor. Aralarından mantıklı istekler ise hemen hayata geçiyor. Örneğin Ümitköy ve Batıkent’te yapılacak dev şehir meydanları ile parklar için hazırlanan maketler vatandaşın görüşüne sunulmuş. Proje genel anlamda beğeni kazanırken, bisiklet yolu gibi ufak tefek istekler olmuş. Fethi Bey, bakmış bu isteklerin bir kısmı büyük çoğunluk tarafından dile getiriliyor, hemen projeye ilave ettirmiş. Kısacası yatırımlar vatandaşa rağmen değil, vatandaşla birlikte yürüyor.

Gördüm, ki görevde olduğu bu 5 aylık süreçte toplumun her kesimiyle güzel bir diyalog kurmuş. Parti rozetini yakasından çıkarıp, toplumun her kesimiyle sıcak bir ilişkiye girmiş. ’Madem Yenimahalleliler bizi değil de CHP’yi seçtiler, o zaman bizden hizmet beklemesinler’ diyecek kadar pervasız olan Melih Gökçek’le bile düzeyli bir ilişki yürütebiliyor. "Büyükşehir’in vatandaşın yararına olan her projesini desteklerim, tabii aynı davranışı Melih Bey’den de beklerim" diyerek de sürekli zeytin dalı uzatıyor.

ARAÇLARI YÜRÜTEMEDİK BARİ YAYALAR YÜRÜSÜN

Çankaya İlçesi her seçimde birçok şehirden daha önemli konumdadır. Zaten nüfusu ve seçmen sayısı da yüzde 80 oranındaki şehirden daha fazladır. Bu nedenle de Çankaya’da belediye başkanı olan kişi yakından takip edilir. Hal böyle olunca da belediye başkanının ismi ve icraatları çok iyi bilinir.

Oturaklı ve bilgili görünümüne rağmen icraatı birkaç söylemden ileriye gitmeyen Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık’ı ise halen çözebilmiş değilim. Çok güzel konuşup, mahkemeye intikal etmiş Akay Kavşağı gibi konularda bile dik durmasını biliyor. Ancak bazı projeleri de hayalden öteye gidemiyor. Tunalıhilmi ve Bahçelievler 7. Cadde’yi araç trafiğine kapatıp, yaya bölgesi yapacağım diyor ama arkası gelmiyor. Aslına bakarsanız, benim de fikrim yayalara açılması yönünde. Zira Çankaya’nın delik deşik yollarından dolayı zaten araçlar gidebilecek doğru dürüst yol bulamıyor. Madem araçlar hasar görmeden gidecek yol bulamıyor, bari yayalar yürüsün de trafik sağlıklı aksın diye içimden geçiriyorum.

Bu arada Çankaya Belediye Başkanı’na hatırlatmak isterim, Ankara gibi megapollerde caddeler hangi belediyenin sorumluğu altında? Tabii ki büyükşehir belediyelerinin. (Kanuna göre sokaklar ilçe, caddeler ve genişliği 12 metreyi geçen sokaklar büyükşehir belediyesinin sorumluluk alanında.) O halde Bülent Bey’e bir soru... Sadece sokaklardan sorumlu bir belediye başkanı olarak, görev kapsamının dışındaki cadde ve bulvarlara nasıl müdahale edeceksiniz?

Bitmedi, birkaç sorum daha var. Bahsedilen caddeleri otobana dönüştürüp, yaya kaldırımlarını kuşa çeviren kim? Hali hazırdaki Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek. Bu güne kadar bir caddeyi, bulvarı ya da sokağı araçlardan kurtarıp, sadece yayaların kullanımına açtı mı? Kafa yormaya gerek yok, açmak bir kenara icraatlarıyla yok etti. Üstelik düzeltmeye de hiç mi hiç niyeti yok. Huylu huyundan vazgeçer mi? Geçmez. Kısacası dilin kemiği yok ama lafla da peynir gemisi yürümüyor...

HAMAMÖNÜ FATİHİ TİRYAKİ GÖKÇEK’İN PANZEHİRİ

Gelelim Altındağ Belediye Başkanı Veysel Tiryaki’ye. 5,5 yıldır oturduğu bu koltukta ve sorumluluk alanında gözle görülür bir değişim yaşanıyor. Parti tabanının aksine çağdaş uygulamalarıyla toplumun beğenisini üzerinde topluyor. . Ankara’nın bu tarihi kent merkezini ayağa kaldırma konusunda bir hayli başarılı çalışmaları var. Hamamönü’nün eski ve yeni hali arasında çok büyük fark olduğu aşikár. Yaklaşık 100 tarihi ev ve 10’a yakın sokakta yürütülen yenileme çalışmaları meyvelerini veriyor. Ve tüm bu hizmetleri 2 bin’den 700 sayısına düşürdüğü belediye elemanıyla yapıyor. Yani belediyenin giderleri azalırken, sunduğu hizmetler çoğalıyor. Zaten, Veysel Bey Ankara’nın Melih Gökçek’ten kurtulmasının anahtarı olarak görülüyor. Bir dahaki yerel seçimlerde Büyükşehir Belediye Başkanlığı için AKP’nin adayı olmasına kesin gözüyle bakılıyor.

Ancak yukarda da belirtiğim gibi, başkanlık kıdemine, ilçesinin büyüklüğüne ve iktidar olanaklarından nasiplenme şansına bakınca Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar başarıda rakiplerinin bir adım önünde gidiyor. Daha açık bir ifadeyle Ankaralıların sevgisini bileğinin hakkıyla kazanıyor.
Yazının Devamını Oku

Ormanlar Kralı Guinness Rekorlar Kitabı’na girebilecek mi

16 Ağustos 2009
Ankara’nın emlak kralı Salim Taşçı’yı tanıyanlar iyi bilir; özüyle sözüyle dürüst, adam gibi bir adamdır. Geçenlerde kahkahası bol sohbetimizde ortak arkadaşlarımızdan biri, "Dikili bir ağacım bile yok" deyince, Salim Bey lafı ağzına tıkarcasına konuya giriş yaptı. "Sen öyle zannet. Ağacın yok ama tıpkı Erdal gibi koskoca bir ormanın var" deyiverdi. Hani birkaç fidan dikmişliğim, ağaçlandırma kampanyalarına ufak da olsa finansörlüğüm vardı ama ormana dönüşecek kadar bir hamlem yoktu. Dahası bırakın ormanı, küçük bir koruluk alanı bile ağaçla süsleyecek maddi durumum olmadı.

Önce şaka yapıyor zannedip, "ne ormanı?" filan derken işin aslını öğrenmekte gecikmedim. Yaklaşık 10 yıldır, sedir ağaçlarıyla dolu gerçek bir ormana sahiptim. Ankara’nın Mamak ilçesinin Gökçeyurt köyünde halkın kullanımına açık mükemmel bir ormanım vardı. Adı da "Erdal İpekeşen Hatıra Ormanı". Aslında bu orman, "Emlakçılar Kralı" unvanının yanına "Ormanlar Kralı"nı da ekleyen Salim Taşçı’nın katkılarıyla oluşmuş. Şimdiye kadar yarattığı 63 ormandan biriymiş. İyi bilirim ki Taşcı’nın hedefi her yaşı için bir orman oluşturmak. 64 yaşındaki emlakçı şimdilik 63 sayısında kaldığı için de hayıflanıyor ve "Bu ülkeye bir orman daha borcum var" diyerek parasını denkleştirmeye çalışıyor. Unutmadan ilave edeyim, bu 63 ormanın 26 tanesi Ankara’da bulunuyor.

Bugün itibarıyla bu ormanlar için harcadığı para 2 Milyon doları buluyor. Üstelik yarattığı bazı ormanlık alanlar Guinness Rekorlar Kitabı’na girecek kadar özellikli. Salim Bey’in hayat hikáyesi ise film senaryolarına konu olacak kadar ilginç.

SON 10 KURUŞUNU DA DİLENCİYE VERDİ

Doğup, büyüdüğü Yozgat’tan Ankara’ya geldiğinde cebinde 40 kuruş parası varmış ki, 30 kuruşunu Ankara’ya gelirken bindiği üstü açık kamyonun şoförüne vermiş. Kalan 10 kuruşu da karşısına çıkan dilenciye verince beş parasız kalmış. Aç ve açıkta geçen günlerinde akrabaları destek olurken, hemen kolları sıvamış ve yılmadan ekmek parasını çıkarmaya başlamış. Gönlünde yatan gazetecilik mesleğine adım atarken de, Adalet, Tasvir, Milliyet, Tercüman gazetelerinde çalışmış. 1980 yılında Kemalist bir yayın olan Sancak Gazetesi’ni çıkarmaya başlamış ki, bizim de tanışmamız o yıllara dayanır.

Emlak işini ise 1969 ’da öğrenmiş. İyi hatırlarım, 1986 yılında Hürriyet Gazetesi’nin küçük ilanları ile banka satınca ismi duyulmaya başlamıştı. 1991 de toplu konut İdaresi’nin satışını, 1997’de de Et Balık Kurumu satışını iptal ettirince de ününe ün katmıştı. Kısacası, mesleğindeki hamleleri sayesinde herkesin iyi bildiği bir kişi olup çıkmıştı.

Şimdi ise, "Ormanları kestik, biçtik, yağmaladık, yaktık" diyerek, hiç değilse payına düşeni yapmanın peşinde. Hedefi ise her yaşadığı yıl için bir orman yapmak. Bunu da gerçekleştirirken, katıldığı diğer sosyal aktiviteler gibi harcamalarını vergiden düşmüyor. İzlediği yol ise gayet basit. Dikim yapacağı ormanlık alanları Orman Bakanlığı ve belediyeler tahsis ediyor, O da fideleri alıp, ormana ismini verdiği tabelaları dikiyor. Bu arada benim gibi ismini tabelaya yazdırdığı her kişinin dikili en az bin ağacı var.

BİR FENERBAHÇELİ OLARAK GALATASARAY ORMANI YAPTI

Taşçı’
nın ilk yaptırdığı orman "Atatürk ve Gazeteciler Hatıra Ormanı". Yozgat Sorgun’daki "Gazeteciler Hatıra Ormanı" Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeye de aday. Bu orman meyilli bir tepe üzerine kurulu ve 85 bin metrekarelik kısmında dev bir Türkiye haritası var. Bildiğim kadarıyla dünyanın en büyük yer haritası. 4 bin 700 sedir ağacı ile Türkiye sınırı çizilmiş. 41 bin sarıçam ağacı ile de Türkiye haritasının içi motiftenmiş. Kırmızı yapraklı erik ağaçları bayrağın zeminini, beyaz iğde ağaçları da göbekteki ay-yıldızı şekillendirmiş.

Salim Taşçı Hatıra Ormanları’nın çoğunda da benim gibi gazeteci dostlarının isimleri var. Kendisi koyu bir Fenerbahçe taraftarı ama Galatasaray ve Beşiktaş gibi takımları da unutmamış. Hatta Galatasaray’ın Avrupa’da fırtına gibi estiği günlerde Galatasaray Hatıra Ormanı’nı yapmış ki, Fenerbahçe Hatıra Ormanı ondan birkaç yıl sonra oluşmuş.

"Ömrüm yettiğince her yaşım için orman yapmaya devam edeceğim" diyerek sohbetin konusunu değiştirirken de, toplumda doğa sevgisini geliştirmenin yollarını sıralamaya başlıyor. Sıraladığı maddeler arasında çok ilginç fikirler var. Bunlardan biri işadamlarını, büyük şirketleri ve holdingleri potaya sokmak. Ardından da dramatik içerikli konuşmaları başlıyor.

"Şu güzelim ülkemizi daha da yeşillendirelim... Ormanları yıkıyoruz, yakıyoruz, kesiyoruz, vicdanların birazcık devreye girmesi lazım. Fatih Sultan Mehmet, fermanında, bir ağaç kesenin kolunu keserim der. Oysa politikacılar oy uğruna nice ormanları kestiriyorlar, üstüne de orman affı çıkarıyorlar. Orman affı çıkarmak Türkiye’ye ihanettir."

DEMİRYOLLARI GENEL MÜDÜRÜ ARADI VE...

Geçen haftaki "Ankara’da yüzme havuzu vardı da biz mi girmedik" başlıklı yazım çok ilgi görmüş olacak ki, telefonla arayan arayana. Mail ve posta yoluyla ulaşanların sayısı da hiç az değilÖ İşlerinden en ilginç olanı ise Devlet Demiryolları Genel Müdürü Süleyman Karaman’nın sözleriydi.

Geçen haftaki yazıyı okuyanlar hatırlayacaktır, babamın, Devlet Demiryollarında görevli bir bürokrat olduğunu belirtip, doğduğumdan itibaren hep garların yakınındaki demiryolu lojmanlarında yaşadığımı aktarmıştım. Bu süreci anlatırken de yüzme havuzu yerine buharlı lokomotif döneminde depodaki dev su sarnıçlarını havuz belleyip, yüzme imkanı bulduğumuzu yazmıştım.

İşte Genel Müdür Karaman bu yazıdan çok etkilendiğini ve eski bir demiryolcunun oğlunu tanımak istediğini söyledi. Ayrıca da personel ile ailelerine hizmet veren demiryolu lokalinin havuzundan faydalanabileceğimi iletti. Meğer babam emekli olup da, bizler lojmandan çıktından birkaç yıl sonra havuz yapılmış. Dudaklarımdan "şimdiki nesil çok şanslı" diye birkaç cümle döküldü.

Peki, bu görüşmeyi niye mi aktardım. Elbette ki TCDD’nin havuzundan faydalanmak için değil. Sadece yıllar su gibi akıp geçse de Demiryolcuların o birbirine duyduğu sevgi ve saygının kaybolmadığını gördüm. Anlaşılan demiryollarında hizmet bayrağını her taşıyan kendinden bir öncekini unutmuyor. Keşke her kurum değerlerine bu kadar sahip çıkabilse.

Beni etkileyen başka görüşmelerim de oldu. Bazı spor merkezlerinin sahip ve yöneticileri, geçen haftaki yazımda kendilerini unuttuğumu söylediler. Konuya Bilkent Sports International’dan girip, MAC ile Base Life kulüplerinden çıkınca, haklı olarak "Biz bu sportif faaliyetin neresindeyiz" eleştirisini getirdiler. Yazımda amacım, Ankara’daki spor tesislerinin ve ardında yatan zihniyetin yıl yıl değişimini anlatmak ve örneklerle sunmaktı. Ancak önemli iki durağı kaleme almayınca, haklı sitemlerine tanık oldum. İyice bir araştırıp, son durumlarını gözlemledikten sonra onları da size aktaracağım. Zira, üstlendikleri misyon açısından hakikaten önemli kuruluşlar.

YA MAGANDA DAYAĞI YİYECEKSİN YA DA TRAFİK CEZASI

Birkaç hafta önce Ankara’daki radarla hız kontrolü uygulamasının yanlış yönlerini yazmıştım. Konuya da şehrin neredeyse tüm ana cadde ve bulvarlarını süsleyen radar kontrolü yapıldığına dair uyarı levhalarından ve içeriklerinin gerçekçiliğinden girmiştim. Kanunda da belirtildiği gibi şehir içindeki azami hız 50 kilometre. Ancak, dört şerit gidiş, dört şerit geliş Konya Yolu, Eskişehir yolu, Havalimanı yolu gibi güzergáhlarda 50 kilometre hız biraz komik kaçıyor.

Halen, sürücü olarak yol boş da olsa bu güzergáhları 50 kilometre süratle kat ediyorum. Zaman zaman mecburiyetten 60, hatta 70 kilometre sürate ulaşıyorum. İddiamı tekrarlıyorum, park halindekiler hariç daha bir aracı sollayamadım. Yine otomobiller bir kenara otobüsler, minibüsler, kamyonlar önce dikiz aynamda beliriyor, kısa süre sonra da yanımdan geçip gidiyor. Hatta bu yüzden başıma garip şeyler de gelmeye başladı.

Sögütözü’deki Dumlupınar Bulvarı’nda en sağ şeritten 50 kilometre süratle giderken, arkama eskilikten ahı gitmiş vahı kalmış bir Şahin marka araç takıldı. Daha süratli gitmem için önce farla, sonra kornayla, sonunda da el kol hareketleriyle ikaz etmeye başladı. İçinde anarşist tipli dört tane genç ve her hallerinden belli ki bana sinkaflı küfürler yağdırıyorlar. Durup, "Hız limitleri dahilinde gidiyorum" desem tekme tokat girişecekler. Hızımı 60’a çıkardım ve iyice sağa yanaştım. Baktım, sol şeridimdeki kamyonlar beni sollayınca yanımdan geçip gittiler. Giderken de sürücü hariç diğer üç yolcu, yarı beline kadar camdan sarkıp, el kol hareketleriyle bütünleşen küfürlerini sürdürdüler.

Bu gençlerin magandalığını bir kenara bırakacak olursak, suç böylesine geniş yolda azami sürati 50 kilometre olarak belirleyenlerde. Tabii bir de 70 kilometre süratle gidene bile ceza yazmak için aportta bekleyen trafik ekiplerinde. Artık gerçekçi olmanın zamanı gelmedi mi? Kimse 90 kilometre üzerinde hızla gitsin demiyorum, ama bu tip yollarda 50 ve altında gitmek daha büyük tehlike. Sonuçta bahsettiğimiz yerler yayaların bol olduğu, trafik akışının güçlükle sağlandığı cadde ve sokaklar değil. En az üç dört şeritli geniş bulvarlar. Ya kurala uyup, uymayanları uyaranlar gibi dayak yiyeceğiz, ya da trafik polislerinden ceza. Haksızmıyım?
Yazının Devamını Oku

Ankara’da yüzme havuzu vardı da biz mi girmedik

9 Ağustos 2009
Bunaltıcı sıcakları fazlasıyla hissettiğimiz bu günlerde Başkentte kalanlara yazılı ve görsel medya aracılığıyla nispet yapar gibi poz veren tatilcilere imrenmemek mümkün mü? Hele iskele ve teknenin üzerinde güzelliğini ispatlamaya çalışan ikoncan denen hatunlara bakıp iç geçirmemek kolay mı? İnanın, insanın tsunami olup, dalga dalga sahile vurası geliyor. Hal böyle olunca da Ankara’nın bozkırında hayallerinizle baş başa kalıyorsunuz. Hele hele işiniz yoğunsa hayal kuracak anları bile iple çekiyorsunuz. İşte böylesine bir ortam içinde Ankara’nın bozkırına düşen o kavurucu sıcağı hissetmeden havuz başında öğle yemeğimi atıştırıp, buz gibi kolamı içiyorum. Üstelik yemek sonrası uzandığım şezlong o kadar rahat ki, uyuşukluktan kapanan gözlerime elime aldığım kitabı okuması için direktif bile veremiyorum. Ve o anda kulaklarımda patlayan sesle irkiliyorum.

Evet, günlük hayatımızdan bir türlü çıkaramadığımız ekonomik kriz, Ergenekon soruşturması ile Kürt açılımı haberleri ve spikerin benzer metni bilmem kaçıncı kez okuması. Kısacası kavurucu sıcak yetmezmiş gibi bir de iç karartan gündem. O an masanın altına doğru yayılan bacaklarımı toplayıp, ellerimden birini bilgisayar klavyesinin üzerinden, diğerini kitaptan ayırıp, televizyon ekranına dikkat kesiliyorum. Doğal olarak da havuz üzerine kurduğum fantezilerim son buluyor.

Bazıları orada keyif yaparken, bizlerin bir yandan işle, diğer yandan sıcakla boğuşması hiç de adaletli değil, diye içimden geçiriyorum. Ama kısa sürede silkelenip, üzerimdeki olumsuz havayı atmak için Ankara’nın havuzlarını gözümün önüne getiriyorum. Geçmiş yılları hatırlayıp, stresten uzak keyifli bir gün geçirmek için şimdilerde ne kadar çok tesis bulunduğunu düşünüyorum. Ayrıca çoğunun Ege ve Akdeniz’in beach kulüplerini aratmayacak derecede şık ve kaliteli olduğunu da.

UFUKTA LOKOMOTİF GÖRÜNMÜYORSA BALIKLAMA DALARDIK

Başkentli işletmeciler, her geçen gün çıtayı biraz daha yükselterek, gerek hizmet gerekse tasarım açısından mükemmel mekanlar yaratıyorlar. Üstelik her keseye göre de bir seçenek var. Sonra eskiyi düşünüyorum ve maddi imkan da olsa serinleyecek bir havuz bulamadığımız yıllara geri dönüyorum. Aslında yaşıtlarıma göre şanslı bir çocuk olduğumu fark ediyorum.

Babam, Devlet Demiryollarında görevli bir bürokrattı. Doğduğumdan itibaren hep garların yakınındaki demiryolu lojmanlarında oturmuştum. Her memur ailesinin yaşadığı süreci ben de geçirmiş, İstanbullu olmama rağmen İskenderun, Sivas, Malatya dolaşıp durmuştuk. Babam görevdeyken son durağımız ise Ankara Garı’ndaki lojmanlar olmuştu. Birçok demiryolcu çocuğu gibi rayların kenarında büyümüş, üzerinden tren geçen gazoz kapaklarını ve çivileri keski aletine dönüştürmüş, garların beton peronlarında tornete binmiştim. Ancak daha da önemlisi buharlı lokomotif döneminde depodaki dev su sarnıçlarını havuz belleyip, yüzme imkanı bulmuştum.

Derinliği üç dört metreyi, genişliği ise yer yer 10 metreyi bulan bu sarnıçlar buz gibi suyuna rağmen biz çocukların en keyif aldığı yerlerdi. Girmemiz yasak ve tehlikeliydi ama ufukta lokomotif görünmüyorsa balıklama dalardık. Ta ki bir görevli fark edip, bizi kovalayana kadar. İlginçtir, havuzlara giriş imkanını Ankara’da değil, Malatya gibi doğu illerinde bulmuştum. 1960 ve 70’lerin Türkiye’sinde personeli ve ailesine geniş olanaklar sunan iki devlet kurumu vardı. Biri Türk Silahlı Kuvvetleri, diğeri Devlet Demiryolları...

O YILLARDA ATLAMA KULELERİ ÇOK MODAYDI AMA...

Hemen hemen tüm sahil şeritlerimizde kampları ve sosyal tesisleri vardı. Diğer kamu kuruluşları ise özellikle doğu illerinde görev yapan çalışanları için özel tesisler yapardı. Sümerbank, Şeker Fabrikası gibi kuruluşların çok güzel sosyal tesisleri olurdu. İşte Malatya Sümerbank lokali ve yüzme havuzu da bunlardan biriydi. Olimpik ölçüdeki büyüklüğü, atlama kulesi ve şezlonglarıyla Avrupai bir tesisti. Gerçi atlama kulesinin birinci katından yukarı çıkıp, suya dalan kimseye rastlamamıştım ama o yılların Türkiye’sinde paraşüt kulesi gibi atlama kuleleri çok modaydı. Bu arada yanıltmayayım bu kulenin üçüncü katından atlayan bir kişinin eylemine bizzat tanık olmuştum. O da kış günü, havuz boşken intihar için kuleyi seçen genç bir delikanlıydı. Sanıyorum aşk intiharıydı ve oracıkta vefat etmişti.

İşte bu havuz demiryolu sarnıcının pabucunu dama atmış ve Malatya’yı çok daha sevmemi sağlamıştı. Zaten Demiryolu kampları ve İstanbul’daki ailemin sayesinde denizle buluşmam ise yılın 25 gününü geçmezdi. Gençlik yıllarımda ise su sarnıçları, buharlı lokomotiflerle birlikte tarihe gömülmüştü. Artık seçeneklerim arasında birkaç havuz, sahil şeridi ve Gölbaşı dışında yer kalmamıştı.

Hem Basın Yayın’da okuyup, hem de Hürriyet Gazetesi’nde çalıştığım için sahil şeridine ancak işle karışık ulaşabiliyordum. Gölbaşı uzak ve tehlikeliydi. Geriye bir tek havuzlar kalıyordu ki, onlarda askeriye gibi kurumlara ait olduğu için normal vatandaşa kapalıydı. Dedeman ve Büyük Ankara otellerinin açık havuzu vardı, ancak ona da maddi imkan yetmiyordu. Öyle bir üyelik aidatları vardı ki, sanırsın birkaç günlüğüne otelin kral dairesini tutuyorsun.

Yıllar yılları kovaladı ve yüzme kültürü geliştikçe, yatırımcılar peş peşe havuzlar açmaya başladı. Bugünse, Ankara’da yüzlerce havuzlu tesis var. Hatta birçok sitede, villada ve apartmanda havuz yerleşimin vazgeçilmez unsuru olarak inşa ediliyor. Üstelik müşteri çekmek için havuzun da yeterli olmadığını fark eden bazı işletmeler ekstra yatırımlara da yöneliyor.

AMERİKAN DÜŞÜNÜN TÜRKİYE’DEKİ MEKANI

Sanıyorum 1994 yılıydı; ABD’nin taşrası Midwest’ten çıkıp Ankara’ya gelen Amerikalı yatırımcı Jim Carter, Tepe Grubu’yla ortaklık kurup, Bilkent Sports International’ı açarken, Başkentte devrim niteliğinde bir yatırıma imza atmıştı. O yılları anımsayan bilir, tüm dünya Jane Fonda’nın yarattığı spor akımının etkisine girmiş, yaşama bakış vizyonları değişmişti. Artık dev mekanlarda bir sistem dahilinde sportif faaliyetler moda olmuştu.

Bu akım beraberinde farklı bir yaşam tarzını da getirmişti. Dev tesisler ve üyelik sistemiyle yaratılan organizasyon büyük şehir ve yerleşim birimlerinde sosyal statükoyu belirleyen bir araç haline dönüşmüştü. Yıllık aidatla bu spor kolonisine adım atan aile bireyleri, yüzmeden fitnessa, restorandan havuz gibi sosyal yaşam alanlarına kadar birçok olanağa sahip olmaya başlamıştı. Şehir kulübü havasındaki bu özel mekanlarda aile bireyleri tüm gün kendini oyalayabilecek birşeyler bulabiliyordu.

Ancak en önemlisi revaçtaki bir kulübe üyelik, sosyal stütokoyu da belirleyici unsur oluyordu. Hatta bu yön öyle ağırlık kazanmıştı ki, yıllık üyeliğe binlerce lira para veren bazı kişiler yeme içme mekanları hariç hiçbir sportif alanı kullanmıyordu. Bir başka deyişle maddi imkanı bol bazı kişiler sağlıklı yaşam için değil, statükoda sınıf atlamak için kulüp üyeliğine büyük paralar döküyordu. Bu teoriyi destekleyen en önemli unsur da, işletmenin içindeki yeme içme ve eğlence mekanlarının yapısıydı. Tesis içinde sağlıklı yaşam peşinde koşanları, hizmet veren spor üniteleri kadar, fastfood tarzı yiyeceklerin ağırlıkta olduğu restoranlar, meyve sularının alkollü içeceklere yoldaş olduğu barlar ve sigara dumanının sabahın ilk ışıklarına kadar sis perdesi vazifesi gördüğü gece kulüpleri bekliyordu. Tabii sadece spora yönelenler de azımsanmayacak çoğunluktaydı.

Ve 2 binli yıllara geldiğimiz de bu spor merkezlerinin sayısı arttı. Artmakla da kalmayıp, gerçek işlevlerine kavuşmaya başladı. Artık bir salona yığılan yüzlerce spor aleti, yüzme havuzu ve squash gibi spor sahaları kadar başka unsurlar da önemseniyor. Diyetisyenler, fizyoterapistler, kalori hesabıyla ürün sunan restoranlar, hijyenik havuz ve spa merkezleri de bir bütünün parçalarını oluşturuyor.

Bilgisayar teknolojilerinin de yardımıyla kişilerin yeme içme ve hareket programları dünü ve bugünüyle takip ediliyor.Şimdilerde Bilkent Sports Center’in açtığı yoldan ilerleyip, daha gelişmiş yapılara sahip olan birçok kulübümüz var. Geçenlerde bunlardan iki tanesini gezdim ve hayran kaldım.

TEKNOLOJİ DİYARINDA KAYAK KEYFİ

Biri Panora Alışveriş Merkezi’nin bünyesinde faaliyet gösteren Mars Athletik Club (MAC Panora) idi. Yaklaşık 6 bin 500 metrekarelik toplam alanıyla ileri teknoloji merkezi gibiydi. İlgimi basketbol, squash gibi kapalı spor alanları kadar vitamin bar da çekti. Ama en ilginci hiç kuşku yok ki, dört mevsim kullanılabilecek, dünya standartlarında teknik donanımlı ski-snowboard pistiydi. Özellikle çocuklar ve kaymaya yeni başlayanlar için dağa çıkmadan kaymayı öğrenebilmeleri için güzel bir imkan sunuyor. Ben gittiğimde mevcut stillerini geliştirmek ve kayak sezonuna hazırlanmak için çabalayan kayakseverler vardı. Tesisin Genel Müdürü Kerem Yazıcı hem bir spor tutkunu, hem de iyi bir sohbet arkadaşı. Tesisin cazibe merkezi olması için sadece dekor ve teknolojik mükemmelliğin yetmeyeceğini anladığı için kurduğu kadroya da önem vermiş. MAC’ı gezmekten yorulup, kan ter içinde kalmama rağmen, bir iki aleti kullanmayı denettiler ya, helal olsun!

BİR SİMON’A BİR DE HAVUZDAN GELEN SESE KULAK VERDİM

Ertesi gün gittiğim Base Life Club ise Çayyolu Angora Caddesi üzerinde harika bir yaşam merkezi. Toplam 12 bin metrekarelik yerleşkesinde ne ararsan var. Dünya standartlarında fitness, SPA- Wellness ve eğlence konseptini son teknolojinin de yardımıyla güzel kaynaştırmış. Şehrin o yıpratıcı ortamından kaçış için harika bir durak. Özellikle açık ve kapalı havuzu çok ilgimi çekti. Sualtında müzik dinlemeye olanak sağlayan sistemi, havuzdan yayılan renkli ışıklar sayesinde tam bir terapi sunuyor.

Sadece spor yapmakla yetinmeyenler için birçok alternatifin tek bir çatı altında toplanması güzel bir düşünce. Fitness ve SPA güzellik merkezleri kadar, kafelere ve hobi bölümlerine de yer vermiş. İster teras manzarasıyla bütünleşmiş tenis kortlarına çık, istersen tırmanma duvarına bir dağcı gibi hamle yap, istersen de kapalı yürüyüş parkurunu geçip, squash bölümünde raket salla. Ama daha da önemlisi tıpkı Mars Athletik Club’de olduğu gibi yönetim kadrosu bir harika. Türkçeyi sular seller gibi konuşan ve bir Türk bayanla evli olan Base Life Genel Müdürü Simon Edge tam bir sevimlilik abidesi. Bu sektörü çok iyi bildiği ise her halinden belli oluyor. Doğrusu esprili anlatımı çok hoşuma gitti. Keza, kulübün yatırımcı şirketi Birlik Grup’un genel müdürü Fatih Günday ile Halkla İlişkiler Müdürü Özgür Kalyoncu başarılı birer profesyonel ve hoş sohbet insanlar. Öyle bir anlatımları var ki, üzerimdeki takım elbiseyle havuza dalıp, yüzerken müzik dinleyesim geldi.
Yazının Devamını Oku

Tatil Cenneti’nin lüks krallıklarında kısa bir tur

19 Temmuz 2009
Doğal potansiyelini akıllı yatırımlarla birleştirerek turizmdeki rakiplerini bir bir saf dışı bırakan Türkiye, artık zengin turistlerin de cazibe merkezi konumunda. Başta Rus milyarderleri olmak üzere dünyanın dört bir tarafından ’first class’ tatilciler akın akın ülkemize geliyor. Özellikle Antalya’da yoğunlaşan ultra lüks tesislerde akla gelebilecek her konforu bulabilen zenginler, ayrıcalıklı olmanın keyfini de yaşıyor.

Çok değil, 1980’li yılların başına kadar turizm yatırımlarına gereken önemi vermeyen Türkiye, kültürel mirası ve doğal güzelliklerine rağmen emsal ülkelerin çok gerisindeydi. Antalya ise bu geri kalmışlığın belirgin görüldüğü kentler arasındaydı. Aydın’ın ilçesi Kuşadası kadar dahi turizm potansiyeline sahip değildi. İşte böylesine negatif ortam içinde ülke insanının algılaması transformasyona, altlarda seyreden çıtası ise hızla yükselmeye başladı. Özellikle iki binli yıllardan sonra gelinen noktada ise ülkemiz, gerçekleştirdiği ataklarla dünya turizm pastasındaki payını arttırmaya, dolayısıyla da zirveye emin adımlarla ilerlemeye başladı.

Artık Türk turizmi, sadece doğal güzellikleri veya tesislerinin kalitesiyle değil, işletme anlayışı ve servis kalitesiyle de öne çıkıyor. Kısa bir süre öncesine kadar çoğunlukla orta ve orta üstü gelir seviyesindeki tatilcilere hitap eden ülkemiz, son dönemlerde birbiri ardına hizmete sokulan ultra lüks tesisleriyle zengin turistleri de kendisine çekiyor.

PRESTİJ MEKANLAR PARA BASIYOR

Uzunca bir süre her şey dahil sistemiyle durumu kurtaran Türk turizmi kabuk değiştirmeye, monotonlaşan hizmet anlayışını geride bırakmaya başladı. Kapasitelerini sonuna kadar zorlayıp ucuza yatak satan, daha doğrusu sürümden kazanmaya çalışan beş yıldızlı otellerin yanı sıra, yüksek fiyatlara ulaşmak için markalaşmaya ve kaliteye yönelen tesisler faaliyete geçmeye başladı. Artık, müşterilerine kişi başına günlük 30 ile 70 Euro arasında bir bedel değil, 12 bin Euro’lara varan faturalar çıkaran otellerimiz var. Bunun en güzel örnekleri de Türk turizminin Riviera’sı olarak kabul edilen Antalya’da yaşanıyor.

Başta Rus zenginler olmak üzere ’first class’ tatilcilerin uğrak yeri haline gelen Antalya’da birbiri ardına üst sınıf tesisler açılıyor. Geceliği 700 ile 15 bin dolar arasında değişen süit otel odaları ve villalarda konaklayan zengin turistler, ödedikleri para karşılığında akla gelebilecek her türlü konforu bulabiliyor. Özel aşçısı ve hizmetçisi olan süit ile villalarda kalan ’VIP’ misafirlere, istedikleri takdirde ulaşım için jet, yat veya helikopter tahsis ediliyor. Üstelik kullanıma sunulan çarşaftan mobilyaya, yemek takımından televizyon gibi elektronik eşyaya kadar her üründe dünyaca ünlü markalar tercih ediliyor. Bu konsept oteller İç dekorasyonu, servis anlayışı ve lüksüyle mutlaka görülmesi gereken bir müze izlenimi veriyor.

DÜNYANIN EN ÜNLÜ MARKALARI RESMİ GEÇİT YAPAR GİBİ

Örneğin Calista Luxury Resort ve Kempinski The Dom otellerinin odaları dahil lobi gibi genel alanlarında dünyanın en ünlü markalarına rastlıyorsunuz. Calista Luxury ’da yemek takımlarının tümü İngiliz Churcill, çatal bıçak takımları Wmf, armatürleri Hans Grohe, halıları Versace imzasını taşıyor. Kempinski The Dom otel de ise mobilyaların tamamı, Fendi ve Baxter markasını taşıyor. Yiyecek-içecek departmanında kullanılan tabaklar Villeroy&Boch, Rosential; bardaklar Schott&Zwiesel; çatal bıçak takımları Hepp imzasını taşıyor. Ayrıca, Mardan Palace’de olduğu gibi, her iki otelde kullanılan tüm elektrikli ekipmanlar özel imalat ve 22 ayar altın kaplama. Perde ve yatak örtüleri Vanelli, oda otomasyonları Martens, banyo armatürleri Stark, balkon ve dış mekan koltukları da Ketal imzasını taşıyor. Bu arada en az dünyaca ünlü bu markalar kadar kaliteli ürün üreten Paşabahçe, Kütahya Porselen gibi ülkemizin gururu üreticilerimiz ise bu lüks tesisler için özel kolleksiyonlarını turizmin hizmetine sunuyorlar.

Tesislerde çalışan elemanlar ise bu zengin yaşam için ekstra eğitimlerden geçiyor. Kimi tesis, özel uşakları eğitim için aylarca İngiltere’ye yollamaktan bile kaçınmıyor. Aşçılar ise dünya mutfağını daha iyi tanısın diye yabancı ülkelerdeki özel organizasyonlara yollanıyor.

BİR HAFTALIK TATİL 90 BİN DOLAR

Zengin turiste yönelik hizmet veren tesisler, Türk turizminin başkenti Antalya’da Belek, Kundu, Beldibi, Kemer gibi turizm merkezlerinde yoğunlaşıyor. İşte bu tesislerden biri de, geçtiğimiz günlerde Hollywood ünlülerinin de katılımıyla hizmete açılan Mardan Palace oldu. Dünya starları Mariah Carey, Richard Gere, Sharon Stone, Monica Belluci, Tom Jones ve Seal gibi konuklarla açılışı yapılan Rus işadamı Telman Ismailov ait otel, o kadar ses getirdi ki, bir anda tüm dünyanın ilgisi Antalya’ya çevrildi.

Mardan Palace’ın açılışını takip etmek için şehre gelen gazetecinin izlenimlerini yazdığı İngiliz Observer gazetesinde, Antalya’dan "Yeni Dubai" diye bahsedildi. Doğrusu Antalya bu tanımlamayı çoktan hak etmişti. Calista Luxury, Kempinsky The Dom, Rixos Premium Hotel, Gloria Serenty, Sungate Port Royal, Xanadu ve Ela Quality Resort gibi oteller ultura lüks tatil anlayışının birer simgesi gibiydi. Mardan Palace ise Hollywood starlarının da yarattığı rüzgárla bu değişimi tescilledi. Bu gibi tesisler aynı büyüklükteki otellere oranla daha kaliteli hizmet sunmaya başladı. 100 dönümlük büyüklüğüyle en az iki bin turist ağırlayan tesislerin aksine, bu mekanlar 400 bilemediniz 700 kişiye hizmet vermeye başladı. Tabii, aldıkları kişi başı fiyatları da katlayarak.

ZENGİN TURİST ZENGİN ÜRÜNE GELİR

Bu tesislerin misafir portföyünü de genellikle zengin Ruslar oluşturuyor. Türkiye’ye gelen zengin turist sayısının bu tesislerle daha da artacağa benziyor. Üstelik bu tesislerin kendine ait bir yaşam tarzı da var. Otelin içine girilmesiyle birlikte farklı bir dünyaya ’merhaba’ diyorsunuz.

"Zengin turist zengin ürüne gelir. Siz eğer zengin turiste yönelik ürün geliştiremezseniz niye gelsin?" diyerek söze başlayan bir otel CEO’su: "Biz burada onu gerçekleştirdik. Şimdi siz müşterilere transfer için helikopter sunuyorsanız kiralıyorlar, transfer için jet öneriyorsanız kullanıyorlar, limuzin öneriyorsanız biniyorlar, en pahalı villayı verelim diyorsanız kullanıyorlar, dünyanın en pahalı mücevheratlarını satmak istediğinizde alıyorlar. Yani doğru ürünü ortaya koymak lazım, doğru ürünü doğru müşteriye ulaştıracak pazarlama elementlerini en iyi şekilde hazırlamak lazım. Tabi hepsinden önemlisi, hizmet sektöründe olduğumuz için doğru hizmeti ortaya koymak lazım" diyor

Özel misafirler sadece kaldıkları tesise para kazandırmıyor. Aynı zamanda gittikleri her mekanda sınırsız harcamalar da yapıyor. Örneğin, zengin bayan misafirler her gün kuaförü çağırıp, saçlarına en azından fön çektiriyor ve 100 dolardan başlayan paralar ödüyor. Yani 10 TL’lik bir işlem için bahşişiyle beraber 150 TL gibi bir para ödüyor. Ünlü markalara ait giyim eşyası ve kozmetik ürünü satan kişi ve kurumlar ise koleksiyonunu odalarına kadar taşıyıp, satışını öyle yapıyor. Tabii, binlerce dolar paralar kazanarak.

Birçok zengin misafir her gün, hatta günün birkaç bölümünde değişik kıyafet giymek istiyor. Bavulunda değiştirecek kıyafeti kalmayınca bu giyim erbaplarını çağırıyor ve koleksiyonuna büyük çapta eklemeler yapıyor. Uzun süreli kalan bazı müşteriler ise sipariş üzerine birkaç günde İtalya, Fransa gibi moda merkezlerinden kıyafetler getirtiyor. Bunun yanı sıra dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen birbirinden ünlü ve zengin misafirler, Türkiye’nin dış dünyada tanıtımında da önemli rol oynuyor.

ALIŞVERİŞİ SEVİYORLAR

Antalya, yalnız büyüleyici güzellikteki otelleri ve beklentilerin üzerine çıkan kaliteli hizmetle değil sunduğu ürün çeşitliliğiyle de harcama gücü yüksek turistlere hitap ediyor. Kentin hemen her yerinde VIP hizmet veren mağazalar bulunuyor. Saray gibi otellerde konaklayan turistler bu 5 yıldızlı mağazalarda alışveriş yapıyorlar. Rus turistlerin alışveriş listelerinin başında yer alan ürünse mücevher. Gündüz turlara hizmet veren bazı magazalar akşamları kalabalık sevmeyen özel müşterileri için açılabiliyor. Hatta bazı işletmeler VIP konuk için rezervasyon yapıldığında; onları bir danışmanla birlikte özel iki şoförlü bir limuzinle mağazalarına konuk ediyorlar.

Zenginlerden oluşan müşterilerinin yüksek miktarlarda alışveriş yaptığını belirten bir mücevher mağazası sahibi müşterilerini şöyle tanımlıyor; " Birçok zengin müşterimiz hazır parayla geliyorlar. Vade sevmiyorlar. Çek yok, kredi kartı var. Onlarda büyük rakamları yakalamak konusunda çok daha şanslıyız. Tek bir seferde 150 170 bin Avro’luk satışlar yaptığımız oluyor. Rus’lar VIP hizmeti daha çok seviyorlar ve bunun karşılığını da ödemeye hazırlar. Üstelik Antalya’ya gelen harcama gücü yüksek Rus sayısında da artış var."

GOLF DE BU ZENGİNLİĞİ TETİKLEDİ

Bu arada zengin turistleri çekme konusunda golf turizmi de önemli bir etken. Avrupa’da sadece yabancı ülkelerde golf oynamak için seyahat edenlerin sayısı 10 milyonun üzerinde. İngiltere’deki golf turistinin sayısı 5, Almanya’da 3 milyon, Kuzey Avrupa ülkelerinde ise 1,5 milyon kişi. Golf turizminin üst gelir gruplarına hitap etmesi çok önemli. Biz Avrupa’daki 10 milyon golfçudan yüzde beşini getirsek 500 bin kişi eder.(Not: 2008 yılında 100 bin kişi gelmiş.) Bu rakam da tesislerimizi ihya eder. Zira golf turisti harcamayı seven, güzel yaşamak için hiç bir fedakárlıktan kaçınmayan bir yapıya sahip. Biz ise uluslararası standartlardaki golf tesislerimizle ve lüks konaklama hizmetimizle bu müşteriye hitap edecek güçteyiz.
Yazının Devamını Oku

Ahkam kesenler, üçleme takıntısı olanlar ve kaybolan mayınlar

12 Temmuz 2009
Bildiğiniz üzere bazı İstanbullu yemek ve eğlence mekanları Ankara’ya geldi ve eğlence hayatına renk getirdi. Benim üzerinde durmak istediğim konuysa, açılmasıyla beraber Ankara gece hayatına farklı bir renk getiren bu tür mekanlar için İstanbul’dan gelen basın mensuplarının yazdıkları. Birçoğu öyle ipe sapa gelmez cümlelerle konuyu sizlere aktarıyor ki, sormayın gitsin. Neymiş efendim, Ankara’ya hayat gelmiş, Başkent tarihinde ilk kez böyle bir eğlenceye tanık olmuş, Ankara’nın sadece lacivert takım elbise ve bürokrasiden ibaret olmadığını kanıtlamış gibi... Kısacası bir sürü saçma sapan tespitler. Dahası, İstanbul ile Ankaralı gençlerin kıyafet farklılıklarından, müzik zevklerine kadar karşılaştırmalara giren satırlar.

İstanbullu bazı meslektaşlarımın sıkça düştüğü bir yanlışlık var ki, hayatın, Beyoğlu, Kuruçeşme ve Etiler’den ibaret olduğunu zannederler. Oradaki mekanlardan birinin şubesi, İstanbul dışındaki bir kentte açıldığı zaman, gidilen yerin yaşamında büyük değişiklikler yarattığını düşünürler. Sonunda da yukarıda bahsettiğim yazıları yazarlar. Uzun süredir Ankara’da yaşayan bir İstanbullu olarak bu tip yanlışlık içindeki meslektaşlarıma bir çift lafım olacak.

Evet, açılan her yeni mekan Ankara eğlence hayatına farklı bir soluk getirir ama yeni bir tarz yaratmaz. Sadece aynı konseptte var olan eğlence işletmelerinin arasına adını yazdırır. Değişen tek şey, her yıl öne çıkan mekanların sonuncusunun kendisi olmasıdır. Şimdi filanca yer modadır ama belli bir süre sonra o da bayrağı yeni açılan bir başka mekana devredecektir. Çünkü Ankara müşterisi belli bir süreden sonra değişiklik sever. Bir, bilemediniz birkaç yıl sonra yeni yerlere doğru yelken açar. Zira denizi olmayan Ankara’nın İstanbul’daki Boğaz manzarası gibi doğal dekorasyonu yoktur. O yüzden de aynı ağaç, aynı cadde görüntüsü belli bir süreden sonra insanı sıkar. Kalıcı olan işletmeler ise mönüsü ve hizmet anlayışıyla kendisini yenilemesini bilen ve performansını hep üst seviyede tutanlardan oluşur. Kaldı ki, açılan istanbullu markaların yatırımcılarının da Ankaralı olduğunu unutmamak gerekiyor.

BÜLENT ERSOY GİBİ ÜÇLEME HASTASI OLAN İŞADAMI KİM?

Önce şaka yapıyor sandım. Ancak, yanında yarım saat oturup, sohbeti koyulaştırınca onun da Bülent Ersoy gibi "üçleme hastası" olduğunu anladım. Kendisi, bir dönemler siyasete girmiş önemli mi, önemli bir iş adamıydı. Oldukça iyi eğitimliydi ve dev bir holdingin sahibiydi. Yakınındaki birkaç kişi dışında garip takıntısını bilen yoktu ve bu hastalığını herkesten gizlemek için özel bir gayret sarf ediyordu. Eh ne de olsa iş arkadaşları ve yakın dostları bu durumundan dolayı dalga geçebilirdi. Hal böyle olunca da, deşifre olmadan bu günlere kadar gelmişti. Ta ki, birkaç yakın dost ve aile bireyinin yanı sıra, benim de durumunu fark etmeme kadar.

Üçleme hastalığına ilk kez Bülent Ersoy’da tanık olmuştum. Yaptığı, konuştuğu her şeyi üç kez tekrarlamadan duramıyordu. Örneğin, manikür ve pedikürünü üst üste üç kez yaptırırken, kulağını üç kez çekiyor, okuduğu duaları yine üç kez tekrarlıyordu. Saçını üç ayrı modele göre şekillendirip, sayı tamamlanınca sahneye çıkıyordu.

Biraz önce bahsettiğim iş adamı da Ersoy’dan geri kalmayacak şekilde üç rakamına kafayı takmıştı. Telefonu üç kez çalmadan açmıyor, masasındaki kalemlerin sayısını üç ve katları olarak kutusunda muhafaza ediyor, üç düğmeli ceketten asla vaz geçmiyordu. En komiği de banka hesabındaki parasını bile üç taksitte çekiyor, tasarruftaki mevduatını üç aylık periyotlar halinde faize yatırıyordu. "Aman şeytan kulağına kurşun" sözcüğünün hemen ardından üç kez tahtaya tıklaması ise onun vaz geçemediği alışkanlıkları arasındaydı.

Bu kişinin kim olduğunu merak ettiniz değil mi? Biraz daha bekleyin, aradan üç yıl geçsin, mübarek üç aylara girdiğimiz bir süreçte, üç sütuna manşete çıkararak ismini açıklayacağım! Ancak bu hafta köşemde yayınlandıktan üç gün sonra kendisi çıkıp, adını açıklarsa bilmem. Bu arada merak etmesin, kendisine söz verdiğim gibi kimliğini bir sır gibi saklayacağım.

MENDERES DÖNEMİNİN MİRASI MAYINLAR KAYIP MI?

Son zamanlarda Güney Doğu’daki mayınlı araziler üzerine oluşan gündem bir hayli alevlendi. Birçok soruya yanıt bulmak için de, konuya hakim bir dostumun anlattıklarına kulak verdim. Kendisi defalarca Suriye sınırına gitmiş bir kişi olarak çok aydınlatıcı bilgiler verdi. İşte, benim araştırmalarım, onun izlenimlerden harmanladığım sonuçlar:

Hiç kimse araştırma zahmetine katlanmıyor ama Türkiye’nin mayınlı arazi macerası 1950 yıllında başlıyor. Mardin’de gümrük koruma memurları ile kaçakçılar arasında çıkan çatışmalar sonucunda iki devlet memuru hayatını kaybediyor. Bu olay nedeniyle harekete geçen dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Suriye sınırının boydan boya mayınlanması emrini veriyor. 1956 yılında da Suriye sınırı mayınlanmaya başlanıyor. Mayınlı arazinin genişliği 300 ile 750 metre arasında değişiyor, uzunluğu altı yüz kilometreye yaklaşıyor. Mayınlı bölge dışında, ayrıca 5 ile 10 kilometre arasında değişen emniyet şeridi de oluşturuluyor.

Sonuçta da 1950’li yıllardan bu güne mayınların, yaklaşık 10 bin kişinin yaşamını yitirmesine neden oluyor. Sınır köylerinde hemen her evde bir mayına basarak sakat kalan insanlara rastlanıyor. Hal böyleyken de, bölgede uzun yıllar süren terör hareketlerinin azalması ve Suriye ile ilişkilerin düzelme rotasına girmesi, Türkiye’nin mayınlı araziler sorunundan kurtulmasının yolunu açıyor.

HARİTALAR TAMAM DA MAYINLAR KONULDUĞU YERDE DEĞİL

Şimdilerde bildiğiniz üzere mayın temizleme işini kimin yapacağı tartışmaları yaşanıyor. Ancak, bu noktada Türkiye’yi bekleyen önemli bir sorunu kimse fark etmiyor. İster TSK temizlesin, ister özel sektör, isterse de İsrail gibi yabancı ülkeler; mayınların nerede olduğunu pek bilen yok. Çünkü Türkiye-Suriye sınırındaki yaklaşık 30 bin 600 hektarlık arazide, 615 bin mayın olduğu tahmin edilirken, bu mayınların nerede olduğu tam olarak bilinmiyor. Kimi, mayınların yerini belirten haritaların kaybolduğunu söylüyor, kimi de bu paftaların gerçeği tam olarak yansıtmadığını. İşin aslı ise bambaşka. Yaklaşık 53 yıllık mayınların büyük çoğunluğu, toprak hareketleri nedeniyle yer değiştirmiş durumda. Bu yer değiştirme zaman zaman 5 ila 10 metre arasında değişen bir mesafeye kadar ulaşabiliyor. O zaman da haritalar pek işe yaramıyor.

Her şeye rağmen, ortada bir gerçek var, ki gerekli teknik donanımın tamamlanmasının ardından, Türk Silahlı Kuvvetleri mayınları temizlemeyi başarıyla gerçekleştirebilir. Ardından da ülkemizin en atıl arazileri, bir anda en bereketli topraklara dönüşebilir.
Yazının Devamını Oku